Türkiye’nin Garantörlüğünü tartışmak

Türkiye’nin Garantörlüğünü tartışmak

Kıbrıs Rum ve Türk Liderleri arasında yapılan görüşmede varılan anlaşma uyarınca kurulması üzerinde mutabakata varılan Çalışma Grupları ve Teknik Komitelerin hangileri olacağı 26 Mart tarihinde liderlerin temsilcileri tarafından tespit edilerek açıklandı.


Özellikle çalışma grupları tespit edilirken, Rum tarafının 3 Cumhurbaşkanı eskitmiş gademici Dış İşleri Bakanı Yorgos Yakovou tarafından kurulan tuzağa düşüldüğü apaçık ortada.


Tam bir laf ebesi ve deneyimli bir diplomat olan Yakovou, kelimelerin arkasına saklanarak bu kısacık zaman dilimi içinde iki tanede politik tuzak kurmuş komiteler oluşturulurken.


Şu anda tuzakların her ikisi de saat gibi çalışıyor.


Bunlardan birincisi, Rumların insancıl konuları kapsayan ve Kıbrıs Rum Yönetimi ile KKTC hükümetinin işbirliği yapmasına kapı açacak olan Teknik Komitelerin çalışması ile ilgili.


İşbirliği yapmak demek, her iki yönetimin birbirlerinin eşit düzeyde olduklarını kabul ettikleri manasındadır. Kıbrıs Rum Yönetiminin böylesi bir olguyu kabul etmesi olanaksız.


Rumlar 1878 yılından beridir, bırakın Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlarla eşit düzeyde olduklarını, adada varlıklarını sürdüren bir halk olduklarını bile kabul etmediler.


Rum hükümeti, gündelik konularda anlaşmaya varılacak konuların derhal uygulamaya konulmasının, KKTC’nin tanınmışlık düzeyinin kendi seviyelerine çıkmasına yol açabileceği korkusu ile Teknik Komitelerin çalışmalarını sabote edecek. Komiteler harıl harıl çalışıyor gözükecek ama üzerinde mutabakata varılacak hiç bir konu olmayacaktır. Türklerden gelecek olan her tür işbirliği önerisini de usulüne uygun olarak reddedilecektir.


Rumların asıl hedefi, Teknik Komiteleri çalışıyor gibi göstermek ve Çalışma Grupları içindeki Kıbrıs Sorununun esasını teşkil eden “Yönetim ve güç paylaşımı”,  “AB konuları”,  “Güvenlik ve Garantiler”,  “Toprak”,  “Mülkiyet” ve “Ekonomik koşullar” konularında taviz kopararak, sorunun çözümünü “Üniter Devlet” yapısı içinde çekmek olacaktır.


Bu nedenle de Gambari süreci içinde yer alan Teknik Komitelerin yanına sonradan Çalışma Gruplarını da sokuşturarak Kıbrıs konusunun esasını teşkil eden konuları, son sözü söylemek yetkisi olmayan teknik elemanların tartışmasına açtılar.  Bizde bu tuzağın içine “Herşeyi görüşürüz” iddiası ile balıklama düştük. 


İkinci tuzağın içine ise, Çalışma Grupları içindeki “Güvenlik ve Garantiler” başlıklı komitenin kurulmasını kabul etmekle düşüldü. Bu gerçekten büyük bir tuzak ve maalesef gözü kapalı bu tuzağın da içine düştük.


Daha başından bu komitenin kurulmasını, “Türkiye’nin Garantörlüğü kırmızı çizgimizdir, bu konuyu görüşmeyiz” diyerek reddetmek gerekiyordu aynen 1977’de BM genel Sekreteri Kurt Waldheim’in gözetiminde yapılan Denktaş-Makarios Doruk Antlaşmasında daha masaya oturulmadan peşinen Makarios’a kabul ettirildiği gibi.


