AB BİR HRİSTİYAN KLUBÜ MÜ?

AB BİR HRİSTİYAN KLUBÜ MÜ?

Yanıtını uzun uzun düşünmeye hiç gerek yok.

Yaptığı icraatlara ve üyelerinin çıkarları doğrultusunda, uluslararası hukuku çarpıtarak veya kendine göre yeniden yorumlayarak açtığı yeni kapılara bakılırsa, bu sorunun karşılığına kolayca “Evet” denmesi gerekmektedir.

 

Bir taraftan Kıbrıs Rum Yönetimi, diğer taraftan da Yunanistan, AB’yi kendi çıkarları doğrultusunda tepe tepe kullanmak yarışına girdiler.

Helenlerin bu girişimlerine “yarış” demek aslında mizahi bir yaklaşım, gerçekte “Danışıklı dövüş” demek çok daha doğru.

 

Yunanistan, Fener Patrikhanesinin konumunu ve Ekümenikliğini,  Yargıtay’ın “Patrikhane ekümenik olamaz” şeklindeki kararı­nı fırsat bilerek AB’ye taşıdı. Zaten Yargıtayın bu kararı olmasaydı başka bir bahane yaratıp gene gündeme getireceklerdi bu konuyu.

Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin Dışişleri Bakanları, bugün Brüksel’de yaz tatili öncesindeki son toplantısını yapacak ve Yunanistan’ın girişimleri ile Ekümenik Patrikhane konusu da gündemde. Amaç, dini duyguları istismar edip, Türkiye üzerinde AB üyesi tüm ülkeler­in baskı kurmalarını sağlamak. Tabi baskının ucu Kıbrıs’ta tavize kadar uzanacak.

 

İşin gerçeğinde, eğer uluslararası hukuka saygı varsa, Yargıtay kararına kimsenin itiraz etmemesi gerekir. 1923 tarihli Lozan Antlaşmasında Fener Patrikhanesi ile ilgili özel bir madde yok. Lozan Antlaşmasının azınlık haklarının düzenlendiği bölümünde, Fener Rum Patrikhanesi ile ilgili her hangi bir hüküm de yok. Patrikhanenin ismi bile zikredilmeden sadece bir azınlığın kilisesi olarak anıldığı, bu nedenle patrikhanenin Türk iç hukukuna bağlı olduğu vurgulanmakta.

 

“Lozan Barış Konferansı Tutanakları- Belgeleri”nin birinci takım, birinci cildinin, birinci kitabını 325.ci sayfadan itibaren okumaya başlarsanız, konferansın başında Türkiye’nin Fener Patrikhanesini yurt dışına atmak kararında olduğunu ve tartışmalar bu maddeye gelince de batılı ülkelerin minnet ve ricaları ile Patrikhanenin, sadece Rum kökenli Ortodoks Türk vatandaşlarının ayin, nikâh, boşanma, vaftiz gibi dini işlerini yürütmesi koşuluyla Türkiye’de kalmasını kabul ettiklerini görürsünüz.

Yasalardaki ve Antlaşmalardaki her hangi bir maddenin tam olarak ne manaya geldiği veya neyi kastettiği sorgulandığı vakit teamül, tutanaklara bakmaktır. Tutanaklar hemen gerçekleri ve ilgili maddenin ne amaçla kaleme alındığını ortaya koyar.

 

Lozan Antlaşması aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin “Koçanı” yani “Tapusu”.  Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslar arası hukuka göre yasal varlığı da bu antlaşmaya göre tüm taraflarca ve dünyaca kabul edilmiş, taraflarca da imzalanmış, pullanmış ve kırmızı mum ile de mühürlenmiş.

 

Yunanistan şimdi bunu delmeye çalışıyor. Hem de AB’yi arkasına alabilmek için dini istismar ederek.

 

Yunanistan yapar da Kıbrıs Rumları yapmaz mı?

Onlar da başladı hemen dini istismar etmeye ve de Türkiye’ye Kıbrıs konusunda baskı yapılsın diye AB’ye taşımaya.

 

Başpiskopos olduğu günden beri Kıbrıs adasının üzerini kara bulutlar ile örten ve ada insanlarının felaketler yaşamasına neden olan Kara Papaz Makarios’un 1977’de ölümünden sonra daha ancak geçen sene Başpiskopos olabilen Hrisostomos da aynı kara cübbeyi, adaya yarım asırdan fazla bir süredir felaketler yağdıran kara cübbeyi, giydi sırtına.

 

İlk işi tüm Ortodoks Patriklerini turlamak ve Başpiskoposluğunu teyit ettirmek oldu. İstanbul’a gidemedi ama Fener Patrikhanesinden temsilcileri taç giyme törenine getirtti. Yunanistan, Rus ve İskenderiye Patrikleri ile görüştü, Vatikan’ı ziyaret etti. Şimdi sıra New York Patriğinde. Ya kendi gidecek, ya da o gelecek ve görüşmeleri gerçekleşecek.

Tabi Hrisostomos Vatikan’a boşuna gitmedi.

Cebinde, Papadopulos’un kendisine verdiği “özel ulusal görevler” ve Vatikan ile AB’nin Türkiye üzerinde kuracakları baskılar ile Başpiskoposluk görev alanını KKTC topraklarını da kapsayacak şekilde genişletmek amacı da vardı.

Belgeler, Başpiskopos Hrisostomos’un Vatikan ziyaretinin sadece dini bir ziyaret değil, yüksek siyasi öneme sahip bir ziyaret olduğunu gösteriyor. Üstelik Rum Ortodoks Kilisesi, Başpiskopos Hrisostomos’un Vatikan ziyaretinin etkili olması, olumlu izlenimler yaratması ve isteklerinin dikkate alınması için özel bir şirketle tanıtım ve lobi yapılması anlaşması da yapmış.

Hrisostomos, Vatikan ziyaretinde Papa’yı, KKTC’deki Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’ne ait 25-40 kadar kilisenin başpiskoposluğa iade edilmesinin sadece Kıbrıs sorununun çözümünde bir iyi niyet göstergesi olduğuna değil, zaman içerisinde Kıbrıs sorununun siyasi çözümüne de hizmet edeceği yönünde ikna etmiş ve Papa’dan, Vatikan ile diğer birçok liderin Türkiye’nin katılım perspektifine karşı olduklarını açıklamalarını talep etmiş.

 

Eğer bu ziyaretten sonra Vatikan da dâhil olmak üzere, Fransa Başkanı, Almanya Şansölyesi ve diğer bazı liderler, Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak katılımına karşı olduklarını açıklıyorlarsa veya ima ediyorlarsa, Yunanistan Lozan’a rağmen Patrikhane konusunu Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin Dışişleri Bakanları Konseyine getiriyorsa ve de buna hiç kimse de “Hayır” demiyorsa, Avrupa Birliği, “Politik ve Siyasi Birlik” midir yoksa bir “Hıristiyan Klubü” müdür?

Karar sizin.

6 Ağustos 2007
AB BİR HRİSTİYAN KLUBÜ MÜ? için yorumlar kapalı
Okunma 44
bosluk

PARTITION IN THE AGENDA FOR CYPRUS

PARTITION IN THE AGENDA FOR CYPRUS

The conflict in Cyprus has been ongoing for the past 44 years. Yet, there still seems to be no sign of a settlement, whether in the form of a federation or a confederation. Nothing at all. Partition is now in the scope of things. The current situation in Cyprus is the result of years of hostilities between Greek Cypriots, Turkish Cypriots and the Greek and Turkish governments.

The Greek Cypriots and the Greek government have seen the so-lution to the problem as enosis — unification with Greece for the whole of the island of Cyprus — since 1796. Beginning in 1947 with the Lord Winster Plan, almost 33 plans, proposals, constitutions, initiatives and similar solutions have been put on the table to settle the Cyprus issue. All of these were rejected by the Greek Cypriots, as they did not pave the way to enosis.

Greek Cypriots deserve all the shame and blame for the current situation on the island. The pre-British owners of the island, the Tur-kish Cypriots and the Turkish government, now see the solution as partition — independence for the northern part of Cyprus, known to Turks and Turkish Cypriots as the Turkish Republic of Northern Cy-prus (KKTC) — after all the bitter experiences of the past 44 years and non-fruitful negotiations, which most of the time were dragged to a dead end by the Greek Cypriots and their enosis ideal.

The inhabitants of Cyprus share no common language except English, no common history or literature, no common schools or sport-ing clubs and no common religion. Nor do they, except superficially, share any common culture. Under the Ottoman Turkish administra-tion, the Turks and Greeks living in Cyprus coexisted peacefully. It wasn’t until the takeover of the island by Britain that their relationship began to deteriorate.

The 1959 London and Zurich agreements and the 1960 Republic of Cyprus Constitution that were signed by Britain, Greece, Turkey, the Greek Cypriots and the Turkish Cypriots, were based on equality and partnership between the two communities and the independence and sovereignty of the island.

There had to be joint presence and effective participation by both sides in all the organs of the state in order to legitimize the 1960 Con-stitution. Neither community had the right to rule the other, nor could one of the communities claim to be the government of the other. The aim of the basic articles of both the constitution and the treaties were to safeguard the rights of two equal peoples. The treaties also created an external balance between the two “motherlands.” Turkey and Greece were not able to obtain a more favorable political or economic position than the other with respect to Cyprus.

The 1960 agreements prohibited the membership of Cyprus in any international organization or pacts of alliance in which both Turkey and Greece were not members, but they were unfortunately overruled by the EU, accepting the Cyprus (Greek) Government as a member state.

The hopes of a peaceful life under this new political partnership were crashed by Greek Cypriots on the road to enosis. It became ob-vious that this peace was not going to be possible because Greece and the Greek Cypriots did not intend to abide by the constitution. They did not give up their ambition for annexation of the island to Greece and the Greek Cypriot leadership sought to unlawfully bring about constitutional change.

In effect, this would negate the “partnership” status of the Turkish Cypriots and clear the way for annexation with a Turkish minority. The only way that the Greek Cypriots could achieve their aims was to destroy the legitimate order, by the use of brute force, to overtake the joint state. The rule of law collapsed on the island in 1963 as a result of a ruling by the Supreme Constitutional Court of Cyprus.
Greeks tried to get 13 basic articles of the 1960 Agreement ab-olished. These articles were there to protect the Turkish Cypriots and by removing them the Turkish Cypriots would be reduced to a minority subject to Greek Cypriot control. Christmas of 1963 saw Greek Cypriot militia attacks on Turkish Cypriot communities across the island, kill-ing many men, women and children. Two-hundred and seventy mos-ques, shrines and other places of worship were desecrated; 103 Turkish villages were leveled. The constitution became unworkable because of the refusal on the part of the Greek Cypriots to fulfill the obligations they had agreed to. The bi-national republic that was imagined by the treaties ceased to exist in December 1963.

The Greek Cypriot wing of the “partnership” state later took the title “Government of Cyprus” and the Turkish Cypriots, who never ac-cepted the seizure of power, began to set up a Turkish administration to run their own affairs. Britain has in effect washed its hands of Cyprus, despite many opinions that they are partly responsible for the division in the island. Cyprus is a former colony and despite Britain’s having guarantor powers over the island, they refused to intervene when it was most needed.

Britain should have taken the lead over other countries and done what they said in 1960 that they would — which was to guarantee the rights of all those living on the island. They, along with most countries, refuse to recognize the KKTC as being independent and see it as an illegitimate state. The Turkish Cypriots saw their declaration of inde-pendence as the only way to guarantee the rights of Turkish Cypriots, the citizens of the KKTC.

Now it is obvious that nothing short of symmetry between the two communities of “Cyprus” will bring peace to the island, except partition and the recognition of the both states on the island.

6 Ağustos 2007
PARTITION IN THE AGENDA FOR CYPRUS için yorumlar kapalı
Okunma 86
bosluk

BAŞKANLIK SİSTEMİ

BAŞKANLIK SİSTEMİ

Başkanlık sisteminin doğuşu 1787’de Amerikan Anayasa Kongresi ile birlikte olmuştur. Amerikan tarihinde, ABD’nin ilk kurucuları olan ve kendilerine “Founding Fathers” denilen “Kurucu Ata”ların yarattıkları bir sistemdir.

 

Bu kişiler İngiltere’nin devlet sistemlerine hayranlık duyuyorlardı ve İngiliz “Monarşik” sistemini de çok iyi biliyorlardı. İngiltere’de yazılı olmayan bir anayasa, yasama ve yürütmeden bağımsız bir yargı, yürütmeden bağımsız bir yasama (meclis) ve yasamadan bağımsız bir yürütme (Kral) bulunmaktaydı.

Kongre, “Yasama” ve “Yargı” mekanizmasını oluşturduktan sonra İngiliz Kralı tarafından uygulanan “Yürütme”nin kendi ülkelerinde nasıl uygulanacağı sorunu ile karşılaşınca, yeni bir devlet kavramı ile kurulan Amerika Birleşik Devletlerinde yeni bir kral yaratmaktansa, bu sorunu “Başkanlık sistemi”ni oluşturarak çözdüler.

Ama “Başkan”ı yaratırken, Fransız aydınlanma düşünürü Montesque’nun “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden esinlenerek yasama, yürütme ve yargı organlarını birbirinden mümkün olduğu kadar ayırmaya çalıştılar. Böylece, ABD Başkanı İngiliz Kralı’nın yerini almadı, aynı yetkilere sahip olamadı. Tarihsel olarak da, hukuki olarak da, ABD Başkanı oluşum sürecinde İngiliz kralından tamamen ayrı bir kuvvet olarak gelişti.

 

Sistem nasıl işliyor?
Başkanlık sistemi sert ve sağlam bir “Kuvvetler Ayrılığı” üzerine kuruludur. Yürütme yetkisi “Başkan”da, yasama yetkisi “Parlamento”da, yargı yetkisi de “Yargı Organı”nda bulunmaktadır. Aksi takdirde, “Başkanlık” sistemi hemen bir “Padişahlık” veya  “Diktatörlük” sistemine dönüşmeye aday hale gelmektedir.

 

Bu üç kuvvet arasında iyi bir ilişki bulunmaktadır. Başkan parlamentoya yasa teklifinde bulunamaz. Ama Başkan’ın bir partisi olabilir ve gerekirse partisinin milletvekilleri yasayı Meclis’e sunabilir. Başkan partisi üzerinden birçok yasa teklifini yasalaştırabilir.        Öte yandan, yürütme yetkisi birçok atamalar yapmayı içeren bir yetkidir, başkan da atamalarında kendi kişisel takdirini kullanır. Fakat Başkan’ın atamaları büyük ölçüde “Üst Meclis”in (Senato) onayına tabidir. Senato onaylamadan, hiçbir atama geçerlilik kazanmaz. Bakan atamalarında da, başkanın seçtiği şahıs, ancak senatodan onay alır ise bakanlık koltuğuna oturabilir.

Bu sistemde, Bakanlar Parlamento dışından göreve getirilmektedir ve Parlamento içinden atanamamaktadır. Bu yöntem de kuvvetler ayrılığının bir parçası olup, yasama ile yürütmenin bir kişide toplanmasının önüne geçmeyi sağlamaktadır. Bunun bir simetrisi olarak da “Yürütme Organı”nda yer alan kişiler de, yasama organı içinde görev yapamıyor.

 

Parlamenter sistemde, Cumhurbaşkanının Meclisi fesih yetkisi vardır. Meclisin de yürütme organının başı olan başkanı görevden düşürme yetkisi vardır. Başkanlık sisteminde bunlar yoktur. Başkanlık sisteminde Başkan ile meclis arasındaki etkileşim, parlamenter sistemdeki kadar güçlü değildir.

 

Başkanlık sisteminde Başkan Meclisi feshedemez, Meclis de Başkanı görevinden uzaklaştıramaz. Ama Başkanın suç işlemesi durumunda, Senato, Başkanı yargılayabilir ve azledebilir.

 

Anayasa canlı bir yapı gibidir. Yurttaşla devlet arasındaki ilişkileri düzenlerken, devletin organizasyonunu da düzenler ve sağlıklı çalışmasını sağlar. Organlar hangi yetkilere sahip olacak, aralarındaki ilişkiler neler olacak, hangisinin nereye kadar yetkisi olacak gibi kesin çizgileri ortaya koyar.

 

Yazılanlarla, yaşananlar ve uygulamalar genelde birebir denk düşmez. Yazıdaki maksatla uygulamadaki amaç farklılaşabilir. Aynı anayasanın iki ayrı ülkede, farklı yorumlanıp farklı bir şekilde uygulamaya konması çok olasıdır.

Seçim sistemindeki olası en küçük farklılık, uygulamada büyük farklılıklara yol açabilir. Halkların siyasal, kültürel ve halk-devlet anlayışları aynı anayasanın uygulamasını ülkeden ülkeye farklılaştırır.

Bu faktörleri dikkate almadan yapılacak karşılaştırma pratik olarak havada kalır. Aynı şekilde, ABD’nin veya Fransa’nın “Başkanlık” Sistemini alıp, kendi ülkemize aktarma isteği bu faktörler dikkate alınmazsa, son derece olumsuz ve ters sonuçlar da yaratabilir.
KKTC’de Başkanlık sistemi aynı verimde çalışabilecek mi?
Uygulama açısından bakarsak, başkanlık sisteminin temelinde iki teorik sorun bulunmaktadır.  Bunlardan birisi “Yürütme”nin tek bir kişide toplanmasının diktatörlük eğilimine yol açabilmesi, diğeri de bu sistemde Muhalefetin verimli ve etkin olarak çalışma olanağının olmaması.

Başkanlar zaman zaman “Alt ve Üst Meclisi” veya “Parlamento”yu dikkate almadan veya her iki Mecliste çoğunluğa sahipse bu çoğunluğa güvenerek, halkın isteklerine aykırı gelen politikaları güdebilir. Basit bir tabirle, “Başkanlık Sistemi”,  diktatör olmaya yatkın bir kişiye bu koşullarda daha fazla olanak sunabilir.

Buna karşın “Alt ve Üst Meclis”de veya “Parlamento”da çoğunluğunun karşı partiden olduğu durumda da, Başkanın eli kolu bağlanabilir ve hiçbir icraat yapamaz duruma gelebilir.

 

Başkanlık sisteminde, muhalefetin konumu nedir

 

Başkanlık sisteminin uygulamada olduğu ABD’deki partileşme, siyasi yaşam anlayışı ve sistemi bizden ve Türkiye’den biraz farklıdır. ABD’de disiplinli partiler yoktur ve başkanlık sistemini temsil eden sadece iki parti bulunmaktadır. Partiler daha çok seçim dönemlerinde politika üretmekte ve çoğu zaman da konu tabanlı çalışmaktadırlar. Hangi konu ile ilgili bir yasa çıkacaksa bazen ayrı ayrı bazen de beraberce örgütlenip yasama üzerinde baskı kurmaktadırlar. Bizde ve Türkiye’de olduğu gibi sürekli bir muhalefet kültürü ABD’de yoktur.

 

Oysa siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurudur. Siyasal parti, ideolojisi ne olursa olsun siyasal elit ile halk arasındaki bağı kurar, halkın gündelik taleplerini yönetenlere yansıtır. Kendi değerlerini temsil ettiği zümrenin dileklerini dile getirir.

Başkanlık sistemi içinde “Siyasi Parti Sistemi” veya “Siyasi Parti Olgusu” yoksa, Başkan kendi atadığı kadrolarla çalışır ve bu ortamda siyasi partiler silinir ve muhalefet suskunlaşır. Böylesi bir ortamda, Başkan elindeki yetkilerle tek-adamlığa daha da yakınlaşır ve demokrasi tehlikeye girmeye başlar. Muhalefetin ve siyasi partilerin zayıfladığı bir ortamda da demokrasiyi uygulamak iyice zorlaşır.

KKTC’de Başkanlık sistemine geçilirken, Başkanlık sisteminin tüm bu olumsuz tarafları dikkate alınmalıdır.

 

Başkan hem başkan, hem de muhalefet olamaz. Yasaların yapılması sürecinde mecliste bir muhalefet söz konusu olabilir, ama asıl iş yürütmeye, yani uygulamaya muhalefet etmektir.

Demokratik taleplerin asıl yürütmeye karşı dile getirilmesi esas muhalefettir. Halktan kopuk bir başkanlık iradesi, uygulamada istediğini yapabilir ama muhalefetsiz bir uygulama, eleştirilerin dile getirilemediği bir uygulama demokratik olamaz.

Muhalefetsizlik problemi başkanlık sistemlerinin en ciddi sorunudur ve ABD bu sorunu halen aşabilmiş değildir.

 

 

 

 

ABD’deki Başkanlık sistemini uygulayan devletler var mı?

 

Başkanlık sistemi Amerika kıtasında ve bazı Afrika ülkelerinde denendi. Latin Amerikalılar bunu uyguladılar ama hepsinde sorun çıktı. Başkanlık sisteminin Latin Amerika’da birbiri ardına diktatörleri yarattığına yakın tarihte tanık olduk. Seçimle gelmiş olsa dahi, başkanlar, yetkilerini daha da güçlendirmeye, meclisleri fesih ederek tek adam olmaya yöneldiler. Sistem bu tip başkanlara diktatörlüğün yolunu açabilecek yapıya sahiptir.
Başkanlık sisteminde parlamentonun kendi başına anayasa değişikliğinde hukuki gücü var. Bu nedenle Başkanlık sistemi Latin Amerika’da kendini tüketti. Afrika ülkelerinde ise daha başlangıçta sistem değişikliğe uğradı ve direkt olarak diktatörlükle sonuçlandı.
KKTC’nin siyasi yapısı Başkanlık sistemine dönüşebilir mi?

 

Partilerimizin içinde de halen demokratikleşme sorunları bulunmaktadır. Bazı partilerimizde başkanlar neredeyse yaşam boyu başkanlık yapmayı amaçlıyorlar. Bir siyasi parti içinde liderliği ele geçiren kişi onu kaybetmemek için ne gerekiyorsa yapıyor.  Bunun örnekleri geçmiş 33 yıllık parlamenter yaşamımızın içinde açıkça görülebiliyor.

 

Böylesi bir kültürde başkanlık sisteminin kurulması ve halk tarafından seçilen başkanın tek başına ülkeyi yönetmeye kalkışması, mevcut yargı sistemi ve yasalarla hemen ve derhal bir “Padişahlığa” ve kâbusa dönüşecektir. Partizanlık daha büyük boyutlara ulaşacak, sendikalar benzeri kuruluşların her biri bu padişahlığın içinde birer derebeyi durumuna gelecektir.

 

Başkanlık sistemi çok büyük bir risktir. Bu risk ABD’de dahi halen varlığını sürdürmektedir. Birçok ABD’li anayasa hukuku uzmanı başkanlık sisteminin diktatörlük eğilimini potansiyel olarak barındırdığını yazmaktadır. Potansiyel olarak diktatörlüğe yatkın bir rejimi alıp, bizim gibi demokratikleşmeyi henüz olgunlaştıramamış bir ülkeye adapte ettiğimiz zaman, “tek-adam”lık ciddi bir riske yol açmış olacağız.

 

Başkanlık sistemi nasıl KKTC’ye adapte edilebilir

 

KKTC Başkanlık sistemine geçişin ilk adımı zaten atılmıştır ve Başkan halk tarafından 2 turlu bir seçimle iş başına getirilmektedir.

 

Başkanlık rejiminde, başkanın meclisi fesih yetkisinin olmaması buna karşın da Meclisin Başkan ve Bakanlar üzerindeki denetim yetkisinin kaldırılması gerekmektedir.  Yasamadaki değişiklikler ile birlikte özellikle “Yargı Sistemi”nin ve “Yasalar”ın da baştan sona değişmesi gerekmektedir.

Yargı sisteminin, Başkanı, Bakanları ve Milletvekillerini Meclis kararı olmadan yargılayabilme yetkisi olması ve Dokunulmazlıkların sadece Meclis kürsüsü ile sınırlandırılması gerekmektedir.

 

Başkanlık sisteminde halkın tek güvencesi Yargı organıdır. ABD’de de yargı organı esas olarak yurttaşın devlete karşı haklarını korumak için kurulmuştur ve tam bağımsız olarak çalışmaktadır. Yargı Başkanlık sisteminde, Başkanın güçlerini diktatöryel kullanmasının karşısında halkın kalkanıdır. Bu nedenle de Yargıyı mutlak surette bağımsız hale getirmek gerekmektedir.

Yargının bağımsızlığını yeniden kurmak için parlamenter sistemi değiştirmek şart değildir. Başkanlık sisteminde Yargının, yasama veya yürütmeye boğun eğmesi mümkün değildir.

 

KKTC Anayasası’nda yapılacak en önemli değişiklikler, başkanın yetkilerini belirlemeye yönelik olanlar maddelerde olmalıdır. Başkanın yetkileri ve yetki sınırları anayasa ile belirlenmeli, hiçbir madde yoruma açık olmamalıdır.

 

Başkanlık sistemine geçişte, anayasanın temel haklar dışında kalan tüm bölümlerini ciddi bir biçimde baştan sona değiştirmek, toplumsal uzlaşı ve tüm siyasi partilerin katılımı ile uzun bir süreç içinde bu değişikliklerin yapılması gerekecektir.

 

Geleneklerimiz, iktidardakilerin popülist uygulama hevesleri, siyasal rant alışkanlığı, siyasi parti kültürümüz, yargının tam bağımsızlığı, siyasilerin ve kamu görevlilerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması gibi sorunlar varken başkanlık sistemine geçiş pek de kolay olmayacaktır.

4 Ağustos 2007
BAŞKANLIK SİSTEMİ için yorumlar kapalı
Okunma 402
bosluk

EU AND UN: BOTH HARMING THE CYPRUS ISSUE

EU AND UN: BOTH HARMING THE CYPRUS ISSUE

The Turkish Armed Forces (TSK) had the right and duty to inter-vene in 1974 under the Treaty of Guarantee and whatever the legal arguments about the limits of those treaty rights, they have at least as much humanitarian justification for being there today as NATO troops in the former Yugoslavia.

They are in no sense an occupying force and the UN Security Council has never accused them of invasion or occupation. The “state of affairs established by the basic articles of the 1960 Constitution” was one in which the Turkish Cypriots had at the very least the right to life, and this can be guaranteed today only by the presence of the TSK.

If Turkey had not taken decisive action in 1974, Cyprus would today be a Greek military base with no Turkish Cypriots left alive on the island.

For the past couple of decades Turkish Cypriots have been asked to believe that Greek Cypriots have changed, but they see no evidence of that. Since 1963 Greek Cypriots have maintained unjust local and international political, economic, cultural, social, sporting and trade embargoes on Turkish Cypriots in an attempt to strangle their economy and basic human rights.

This creates tension and animosity, and is clear evidence that the Greek Cypriots have no genuine wish for reconciliation with the Tur-kish Cypriots. Moreover their embargo has no authority under Chapter VII of the UN Charter.

Those in the EU and the US who express concern for the living standards of Turkish Cypriots should start by refusing to participate in the embargoes any longer. Turkish Cypriots do not want handouts, but they do want a fair chance to earn their own living in the world.

Concerning the Cyprus issue, both sides of every case must be given a fair hearing. But for 38 years the Turkish Cypriots have been excluded from all channels of normal international communication. All too often they have had to sit at the back of the meeting room (or even outside) watching a Greek Cypriot occupying the Cyprus chair. It is rare to hear both points of view in any debate on Cyprus in the EU committees, EU Parliament, British Parliament or the US Congress, or to see the Turkish Cypriot point of view in the international press. The imbalance is particularly noticeable in the European Union, where the key committees are packed with Greek members and their supporters. There are, of course, no Turkish members.

In Washington, London, and Brussels the Greek Cypriot repre-sentatives have their official access to everyone, but the Turkish Cy-priot representatives have access to hardly anyone. This really has to change. It is therefore not surprising that the world has had a rather one-sided perception of Cyprus for more than half a century.

The UN has disabled itself as an impartial interlocutor by taking the side of the Greek Cypriots on the fundamental question which di-vides the two peoples — namely whether the Greek Cypriot administra-tion is entitled to be treated as the government of Cyprus.

Because of the one-sided international perception of Cyprus, Turkey and the Turkish Cypriots are always seen as being in the wrong and pressure is constantly applied to them to accommodate Greek Cypriot wishes — something they will not do and cannot reasonably be expected to do by anyone who understands how the present situation in Cyprus has arisen.

The two peoples of Cyprus have negotiated for many years under the auspices of the UN and in March 1986 and May 2004 the Turkish Cypriots twice accepted the UN plans for a settlement. However the Turkish Cypriots eventually realized that the UN talks go nowhere and that the UN could not be relied upon as an impartial interlocutor.

The Greeks are very good indeed at law and public relations and they have spared no effort or resource to put Turkey and the Turkish Cypriots at a serious disadvantage, particularly in the EU and UN and at the US Senate. This is important because Turkey could not join the EU without the approval of parliament. The very effective Greek and Greek Cypriot lobbies have also damaged, and are continuing to dam-age, Turkey’s relations with Britain and the United States.

The Greek Cypriot desire to join the EU had nothing to do with economics as they are already one of the richest countries. Their policy was to become a member because they believed they could use the EU’s political and perhaps even military pressure to push Turkey and the Turkish Cypriots out of Cyprus.

4 Ağustos 2007
EU AND UN: BOTH HARMING THE CYPRUS ISSUE için yorumlar kapalı
Okunma 65
bosluk

RUMLAR DİPLOMATİK ATAK HAZIRLIĞINDA

RUMLAR DİPLOMATİK ATAK HAZIRLIĞINDA

Rumlar derken hem Yunanlı Rumları hem de Kıbrıs’lı Rumları kastediyorum.

 

Her ikisinin de Dış İşleri Bakanlıklarının faaliyetlerini gözlemlediğimde, 2008’e yönelik yeni bir diplomatik atak hazırlığı içine girdiklerini algılıyorum.

Kıbrıs Rum tarafında, göreve yeni başlayan Dış İşleri Bakanı Bayan Erato Markulli, daha çiçeği burnunda bir bakan ama geçmişi diplomasi ile dopdolu.

Yedi kocalı Hürmüz misali, Dış İşlerindeki görev yılları içinde dört Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı eskitmiş, beş de Dış İşleri Bakanı.

 

Bayan Markulli son iki gündür, Bakanı olduğu Rum Dış İşleri Bakanlığı bünyesinde, kilit ülkelerdeki Rum Büyükelçilere yönelik bilgilendirme, görüş alışverişinde bulunma ve daha iyi verimli bir koordinasyon kurmak çalışmalarına katılıyor. Katılımcılara hem deneyimlerini aktarıyor hem de Papadopulos hükümetinin Kıbrıs politikasını en ince detayına kadar anlatıyor.

Dış İşleri Bakanlığının bu faaliyetini fiilen destekleyen Papadopulos da Rum Büyükelçileri makamına kabul ederek, geliştirmesini istediği konuları ve Kıbrıs konusundaki öncelikler hakkında bilgiler veriyor.

 

Bu çok özel toplantıda alınan karar uyarınca, AB ülkelerinde ve Kıbrıs sorunuyla ilgilenen diğer önemli başkentlerde çalışan Rum diplomatlar, yabancı hükümetleri, parlamentoları ve basını, koordineli bir şekilde, Rum tezleri doğrultusunda bilgilendirmeye başlayacaklar.

Katılımcı Büyükelçilerin diplomatik faaliyetlerine ilaveten ek görevleri, birbirleri ile koordineli bir biçimde bulundukları ülkede Kıbrıs konusu ve Rum tezleri ile ilgili toplantılar düzenlemek, ilgili üst düzey bürokratlara ziyaretler yapmak, bire bir görüşmelerde bulunmak, Kıbrıs Rum tarafı aleyhine çıkan her yazıya anında yanıt vermek, hediyeler almak, gerekli olan kişileri Kıbrıs’a davet etmek ve benzeri faaliyetlerde bulunmak olacak.

 

Toplantıdan çıkan bir başka karar da, Portekiz’in AB Dönem Başkanlığı alması ile birlikte, Portekiz hükümetinin AB çalışmalarını yakından izlemek üzere Dışişleri Bakanlığı’nın bir mensubunun,31 aralık 2007’e kadar daimi ikamet etmek üzere Lizbon’a gönderilmesi oldu. Artık Portekiz hükümetinin aldığı her nefes, Lefkoşa’da anında duyulacak.

 

Bu ara, Markulli’nin söz konusu toplantıda yaptığı konuşmalardan, aklındaki çözüm planının, Türk askerinin ve Türkiye’den gelen göçmenlerin geri döneceği, Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılacağı, Rum göçmenlerin yerlerine döneceği ve AB’nin garantisi altında bir Federal devlet olduğu anlaşılmaktadır.

Bence bu devletin adını, kısaca “Kıbrıs Rum Üniter Devleti” koysaydı, anlaması ve anlatması çok daha kolay olurdu.

 

Büyük bir tesadüf eseri olarak aynı konuda paralel bir çalışma, tam bir harmoni içinde Yunanistan’da da aynı günler içinde yapılıyor.

 

Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı Bayan Dora Bakoyanni de, yurt dışında görevli büyükelçilerini Atina’da topladı ve adını “Yıllık olağan toplantı”sında koydukları bu toplantıda, özellikle Kıbrıs konusu üzerinde durdu.

Yunan hükümetinin, Rum hükümeti ile tam bir işbirliği içerisinde Kıbrıs’ta adil, kalıcı ve fonksiyonel bir çözüm bulunması için mücadele etmeyi sürdürdüğünü ve Yunanistan’ın her zaman olduğu gibi uluslararası düzeyde ve ikili temaslarında Rum hükümetinin Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik çabalarını desteklemeyi sürdüreceğini de dile getirdi.

Kıbrıs konusunda Rum tezlerinin doğruluğunu kabul ettirmek için, 8 Temmuz Gambari sürecinin tıkanmasının sorumluluğunun Türkiye’ye ve KKTC’ye yüklenmesi gerektiğini, bunun için de her iki ülkenin, Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin, büyükelçiler düzeyinde koordineli bir şekilde çalışmalar başlatacağını söyleyerek, 2008’e yönelik diplomatik saldırı planlarını açıkladı.

 

17 Şubat 2008’de yapılacak Kıbrıs (Rum) Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra, tamamen Rum tezleri doğrultusunda hazırlanmış, Kıbrıs’ta yeni bir “Federal Devlet” kurulması önerisinin masaya konacağı kesin. Buna hazır olunması ve karşı önerilerin de şimdiden hazırlanması gerekmektedir.

Türkiye’nin ve KKTC’nin önüne konacak bu yeni teklifteki ilk 4 madde, Türk askerinin geri gitmesi, Türkiye’den gelen kardeşlerimizin geri dönmeleri, Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılması ve Rumların kuzeydeki mallarına tekrar geri dönmeleri olacaktır.

2 Ağustos 2007
RUMLAR DİPLOMATİK ATAK HAZIRLIĞINDA için yorumlar kapalı
Okunma 52
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 kktc-bayrak kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak-2 kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar