President of the Turkish Republic of Northern Cyprus (KKTC) Mehmet Ali Talat met with UN Secretary General Ban-Ki Moon in New York on Oct. 18, 2007, on an official invitation. For the first time ever, Mr. Talat was received on very high level protocol and security mea-surements with escorts and other provisions provided only to presi-dents and prime ministers in the US. The meeting lasted for 40 mi-nutes, 20 minutes longer than that held with Greek Cypriot leader Tassos Papadopulos late last month on the sidelines of the UN General Assembly.
Papadopulos tried to play a dirty Byzantine game shortly before the arrival of Mr. Talat to New York. He announced that he had pre-sented proposals and sent a letter to the UN Secretary General only one day before the meeting. His hopes were to manipulate the official meeting of Talat with Ban.
Papadopulos’s proposals consisted of eight articles that were con-fusing and not genuine but rather the same as before. Especially his statement concerning the unconditional opening of the Lokmacı (Ledra Street) border gate for crossings turned out to be a misstatement the next day, as stated by the Greek Cypriot spokesman.
Since the accession day of Greek Cypriots to the EU on May 1, 2004, the Greek Cypriot authorities have tried all means to drag the Cyprus dispute into the EU and solve it there under their patronage. But irrespective of their full range of efforts, backed up by the personnel and diplomats from mainland Greece and working at all levels of the EU, they ended up disappointed.
The EU refrained from handling the Cyprus dispute and lately it has become clear that the only platform to the solution of the Cyprus problem is the UN. UN Secretary General Ban during his talk with Mr. Talat seemed willing to settle the Cyprus problem but frightened of a disappointment and miscarriage of efforts as former Secretary General Kofi Annan experienced because of the “no” votes of Greek Cypriots in the referenda held on April 24, 2004.
Ban and the other high ranking UN officials no longer trust the Greek Cypriot leadership and they will take initiative only when both sides in Cyprus are ready, as they pointed out in the meeting with Ta-lat.
Ban reiterated this sentiment, saying that the UN would only take a new initiative on the island in case of a real commitment by both sides and his message was for the Greek Cypriot side mainly, based on their “no” votes three years ago and unwillingness for a sustainable solution to the problem.
In this meeting, Talat handed over to Ban a package of construc-tive proposals, putting forward confidence-building measures as well as military arrangements aimed at improving relations between the two sides and opening up the Lokmacı (Ledra Street) border gate for crossings.
He also made a genuine proposal to Mr. Papadopulos at a meeting held in Nicosia, the capital of both Southern and Northern Cyprus, on Sept. 5, to set a timetable leading to a sustainable solution, which was refused by the Greek side, proving their unwillingness for a solution and keeping the international recognition to themselves exclusively.
The two leaders will probably meet with each other in early No-vember to discuss implementation of the so-called July 8 agreement, with the aim of improving the quality of life on both sides of the island.
Talks on resolving the Cyprus problem have largely stalled since 2004, when Greek Cypriots rejected a UN-drafted proposal to reunify the island — a plan that was backed by most Turkish Cypriot voters. In May 2004, the Greek Cypriot government joined the European Union as the official representative of the southern part of the island, although EU legislation is not implemented in the northern part of the island, which is governed by the KKTC. Cyprus has been divided along ethnic lines since 1963, when Greek Cypriots backed by the Greek soldiers from mainland Greece attacked Turkish Cypriots to overtake the Republic of Cyprus, established in 1960.
23 Ekim 2007 tarihinde T.C. Başbakanı R. T. Erdoğan’ın meslektaşı İngiltere Başbakanı Gordon Brown ile imzaladığı “Türkiye-Birleşik Krallık Stratejik Ortaklık Belgesi 2007/8”de yer alan Kıbrıslı Türkler ile ilgili 3.cü maddenin (tarafımdan yapılan) Türkçe çevirisi aynen “Kıbrıs Türklerine uygulanan izolasyonların sona erdirilmesine yardım etmek ve uluslararası toplumu bu yöndeki çabalarımıza ortak olması yönünde teşvik etmek” şeklindedir ve yoruma gerek bırakmayacak şekilde çok açık ifadelerle kaleme alınmıştır.
Bu maddeye ilaveten belgedeki diğer maddelerin içinde yer alan “İngiltere, AB ve Kıbrıslı Türkler arasında doğrudan ticari, ekonomik ve kültürel temasların teşviki için BM ve AB çerçevesinde ve ikili düzeyde çalışmak” ve “Kıbrıs Türk makamlarıyla üst düzey temasları sürdürmek” cümleleri de, İngiltere’nin dünyada oluşan yeni koşullar sonrası Kıbrıs ile ilgili politikasının değiştiğine dikkat çekmektedir.
AB’nin diğer lokomotifi olan Almanya’nın son aylar içinde Kıbrıs konusuna gösterdiği yaklaşım, geçmiş yıllarınkinden biraz farklı.
Eski Alman şansölyesi Gerhard Schröder’in Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine gelecek olması, KKTC’den Almanya’ya giden Parlamenterlerin ve Başbakanın, KKTC’deki politik kimliklerine uygun bir şekilde karşılanmaları, Anmaya Federal Parlamentosunda aklına karar, Almanya’daki eyalet meclislerinin Kıbrıs Türk toplumu ile daha sıkı bir işbirliği içine girmeleri ve Kıbrıs sorununa gösterdikleri yaklaşım, Almanya’nın Kıbrıs konusuna gösterdiği yaklaşımın da değiştiğini ortaya koymaktadır.
Aynı paralelde ufak da olsa benzeri gelişmeler Avrupa Birliği ve Avrupa Parlamentosu içinde de göze çarpıyor.
AP içinde daha düne kadar yerleri olmayan Kıbrıslı Türk Milletvekillerin kafeteryada telefona en yakın masada otururken, günümüzde kendilerine çalışma odası verilmesi, bazı toplantılarda konuşma yapabilmeleri, AP içinde fotokopi ve benzeri hizmetleri alabilmeleri, görüşlerini yazılı veya sözlü olarak tüm AP milletvekillerine aktarabilmeleri kısa sayılacak bir zaman dilimi içinde gerçekleşmiş yeni gelişmelerdir.
AP’nin geçen hafta yayınlanan 27 maddelik Türkiye raporunda Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunamamasından dolayı üzüntü duyulduğu belirtilmesi, adadaki her iki taraftan BM sürecine yapıcı yaklaşılması isteği ve Kıbrıs konusunda da “BM çerçevesinde AB Temel ilkeleri üzerine kurulu küresel bir çözüm bulunması” ifadelerinin yer alması ise Avrupa Birliğinin Kıbrıs konusunda Rumların ayak oyunlarından bıkıp usandığını ve Rumlar tarafından sırtına yüklenmek istenen Kıbrıs sorununa hiç bulaşmadan sorunu BM’ye aktarmak istediğini ortaya koymaktadır.
Avrupa Birliği’nin Kıbrıslı Türklerle siyasi temaslarını güçlendirmeyi hedeflediği ise artık kesin bir politik tanımlama.
Türkiye-Birleşik Krallık Stratejik Ortaklık Belgesi içinde 8 Temmuz 2006’da başlatılan Gambari sürecinin yer almaması ve BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs sorununa çözüm bulunması konusundaki iyi niyet misyonunun devam etmesi gerektiği şeklinde genel, belirsiz ve kesin olmayan bir tanım kullanılması ise bir tesadüf değil.
Bir kriptoloji uzmanı gibi Stratejik Ortaklık Belgesi ve İngiltere’nin son günlerdeki davranışı analiz edildiğinde, verilen mesajların açıkça Rumlara yönelik olduğu iyice ortaya çıkmaktadır.
Her ne kadar Kıbrıs Rum yönetimi, İngiliz hükümetinin Kıbrıs konusunda gösterdiği bu değişimi adadaki İngiliz Üslerine gösterdikleri tepkiye bağlasalar da, gerçek bu değil. Adadaki İngiliz üslerinin varlığı, Uluslar arası hukuka göre 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anlaşmalarında taraf olan ve buna ilaveten de 1960 Garanti Antlaşmasında Garantör devletler olarak tanımlanan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında görüşülebilecek ve sonuçlandırılabilecek bir konu. Rumların, adada İngiliz üslerini istememeleri ve İngiltere’yi bu konuda tehdit etmeleri, sadece gülüp geçilebilecek politik bir mizah.
Bu son gelişmeler Kıbrıslı Rumlara çok güçlü bir mesaj içermektedir. Tabii anlarlarsa veya anlamak isterlerse.
“Gambari sürecini, bitip tükenmeyen bahanelerle ve Kıbrıslı Türklere yönelik hayali suçlamalarla sonu belli olmayan bir sürece sokup, adanın tanınan yegâne hükümeti olmak oyununu ilelebet sürdüremezsiniz” mesajıdır Rumlara gönderilen bu güçlü mesaj.
ABD’nin, BM’nin ve İngiltere’nin bir kez daha Rumların oyununa düşmek gibi bir niyetleri olmadığı kesin. Kıbrıs sorununu çözmek için son kez bir girişim daha yapmaya ve bu sefer Rumlara “Aba altından sopa göstermek” atasözümüze uygun bir davranış içine girmeye niyetliler.
Aba altındaki sopa, Rumlar daha masaya oturmadan Kıbrıslı Türkleri ve adanın kuzeyinde kurdukları Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni aşamalı olarak siyaseten yükseltmek şeklinde gerçekleşecek.
Bu yükseltmenin başlangıcını, alt yapısı hazırlanmakta olan “Ticari ilişkiler, KKTC üniversitelerinin Bolonya süreci içine alınması ve Kıbrıslı Türklere Avrupa Parlamentosu’nun kapılarının açılması” oluşturacak.
Hedefleri ise Rumlara bu kez de adada çözüme mani olurlarsa, hem olacakları göstermek hem de 4 Mart 1964 tarihli BM kararı ile Kıbrıs’ın tanınan tek devleti olmak avantajını yitireceklerini hissettirmek.
Kısaca, bu yeni süreçte ya adada taraflar anlaşacak ve çözüm olacak, ya da adada iki ayrı uluslar arası tanınan devlet yaratılacak ve Kıbrıs sorununa elveda denilecek.
The Greek Cypriot administration has tried all possible means to stop ferries sailing from the port of Famagusta in the Turkish Republic of Northern Cyprus (KKTC) to Lattakia of Syria and is still trying. All possible means includes everything from political oppression to blackmail, from political misdirection to bribery, inclusive of the influ-ence of the Orthodox ecclesiastics as well. They have tried everything possible to reach their goal.
I often wonder about those who say the Cyprus problem started after the Turkish intervention in 1974. This depiction is just a fairy tale and is often used to mislead people with minimal knowledge of the issue. It actually started in 1963 and still goes on. I am also perplexed by those who say there are no embargoes on the Turkish Cypriots. From Dec. 22, 1963, to July 20, 1974 — 11 long years — the Turkish Cypriots were confined to an “open-air prison” by the Greek Cyprus government headed by Makarios. They were allowed no freedom of movement, no property or education rights and no normal life: no jobs, no money, no medicine, no milk, no water and no future.
And from 1974 to this day the Greek Cypriot administration tried very hard to keep the Turkish Cypriots isolated from the world. This inhumane struggle of Greek Cypriots is nowadays concentrated on the sea route from Famagusta to Lattakia. Direct ferries between Syria and the KKTC were launched on Oct. 18, scheduled every Thursday and Saturday between the Gazimağusa (Famagusta) port in northern Cy-prus and the port of Lattakia in Syria.
The Greek Cypriot administration voiced its disappointment a couple of days before the start of the ferry service, after its protests to Damascus against such a move went unheeded. In the very beginning the Greek Cypriot administration started diplomatic contacts at a dip-lomatic agent level, but the Syrian high-ranking diplomat in Nicosia never gave a clear response as to whether they would give permission to the regular boat tours or not.
The next stage was to establish a contact in the level of foreign ministers, and Mrs. Erato Kozakou-Marcoullis, the minister of foreign affairs of the Greek Cypriot administration, tried very hard to reach her counterpart in Syria by phone, but without success. Then she flew to New York to meet him there at the UN General Assembly and finally managed to have a diplomatic talk on this very important KKTC ferry issue. The Syrian minister of foreign affairs kindly put off the case. Still determined, Kozakou-Marcoullis insisted on a meeting and requested confirmation for an official visit to Syria. This was also not successful.
Then the Greek Cypriot administration decided to send Dr Vassos Lyssarides, the honorary president of the socialist Greek Cypriot party, the Movement of Social Democrats (EDEK), for an inducement mission to Damascus. Although he has not yet received an official invitation, he probably will still go there as a tourist today.
While Greek Cypriot operations were going astray in Syria, Arch-bishop of the Greek Orthodox Church Chrysostomos II, in his visit to Georgia to join the celebrations for the 30th anniversary of Georgian Patriarch Elias’s assumption of duties, was ordered by Greek Cypriot leader Tassos Papadopoulos to discuss the case with his counterparts and exert pressure together on the Georgian government to take the necessary steps to stop the Turkish Cypriot ferry from bearing the Georgian flag. The Maritime Transport Department of Georgia imme-diately sent a warning to the owners of the vessel, threatening deletion from the registry if they ever sail again from a port declared as closed by the Greek Cypriot administration in September 1974.
The Greek Cypriots also complained about the case to the En-largement Commission of the EU with the hope of getting support from them, just as they did with the Azerbaijan direct flight from Ercan Air-port KKTC to Heydar Aliyev International Airport in Baku two years ago; they managed to stop the flights after threatening the Azerbaijan government by vetoing all of their talks and benefits from the EU, which was shameful diplomatic blackmail.
The unexpected happened, and the Greek Cypriot administration had a head-on collision with the EU Enlargement Commission. The commission simply refused to back up their claim and replied in a very clear manner that the commission’s understanding is that there is no prohibition under general international law to enter and leave seaports in northern Cyprus, and their declaration of a “closed port” is a unila-teral decision binding only the Greek Cypriot administration. The commission also refused to intervene with the authorities of the Syrian Arab Republic in this matter.
After this incident, no one could ever say that the Greek Cypriot administration is not imposing isolation on the Turkish Cypriots or that there are no embargoes on them. They are shamefully trying all possible means to strangle the Turkish Cypriots in the hope that they will accept the Greek Cypriot yoke one day, which is a rose-colored dream for Greek Cypriots and a nightmare for Turkish Cypriots.
Amerika Birleşik Devletlerinin son 120 yıldaki harekât, müdahale, askeri operasyon, işgal ve savaş karnesi bilineni ile üç-beş tane değil, tamı tamına 90 tane. Bunların birincisi 1890’daki Arjantin harekâtı, sonuncusu da 2003’deki Irak’ın işgali.
ABD’nin kendi ülke sınırları içinde yaklaşık 970 askeri üssü bunlara ilaveten de 130 ülkede yaklaşık 700 askeri üssü bulunmaktadır. Denizlerdeki ve havadaki askeri üstünlük ise kesinlikle ABD’nin elindedir. Uzaydaki gücünün ne durumda olduğunu yazmama gerek bile yok.
ABD, tüm askeri harekâtlarının harcamalarını, karşı taraftan tahsil etmek başarısını göstermiş, cebinden bir tek kuruş ödememiştir. Son körfez harekâtında yaptığı tüm harcamaları Suudi Arabistan, Kuveyt gibi ülkelerden nakit olarak almış, bizler de varil başına 25 dolardan 82 dolara fırlayan petrol fiyatları ile bu ülkelere, Amerika’ya ödedikleri savaş ücretini hep beraber elbirliği ile ödemiş bulunmaktayız.
Sıra şimdi geldi Kuzey Irak’a.
PKK’nın gittikçe artan ve adeta Türkiye’yi Kuzey Irak’a girmeye zorlayan girişimleri pek boşuna değil. Amaç, Kudüs ile eşdeğer tutulan Urfa ve çevresinin Türkiye’den koparılıp kuzey Irak’taki Kürt bölgesi ile birleştirilerek bağımsız bir Kürt devleti kurmak. Yazılanlar ve çizilenler, ABD’nin ve İsrail’in uzun vadeli hesaplarının aynen böyle olduğunu ortaya koyuyor.
ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarının dergilerinde ve önde gelen gazetelerinin köşe yazılarında yer alan iddialara göre Amerikanın Kuzey Irak’a olan ilgisinin Yahudi Lobisinden kaynaklandığının ve bunun da tek nedeninin “Babil’in Kayıp Çocukları”nın Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtler olduğu, yani İsrail’in kayıp olan kolunun Kuzey Irak’lı Kürtler olduğu inancıdır. Yapılan 1847 denekli küçük çapta bir Y kromozomu üzerindeki DNA testi, Kürtlerin ve Yahudilerin binlerce yıl öncesinden ortak babadan geldiklerini ortaya koymuştur.
Avrupa Parlamentosu Kültür Komisyonun Kürtler Hakkında yaptığı araştırmasında, Kürtlerinin gerçek dinin “Musevilik Olduğu”nun yazması, bu inancı iyice pekiştirmektedir.
Açıklanan belgelere göre bu gün yaklaşık olarak İsrail’de 200,000, Irak’ta da 400,000 “Kürt Yahudi” yaşamaktadır. İsrail’de yaşayan Kürt Yahudi’lerinin büyük bir bölümü, MOSSAD’ın 1950’li yıllarda düzenlediği “Ezra ve Nehemya Operasyonu” ile İsrail’e getirilmişlerdir.
Halen İsrail devlet yapısı içinde bu gruba mensup çok sayıda üst düzey kişi bulunmaktadır. Netanyahu’nun Başbakanlığı döneminde, 1996-1999 yılları arasında İsrail Savunma Bakanlığı görevinde bulunan emekli general “Yitzhak Mordechai”, Irak kökenli bir Kürt Yahudi’sidir.
Irak’ın Geçici Dönem İdari Yasası’nın, “çifte pasaportlu” Irak’lılara geri dönüş hakkını tanımasıyla, 50 yıl önce terk ettikleri Kuzey Irak’a geri dönen Kürt Yahudi’ler, peşmergelerin silahlı gücü ve yüksek para karşılığı Kerkük’ten toprak almaya başlamaları, dünya Yahudi’lerinin 1897’den başlayarak geliştirdikleri bir plan çerçevesinde Filistin’den parayla toprak satın almalarına çok benzemektedir.
1996 yılında CIA’in Kuzey Irak’taki işbirlikçilerine karşı Saddam’ın Kuzey Irak’ta yaptığı süpürme harekâtı sırasında 2,000 civarında Kürt Yahudi ailesi Türkiye sınırına kaçmış, ardından Amerikan operasyonu ile Guam’a oradan da Amerika’ya nakledilmişlerdir. Bu nakil kamuoyuna iyi bir aldatmaca ile peşmergelerin kaçışı olarak yansıtılmıştır.
Amerika, misafirlerini sıkı bir eğitime tabi tutmuş, Kuzey Irakta kurulacak bir devletin içerisindeki Amerikan yapılanmasının nüveleri olacak şekilde yetiştirmiş, ardından da koşullar oluşunca Kuzey Irak’a aileleri ile birlikte geri yollamıştır.
Bugün İsrail’in Kuzey Irak’la göbek bağını sağlayan Kürt Yahudi soydaşları, CIA’in Kuzey Irak’ta rahatlıkla operasyon yapmasını sağlayan kolunu oluşturmaktadır. Söz konusu grup, CIA personeli olarak, Barzani tarafından korunup kollanmaktadır.
Barzani aşiretinde birçok Kürt Yahudi’si bulunmaktadır. Barzani aşireti, çok sayıda “ünlü haham” çıkaracak kadar dindar bir Yahudi kimliğini içermektedir. Barzani’nin sağ kolu olan Evair Barzani, İsrail pasaportlu bir Kürt Yahudi’sidir.
ABD ve İsrail’in Kuzey Irak’a olan ilgisinin bir diğer gerekçesi de, Orta Doğu’da gittikçe azalan su ve artık sadece 40 yıl ömrü kaldığı söylenen petroldür.
İsrail’in hem suya hem petrole, ABD’nin de sadece petrole olan gereksinimi çok büyüktür. ABD’nin petrole dayalı sanayisinin sadece Ağustos ayında gerçekleştirdiği ihracatı, Türkiye’nin dalya demiş 10 aylık ihracatından %35 daha fazladır. Amerika’nın izlediği Orta Doğu politikasının Made-in-Israel olmasa bile, Made-for-Israel (İsrail için yapılmış) olduğu artık iyice ortaya çıkmıştır.
Kuzey Irak’ta hali hazırda mevcut “de facto” Kürt siyasi oluşumunun bağımsız bir devlete dönüşmesi çok büyük bir olasılıktır. Zaten ABD ve İsrail bunun için uğraşmaktadır. Türkiye, Iran ve Suriye’nin güvenliklerini tehdit edecek böyle bir gelişme İsrail’in elde edeceği en büyük kazanç olacak ve Kuzey Irak’ta kurulacak ve doğal olarak bütün komşularıyla problemli bağımsız bir Kürt devleti İsrail’in en önemli sıçrama taşı ve enerji kaynağı olacaktır. Zaten halihazırda, Kürt Yahudiler, Kuzey Irak’taki Yönetimin köşe taşlarını ele geçirmiş durumdadırlar.
Terör örgütü PKK’nın İran kanadı olan PJAK ise, İran yönetimine karşı mücadele etmesi için ABD tarafından para ve silah yardımı ile desteklenmektedir. Washington’daki şahinler ekibi, İran’ın istikrarsızlaştırılması için PJAK’a aktif olarak arka çıkmakta, organizasyonu da bölgedeki özel güvenlik şirketlerine yaptırmaktadırlar.
Amerika ve İsrail’in en büyük çekincelerinden bir tanesi de İran’dır. Elindeki nükleer tesisleri, nükleer bomba yapımı için kullanabilmenin son aşamasında olan İran, uzun menzilli nükleer başlık taşıyan füzeleri ile de İsrail için çok büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bir tek nükleer füzesi ile İsrail’i haritadan silebilir. ABD, söylenenlere göre 2008’in ilkbaharında veya yaz başında İran’a askeri bir harekât yapmayı planlamaktadır. ABD ve İsrail’in, Kuzey Irak ile ilgili son adımı atmadan önce İran’ı da pasifize etmek istedikleri çok açık.
Türkiye şu anda çok kritik bir aşamada ve tam olarak iki derede bir arada kalmış durumda. Provokasyonlara kapılmadan, akli selim ile hareket etmek zorunda.
Turkish people are quite sensitive and touchy about certain sig-nificant concepts, like military and militarism, Islam and Islamic prac-tices, religious laws, laicism, the Armenian issue and Turks killed by Armenians during World War I, family relations, martyrs and national dignity.
During the past few days, incidents have hit a number of these nerves as if to indicate planning, rather than mere coincidence. Terror-ists from the Kurdistan Workers’ Party (PKK) ambushed Turkish troops in the Gabar Mountains and ruthlessly executed 15 wounded soldiers at point blank range. This attack engulfed the Turkish people in deep sorrow, as other attacks in the past have done. It has prompted the government to send a decree to the Turkish Parliament, perhaps as early as next week, right after the country’s religious holiday, authorizing the military to send troops to northern Iraq. The govern-ment is aware of the anger and sorrow that this inhuman attack caused and it is now under significant pressure to take action.
International relations and diplomacy wizard and former US Am-bassador to Turkey Morton Abramowitz, in his article titled “Cyprus Sabotage,” together with Dr. Henri J. Barkey of Lehigh University, has drawn an advisory picture for Turkey.
In this article, Abramowitz criticizes the attitude of the EU towards Turkey and Turkish Cypriots and the pressures exerted by the EU on Turkey to open up seaports and airports to Greek Cypriot-flagged vessels and planes, irrespective of previous guarantees of direct trade, financial aid and Green Line regulation, which have not yet been fulfilled due to the blockades of Greek Cypriots. Abramowitz also points out the weakness of the EU to exert pressure and intrude on the realistic amendments in the Annan plan to the Greek Cypriots.
The “what-to-do” list drawn up by Abramowitz is as follows:
Turkey should not open the air and sea ports to Greek Cypriot vessels and planes unless the embargoes imposed on the Turkish Cy-priots are lifted completely.
In the event the Greek Cypriots aren’t immediately interested in a sustainable solution to the Cyprus issue, Turkey should boost the Turkish Cypriot economy and start official contacts with Islamic coun-tries and other allies for diplomatic recognition of the Turkish Republic of Northern Cyprus (KKTC).
Last Wednesday night the US House of Representatives Commit-tee on Foreign Affairs passed a resolution in support of Armenian alle-gations of genocide at the hands of the Ottoman Empire, with 27 votes in favor and 21 opposed.
Of course, the results of this vote and the topic of the resolution multiplied the anger and hatred in the hearts of the Turkish people towards the US and its ally — the Kurdish administration in northern Iraq — which is perceived as giving full support to PKK terrorists in the northern territories of Iraq
Turkey’s relations with the United States have become increa-singly strained lately. This is primarily due to the US invasion of Iraq, US-Kurdish policy, American military equipment that has ended up in the hands of PKK terrorists, and this recent resolution backing Arme-nian allegations of genocide that is making its way through the US Congress.
These factors will push Turkey towards an invasion of the Kurdish area in northern Iraq. It is probable that a bloody fight will take place and that thousands of innocent civilians will lose their lives.
It is more likely that at the end of this scenario, that situation in northern Cyprus will be placed on one of side of a scale with the situa-tion in northern Iraq on the other. Turkey will be squeezed into a corner and forced to decide which issue is a higher priority