Rumların hedefini ve Türkiye’nin garantörlüğü ortadan kaldırmak için masaya hangi belgeyi koyacaklarını ben şimdiden söyleyebilirim. Türklerin bunu kabul etmemesi durumunda da suçu hemen ve derhal Türklerin üzerine atacaklar ve “Türkler Uyuşmazdır Çalışma Gruplarını çalıştırmıyorlar” diye de yaygarayı koparacaklardır.


Rumlar yıllardır bu anı, yani Türkiye’nin Garantörlüğü konusunu tartışabilmeyi beklediler ve altın bir tepside biz bu olanağı Rumlara sunduk.
 
Rumlar yıllardır, Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtını 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, Ek 1, Garanti Antlaşması, Madde 4’ün Türkiye’ye verdiği “Garantörlük” yetkisinden çıkarıp, BM Bildirgesi temelinde, özellikle Madde 2(4)’e göre, kişisel veya kolektif olarak nefis müdafaası durumu dışında (Madde 51), bir devletin öteki devlete karşı zor kullanmasını yasaklaması içine sokmak gayreti içindeler.


Rumlara göre BM Güvenlik Konseyi böyle bir yetkiyi Türkiye’ye vermemiştir ve Türkiye’nin garantörlüğü de 1960 Kıbrıs Anayasasının ilgili maddesi uyarınca askeri bir müdahaleyi kapsamamaktadır.


İşte Rumlar bu iddiayı daha ilk günden masanın üzerine koyacaklar ve Türkiye’nin 1960 Kıbrıs Anayasasının ilgili maddesi uyarınca elinde tuttuğu garantörlüğünün askeri bir müdahaleyi kapsamadığını bu nedenle de garantörün AB olması gerektiğini kabul ettirmeye çalışacaklardır. Hayır dediğimiz anda da “uyuşmaz taraf” damgasını yiyeceğiz.


Bu savın babası ABAD’dan ekonomik ambargo kararının çıkmasının mimarı, AİHM’deki mülk davalarının mucidi ve şimdiki Hristofyas hükümetinde Adalet ve Kamu Düzeni Bakanı olan Kipros Hrisostomidis’dir. (bakınız “KIBRIS-ÖNÜMÜZDEKİ YOL, [Cyprus-The way forward] sayfa 63, K. Chrysostomides) 
 
Kıbrıs Türk tarafı Teknik Komitelerin çalışmasını bir an evvel sonlandırarak, Kıbrıs Rum Yönetimi ile eşit düzeyde işbirliği yapmayı hedeflerken Rumlar da Çalışma Grupları içindeki konuları bir an önce sonlandırarak adanın tümüne el koymayı hedeflemekte.


İki tarafta da ortak nokta şimdilik yok.


Komitelerde görev yapanların ve adada ortak bir devlet kurulmasını bekleyenlerin işi zor.

30 Mart 2008
Türkiye’nin Garantörlüğünü tartışmak için yorumlar kapalı
Okunma 46
bosluk

Lokmacının Perde Arkası Gerçekleri

Lokmacının Perde Arkası Gerçekleri

Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadaki varlığı uluslararası antlaşmalara tam olarak uygun. TSK, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, Ek 1, Garanti Antlaşması, Madde 4’ün kendisine verdiği yetki ile adada bulunuyor.


Adaya ne için geldiği, ne kadar kalacağı ve geri dönmek için de neyi beklediği apaçık belli. Madde 4, bu soruların yanıtını açık ve net olarak veriyor. 


Bu süreyi belirlemek ne Hristofyas’a, ne Bakoyanni’ye ne Markulli’ye, ne de AB’nin herhangi bir yetkilisine kalmış.


Ağzı olan konuşur örneği, ne vakit adada görüşmeler başlayacak gibi olsa veya liderler görüşmeye başlasalar, hemen bahar havasının estiğinden bahsederler ve bu havanın devam etmesi için de Türkiye biraz asker çeksin de bahar devam etsin derler.


Bu tür lafların elle tutulabilir hiçbir doğru yanı yok. Ne hukuka uygun ne de bilimselliğe.


Kişilerin isteklerine göre gerçekleştirilmesine olanak olmayan kafadan atma bir öneri sadece.    


Böylesi lafları duyduğumda sadece gülerim ve bunu söyleyen kişi hakkında görüşlerim değişir. Artık bu kişinin sözlerini pek dikkate almam, Kıbrıs konusunu gerektiği kadar bilmediği için.  


Türkiye Cumhuriyeti Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın adayı ziyareti ise asla Rumların yaymak istedikleri gibi “Yasa dışı” değil.


Hristofyas, bu ziyaretin yasadışı olmadığını ve uluslararası antlaşmalara göre yasal bir ziyaret olduğunu çok iyi biliyor ama Rum halkına söylemekte işine gelmiyor.
  
22 Mart’ta, Yunan Deniz Kuvvetleri Komutanı Georgios Karamalikis’in maiyeti ile birlikte Rum tarafında gelmesi ve 2 gün kalarak 24’ünde ayrılması acaba ne kadar yasaldır. KKTC Cumhurbaşkanı Talat bu konuda “Üzüntülerini” dile mi getirdi de Hristofyas, Genel Kurmay Başkanımızın adayı ziyaret etmesinden üzüntü duydu.


Ben bu güne kadar Rum Cumhurbaşkanlarından, Yunanistan Genel Kurmay Başkanlarının adaya gelmeleri nedeni ile üzüntü duyduklarını hiç duymadım.


Bir kez hariç.


Makarios, 15 Temmuz darbesinde canını kurtarıp adadan kaçtıktan sonra 17 Temmuz günü BM genel Kurulunda yaptığı konuşmada, Yunanistan’ın adayı işgal ettiğini dile getirmiş ve sözlerine “Yanıtımda, olaylar geliştikçe, Türkiye’den gelecek  olan tehlikenin Yunanistan’dan gelecek olandan daha az olacağı  düşüncesinde olduğumu söyledim.” cümlesi ile devam etmişti.


Adada bir işgal sorunu varsa bunun Yunanistan tarafından gerçekleştirildiğini bizzat Etnarh, yani “Milli ve Dini Şef” Makarios, BM Genel Kurulunda kendisi söylemişti.  


Ama Rumlarda düzenbazlığın ve yalanın bini bir para. Hala daha adanın 1974’de bölündüğünü söylüyorlar. Maden ada 1974’de bölünmüştü, Ledra’daki 1963 sınırları nereden çıktı da Türkler 1963 sınırlarına geri çekilsin diyorlar.


Aynı görüşüm Türkiye’nin Garantörlüğü konusunda laf üretenler için de geçerlidir.


Türkiye’nin Kıbrıs adası üzerindeki hakları Lozan Antlaşması Madde 16’da açık olarak tanımlanmıştır. Garantörlüğü ise 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, Ek 1, Garanti Antlaşması, Madde 2’den kaynaklanmaktadır.  Her ikisi de uluslararası antlaşmalardır.


Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılması hakkında konuşmak sadece eski deyim ile “Abes ile iştigaldir”, yani boşuna zaman harcamadır.


Yunanistan Dışişleri Bakanı Bayan Dora Bakoyanni’nin Türkiye’nin Garantörlüğüne gerek olmadığını ve Kıbrıs’ın, içinde Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rum Yönetiminin de yer aldığı Avrupa Birliğinin Garantisi altına girmesinin daha doğru olacağını söylemesi ise tam bir art niyetli davranış.


Bu talebin ciğerin garantisinin kediye verilmesinden pek bir farkı yok.


Zaten Türkiye’nin garantörlüğünü tartışmak ne Bakoyanni’nin ne de AB’nin yetkisinde. Her ikisinin de bu konuda karar vermek yetkisi yok.


Güvenlik Kuvvetlerimizin, Lokmacı barikatının açılması konusunda haklarından vazgeçmeyerek ve taviz vermeden, dimdik ve ısrarlı bir duruş sergilemesi, Rum Yönetiminin aniden 45 yıldır kapalı olan gözlerinin açılmasına ve gerçekleri görmesine yol açmış anlaşılan.


Rum Yönetimi ve adamızın gademici turistleri UNFICYP, yani BM’nin Kıbrıs’a özel askeri gücü, Ledra yolundaki Türk egemenlik bölgesinin, Lokmacı barikatından değil Kykkos sokağından başladığını, RMMO’nun muhatabının TSK değil Güvenlik Kuvvetlerimiz olduğunu, ara bölgedeki tamiratın kimler tarafından yapılacağına Kıbrıs Türk makamlarının veya Lefkoşa Türk Belediyesinin karar vereceğini, geçişlerde GKK askerlerinin nerede ve ne kadar uzakta duracağının GKK’lığının yetkisinde olduğunu ve bölgedeki mayınların ancak GKK izni ile temizlenebileceğini iyice anlamış gözüküyorlar.


Tabii, Hristofyas’ın bu davranışı bir hinoğlu hinlik değilse ve de Ledra yolu barikatı açıldıktan sonra “Ben adada barış istiyorum. Ledra bölgesinde tavizler verdim ve kapı açıldı. Şimdi Türkiye de buna karşılık vermeli ve limanlarını Kıbrıs Rum uçak ve gemilerini açmalı, biraz da asker çekmeli” türküsünü söylemeye ve AB’deki dostlarına da söyletmeye başlamazsa, belki adada barış görüşmeleri kopmadan devam edebilir.


Yıllardır aksamadan devam eden Rum politikasının ve davranışının değişeceğini pek düşünmüyorum ve bu türküyü de daha şimdiden duyar gibiyim.

26 Mart 2008
Lokmacının Perde Arkası Gerçekleri için yorumlar kapalı
Okunma 37
bosluk

İlk Anlaşmazlık Ledra’da

İlk Anlaşmazlık Ledra’da

Ledra Sokağı diğer ismi ile de Uzun Yol sonundaki Lokmacı barikatının açılması ile ilgili estirilen barış rüzgârları ve antlaşma havası biraz sahte kokuyor.


Sahteden de öteye, kapının açılışı Türklerin aleyhine olacak şekilde bir oldu bittiye getirilmek isteniyor.


Lokmacı Barikatının açılması olayı, perde arkasında Türkiye’ye baskı şekline ve taviz koparmanın başlangıcına dönüştürülmek isteniyor. 


Bir taraftan Hristofyas, Talat’a Türkiye’den kopmasını telkin ediyor. Ayrıca da cesaret göstermesi ve cesur adımlar atması gerektiğini, kendisinin de bu onurlu savaşta yanında taş gibi duracağını ve destek vermek için de Kıbrıs içinde ve dışında elinden gelen her şeyi yapacağını söylüyor.


Diğer taraftan da Lefkoşa Rum Belediyesi, Lokmacı geçidinin açılacağı güne, “Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini sembolize eden kutlama boyutu katacağını” açıklayarak olayı Kıbrıs dışına taşırmaya çalışıyor.


Arkasından da Rum Basını, AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn’in, geçidin açılması kararını kutladığını, yeni geçit üzerinden Lokmacı’dan yaya olarak geçeceği anın beklentisi içerisinde olduğunu ve BM Genel Sekreter Yardımcısı Lynn Pascoe’nin ada’da olacağı zamana denk gelmesi için de Lokmacı’nın 31 Mart pazartesi günü açılacağını duyuruyor. 


Üstelik bir de Talat-Hristofyas görüşmesi sırasında Ledra bölgesindeki ara bölgenin sınırlarının nereye kadar olduğu konusunda anlaşmaya varılamadığı için de iki liderin Lokmacı’daki ara bölgenin denetiminin UNFICYP tarafından yapılmasını kararlaştırdıklarını ortalığa yayıyorlar.


Rumlarda yalanın bini bir para. Tam bir organize tezgâh ve baskı yaratma taktiği.


Ortada ne fol var nede yumurta.


Amaç Türk tarafını oyun bozan durumuna sokmak ve uluslararası baskı yaratarak bölgenin denetimini elimizden alarak UNFICYP’e devretmek.


Buna politik üçkâğıt deniyor.


Ama gerçek hiçte böyle değil.


21 Mart zirvesinde varılan mutabakatın içindeki “Teknik Hazırlıklar”, geçit alt yapısının kullanılabilir hale getirilmesini, Siyasi hazırlıkları ve Güvenliğin sağlanmasını kapsıyor.


Ama bu mutabakatın içinde “Egemenliğin Devri” yok. Hem de hiç yok. Hiç yer almadı bile.


Kim bölgedeki egemenlik UNFICYP’e devredilecek diyorsa bilin ki, Türkiye, Türk Silahlı Kuvvetleri ve KKTC Hükümeti üzerinde uluslararası baskı yaratmak çabası ile yalan söylemektedir.


Bundan hiç şüpheniz olmasın.


Öncelikle ortada bir mütekabiliyet (eşit düzeylilik) konusu var. Yani Rum ne derse ve ne isterse o olacak diye bir kural da yok.


Türk nöbetçi kulübelerinin çekilip çekilmeyeceğini ve çekilecekse de nereye çekileceğine, Türkler karar verecek, Rumlar veya UNFICYP değil.


Aynı şekilde Rumların “Asker gözükmesin” istekleri de sadece kendilerini bağlar. Onlar isterse askerlerini gözle görülmeyecek bir yere çekebilirler. Ama Türk askerinin çekilip çekilmeyeceğine, çekilecekse nereye çekileceğine ve orasının da gözle görülebilen bir yer olup olmayacağına Türkler karar verir.


Zaten bir kapının açılması için böylesi mantıksız bir koşul da olamaz. Diğer kapılar nasıl ve hangi koşullarda açıldıysa, Ledra kapısı da öyle açılacak.


Ara bölge, Türklerin kontrolünde olduğu için mayın araması ve imhası da Türklerin yetkisindedir ve bunu hiçbir zaman ve koşulda da UNFICYP yapamaz. Yaparsa bunun adı “Egemenlik devri”dir ki, Rumlar bunu sadece rüyalarında görebilirler.


Mütekabiliyet esasına göre, Türk egemenliğindeki ara bölgede, geçidin alt yapısının tamirini sadece Türkler yapabilir. AB para veriyor diye ihalelerin Rum tarafında açılması ve ihaleyi kazanan Rum müteahhidin Türk egemen bölgesinde tamirat yapması ise, adı “Barış” ile başlayan bir başka tuzaktır. Buna, Türkleri adam yerine koymamak da diyebilirsiniz.


Ne kadar politik tuzak kurulursa kurulsun Rumların, söz konusu hattın kuzeyinde hiçbir sözü ve isteği geçmemektedir ve geçmeyecektir de. Herkes haddini bilmelidir. Bilmediği vakit kafasını Lokmacıdaki duvara çarpar.


Lokmacı ayın 31’inde açılacak ama hangi ayın otuz birinde açılacağını söylemek şimdilik zor. Zaten 21’indeki toplantıda mutabakat çıktı ve Ledra kapısının açılması konusu da önemini iyice kaybetti.

23 Mart 2008
İlk Anlaşmazlık Ledra’da için yorumlar kapalı
Okunma 48
bosluk

Hristofyas’ın Barış Oyunu

Hristofyas’ın Barış Oyunu

Daha görüşmeler başlamadan, Hristofyas elindeki tüm siyasi gücü ve tanınmış devlet olma avantajını yarın yapılacak toplantıdan zaferle çıkmak için seferber etmeye başladı.
 
Tüm çabası, Kıbrıs’a “Barış” getirmek olan bu toplantıların zeminini, kendi istediği temellerin üzerine oturtabilmek.


Hedefi ise, Kıbrıs Türk halkını, 4 Mart 1964 tarihinde BM Konseyi kararı ile meşruluk kazanmış Kıbrıs Rum Cumhuriyeti adlı “Üniter Rum Devleti” içine azınlık olarak çekmek ve adanın tümüne sahip olmak.


Bu amaç doğrultusunda Yunan Hükümeti ile birlikte ve eşzamanlı olarak çevirdikleri dolabın bini bir para.


“Bayram değil, seyran değil, eniştem niye öptü beni” misali, dün Yunanistan Dış İşleri Bakanı Dora Bakoyanni’nin tam da beklentisi çok yüksek olan Kıbrıs Türk ve Rum liderleri  toplantısından bir gün evvel, Ankara ve Londra’ya mesaj göndermesi ve “Kıbrıs’ın Garantör devletlere gereksinimi yoktur. En güvenli ve büyük garantör Avrupa Birliğidir” demesi hiçte tesadüf değildir.


Hristofyas ve Bakoyanni oyunu kuralına göre oynuyorlar.


İstedikleri Türkiye’yi tamamen devre dışı bırakmak ve Kıbrıs adası ile ilgili tüm haklarını elinden almak. Türkiye’nin Lozan antlaşmasının 16.cı maddesinden kökenlenen Kıbrıs adası üzerindeki söz sahipliliği ile 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası Ek I. Garantiler Antlaşması Madde 4’e göre elinde tuttuğu müdahale hakkını yok etmek, Garantör devlet statüsünden de çıkarıp atmak.   


Sonra da güle oynaya adaya el koymak.


Oyunu kuralına göre ve büyük oynuyorlar.


Daha maç başlamadı ama Hristofyas dün AB üyesi 26 ülke liderine birer mektup göndererek AB üyesi liderlerin kendisine destek vermeleri için bir girişim başlattı. Amacı maça 27-0 başlamak. Mektubunun gerekçesini de, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’la Cuma günü yapacağı görüşmede içinde hareket edeceği çerçeveyle ilgili bilgi vermek olarak açıkladı ama yalan söylediği ve hedef şaşırttığı da bir gerçek.
 
Mektubunda, iki bölgeli, iki toplumlu federasyonla ilgili 1977-79 Doruk Anlaşmaları’na sadık kalacağını ve çözümün, uluslar arası hukukla uygulanabilir olacağına ilişkin, 8 Temmuz anlaşması ile BM kararlarına bağlılığını belirttiğini iddia ediyor ama bu gerekçesi de sahte ve paravan görevi görüyor.


İkincil hedefi, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Hristofyas haricindeki bütün AB liderlerine gönderdiği mektuba yanıt vermek ve o mektubun etkilerini en aza indirmek.


Birincil hedefi ise Kıbrıs konusunda kendisinin, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ile aynı seviyede olduğunu bilinçaltına işlemek ve muhatabının KKTC Cumhurbaşkanı M. A. Talat yerine T.C. Başbakanı Erdoğan olduğunu kafalara yerleştirmek.


Oyun ince. İnce olduğu kadar da iyi düşünülmüş ve teferruatlı.


Bakoyanni bir taraftan Türkiye’yi saf dışı bırakmaya çalışırken, diğer taraftan da Hristofyas, BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin Güney Kıbrıs’taki büyükelçileriyle görüşerek kayıtsız koşulsuz desteklerini istedi.


Hristofyas ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin büyükelçilerine, Kıbrıs sorunundaki taleplerini ve bundan sonraki adımlara bakış açısıyla ilgili düşüncelerini aktararak Mehmet Ali Talat’ın olası yeni devletin ‘Partenojenez’liğine ilişkin açıklamalarının kendisini hayal kırıklığına uğrattığını ve Talat’ın konfederal çözüm modeline göndermede bulunmasının ve bu yönde ısrar etmesinin, Kıbrıs sorununun çözümü prosedürünün yeniden başlamasını engelleyeceğini vurgulayarak, daha işin başında Talat’ı uzlaşmaz kişi pozisyonuna soktu.


Üstelik bir de, Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi 5 ülke büyükelçilerinden, Cumhurbaşkanı Talat’la görüştükleri vakit, kendisine “görüşmeye aşırı ve zararlı taleplerden uzak” olarak gelmesi konusunda baskı yapmalarını da talep etti.


Anlaşılan işi şansa bırakmaya hiç niyeti yok.


Hem “Barış havarisi” rolü oynamak istiyor hem de sahaya çıkmadan maçı kazanmayı garantilemenin peşinde. 


Cuma günkü taktiğinin de, Lokmacı barikatı ile ilgili Rum Yönetiminin yıllardır dayatmaya çalıştığı ön koşulları bir kenara iterek, bu günkü mevcut koşullarda yani Türklerden toprak tavizi istemeden kapının açılmasına onay vermek ve masadan “Adada Barış İsteyen Rum Lider” rolünde kalkarak, görüşmelerin ikinci aşamasına BM ile AB’nin desteğini arkasına alarak avantajlı bir şekilde oturmak olması da, büyük bir olasılık.

19 Mart 2008
Hristofyas’ın Barış Oyunu için yorumlar kapalı
Okunma 42
bosluk

Gambari Mutabakatı Ne Kadar Geçerli

Gambari Mutabakatı Ne Kadar Geçerli

Daha görüşmelerin kapısının açılıp açılmayacağı belli bile olmadan 21 Martta Kıbrıs Türk ve Rum liderleri arasında yapılacak görüşme ile ilgili spekülatif haberler havada uçuşmaya başladı.


İşin ilginç yanı, bu haberlerin tümü de Rum siyasileri veya Rum basını kaynaklı.      


Genelde temkinli olarak tanınan ve öyle bilinen DISY Başkanı Anastasiades’i bile bu tezgâhlarına alet ettiler.


Barışçı lider kisvesine bürünen Hristofyas’ın Kıbrıs sorununa nasıl bir çözüm istediği her gün biraz daha berraklaşıyor. 21 Mart yaklaştıkça kafasındakiler daha da belirginleşecek.


Hristofyas, 8 Temmuz Anlaşması’nın hayata geçirilmesini istiyor. Annan Planı’na hayır diyor. Türk askerlerin derhal çekilsin istiyor. Görüşmelerde hakemliğin ve takvimin olmasını kabul etmiyor. İki bölgeli ve iki toplumlu federasyon yolunda görüşmelerin ilerletilmesini istiyor.


Ama “iki bölgeli”liği tanımlarken “biregional” kelimesini kullanıyor. 


Tam bir siyasi üçkağıt.


İngilizcenin arkasına sığınarak güya kendi nihai düşüncesini gözlerden kaçırıyor ve adada barış isteyen Rum Lider pozlarına bürünüyor.


“Biregional” tanımı, sadece üniter devlet yapısında kullanılan bir terimdir ve coğrafi bölgeden ziyade devlet yapılaşması içindeki idari bir bölgeyi tanımlamaktadır.


Zaten daha “Biregional” kelimesini duyar duymaz Hristofyas’ın Federal bir devleti değil, üniter bir devleti istediğini hemen söyleyebilirsiniz.


Hristofyas, “Biregional” kelimesi yerine “Bizonal” kelimesini kullanmış olsaydı, o vakit “Eşit statüde” iki devletten oluşmuş bir Federasyonu kastediyor ve adadaki barışçıl çözümü, Federasyon şeklinde bir yapılanma olarak düşünüyor denilebilirdi.


Ama istediği böylesi bir çözüm değil.
   
Cumhurbaşkanı Talat ise, Annan Planı’nın yeniden gündeme gelmesini, görüşmelerde BM uzmanlarının hakemlik yapmasını, partenojenez kavramı ile Federal yapıda yep yeni bir devletin yaratılmasını, bu yeni devletin eşit statüde iki devletten oluşmasını, Türkiye’nin garantilerinin ve müdahale haklarının devam etmesini, Türk askerlerin adada kalmasını ve Türkiye’den gelerek vatandaşımızı olan kardeşlerimizin de adada kalmasını istiyor.
 
İki liderin arasında, çözüm istediklerini açıklamalarının dışında pek bir ortak nokta yok.


Hristofyas, oyunu kendi sahasında oynamak için ısrarla 8 Temmuz Gambari sürecine sarılıyor ve yıllar içinde Türk ile Rum liderler arasında karşılıklı imzalanmış üç antlaşmadan sonuncusu olduğunu iddia ederek görüşmelerin bu noktadan başlamasında ısrar ediyor.


Rumların bu iddiaları doğru mu?


Ben ne Rumlara, ne de iddialarına güveniyorum.


Kıbrıs’ta iki halk arasında sorunlar 1974’de çıktı diyerek yüzümüze baka baka yalan söyleyen ve buna da halkını inandıran Rum propaganda makinesinin iddialarına inanmak ve ona göre de strateji belirlemek hem olanaksız hem de akıl işi değil.


Uluslararası hukukçuların “Antlaşma” olarak tanımlanacak kriterlere sahip olmadığı şeklinde yorumladıkları “Gambari Süreci”nin, veya adı her ne ise onun, yazıldığı belgenin altında Rumların iddia ettiği gibi Cumhurbaşkanı Talat’ın ve Papadopulos’un imzaları yok.


Kim vardır diyorsa bilin ki yalan söylüyor.  


Hristofyas, kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda bir sonuca gitmek ve oyunu kendi sahasında oynamak için, Kıbrıs Türk ve Rum liderleri tarafından imzalanmış yegane geçerli belge budur ve bu nedenle de görüşmeler buradan başlamalıdır iddiasındadır ve bu iddiasını da büyük bir ısrarla sürdürmektedir.


Bir zahmet bu belgenin kopyasını basına dağıtsa da, ben de yalancı durumuna düşsem.


Bu belgenin altında sadece her iki liderin parafları var ve ilan edilmek istendiği gibi de  imzaları yok. İmza ile parafın manası ve yetkileri birbirinden çok farklı.


Söz konusu belgenin taraflarca sadece “Parafe” edilmesi, yazılanların her iki lider tarafından konuşulduğunu ve kişisel olarak düşüncelerini ortaya koyduklarını göstermektedir. Paraf edilen belge hukuken sadece paraf sahibi kişileri bağlamaktadır. Kişisel bazda olduğu için de Tasos Papadopulos’un seçimleri kaybetmesi nedeni ile bu belge artık geçerliliğini yitirmiş durumdadır.


Yani aynen Hristofyas’ın iddiası ile Annan Planı ne kadar geçersiz ise, Gambari’nin huzurunda konuşulanların taraflarca parafe edildiği bu belge de o kadar geçersizdir.


Bütün bunları ben uydurmadım, uluslararası hukukçulardan edindiğim yorumları dile getirdim.      
   
Galiba Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’da benim gibi düşünüyor ve Annan Planı ile 8 Temmuz süreci arasında bir seçim yapamıyor. Her ikisini de aynı kefeye koyuyor. Bazen her ikisini de “Geçerli Antlaşmalar” kefesine koyup her iki antlaşmayı da geçerli addediyor, bazen de “Geçersiz antlaşmalar” kefesine koyup, her ikisini de “Yok” addediyor. Barosso daha kararını verebilmiş değil. Ben de….

16 Mart 2008
Gambari Mutabakatı Ne Kadar Geçerli için yorumlar kapalı
Okunma 43
bosluk
  • Sayfa 1 ile 2
  • 1
  • 2
  • >
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-amblem kktc-bayrak kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-2 kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar