Rumlar Masada Neyi Tartışacak

Rumlar Masada Neyi Tartışacak

Rumların çözüm pazarlığında nereye kadar gerileyecekleri ve neleri kabul edecekleri yavaş yavaş belli olmaya başladı.
Zaten “Kırmızı çizgilerimiz” diye açıkladıkları “Olmazsa olmazları” gerçekte Rum siyasilerin kafalarındaki çözüm planını ve masada da nereye kadar gerileyebileceklerini veya diğer bir tabirle neleri kabul edeceklerini açıkça ortaya koyuyor.     
Rumları tanıyanlar ve kafa yapılarını bilenler, bunları hemen algılar.


Rum Dışişleri Bakanı Markos Kiprianu’nun 22 Nisan tarihli açıklamasında yer alan  “Yeni devlet Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı olmalı.  Kıbrıs Cumhuriyeti’nin çözümden sonra da devamı ve güvenceleri, Rum tarafının kırmızı çizgileridir, partenojenez fikrini tamamen reddediyoruz” sözleri ile açıklamanın son kısımlarına doğru da BM’nin Annan planını kastederek, “Annan planı bizim için artık yoktur. Birleşmiş Milletler’in bunu yeniden gündeme getirmeye hakkı yoktur, çünkü planın kendisi, toplumlardan biri tarafından reddedilmesi halinde geçerliliğini yitirmesini öngörür. BM, geçmişte yaptığı bazı çalışmalara atıfta bulunmak istiyorsa, bu kendi meselesidir” ile neyi kastettiğini iyice anlamak için, bu sözleri hem Kiprianu’nun kafa yapısı ile, hem de Rum Başkanlık Komiseri ve görüşmeci Yorgos Yakovu’nun Cuma günü yaptığı açıklama ve kafa yapısı ile harmanlayarak yorumlamak gerekiyor.


1960 Limasol doğumlu olan Markos Kiprianu (Markos Kyprianou) ünlü EOKA’cı ve Rumların 2.ci Cumhurbaşkanı Spyros Kipranu’nun oğlu. Atina’da Hukuk okuduktan sonra Cambridge ve Harvard’da Master yaptı. Babasının kurduğu DIKO partisinde, MYK üyeliği yaptı. 1986’da Lefkoşa Belediye Meclis üyesi, 1991, 96 ve 2001’de de Lefkoşa bölgesinden Rum Temsilciler Meclisine seçildi. Maliye Bakanlığı yaptı. Günümüzde Hristofyas kabinesinde Dış İşleri Bakanı. Rum milliyetçisi ve tutucu bir politik görüşe sahip. Kıbrıs’lı Türkleri azınlık olarak algılıyor.


1938 (Mağusa) Alaniçi (Persiteronopigi) doğumlu olan Yorgos Yakovu (Georgios Kyriakou Iacovou) ise bizim taraflı. Evi de İngiliz Mezarlığının karşı tarafındaki yolun içinde yer alan iki katlı taş ev. Dış İşleri Bakanlığı döneminde 3 Cumhurbaşkanı eskitti. 13 yıllık hizmeti ile Rum tarafının en uzun süreli Dış İşleri bakanlığı yapan kişisi Yakovu. 1998 Rum Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKEL’in desteği ile 1.ci turda en yüksek oyu alarak 2.ci tura, kendisinden %1.15 daha az oy alan rakibi Klerides ile girdi ve seçimi kıl payı kaybetti.  Hristofyas ile birlikte, yakın çalıştığı Cumhurbaşkanlarının sayısı 4 oldu. Hristofyas döneminde Dış İşleri Bakanı değil ama Başkanlık Komiseri ve görüşmeci görevinde. Bu görev de neredeyse Dış İşleri Bakanına eşit düzeyde bir konumda. Zaten Papadopulos kabinesinde de AKEL kontenjanından görevine hiç ara vermeden devam etmişti. Politikayı çok iyi bilen, yalanı dolanı olmayan açık sözlü bir politikacı.


Kiprianu, Papadopulos’un görüşlerini yansıtırken, Yakovu, Hristofyas’ın düşüncelerini yansıtıyor. Bu nedenle Kiprianu’nun sözlerini Yakovu’nun sözleri ile harmanlamak gerekiyor. 


Yakovu Cuma günü yaptığı açıklama ile Hristofyas’ın çözüm yolundaki düşüncelerini ortaya koydu ve Kiprianu’nun da yaptığı açıklamayı da 24 saat sonra sıfırladı.

Yakovu, Kiprianu’nun sözlerini çürütmek için, Federasyon tanımına Papadopulos’un yaklaşımı açıkladı ve Cumhurbaşkanı M. A. Talat ile Rum Yönetimi eski Başkanı T. Papadopulos arasında 5 Eylül 2007’de yapılan görüşmenin tutanaklarını ortaya çıkararak, Gambari sürecinin söz konusu 2.ci toplantısında Talat’ın müzakere masasına Annan planından parçalar koyabileceğinin peşinen kabul edildiğini açıkladı.


Yani Yakovu bu davranışı ile “BM’nin Kıbrıs’la ilgili 1963-2003 yılları arasında yaptığı bütün çalışmaları, kararları ve müktesebatı içeren Annan Planı masadadır. Görüşme masasında biz bu planı gerekirse başka bir ad altında tartışacağız ve 1977, 1979 ve 2006 antlaşmalarını içeren, iki toplumlu, iki bölgeli federasyonu konuşacağız” demek istemiştir.


Zaten Yakovu’nun bu görüşünü, Anayasa Uzmanı ve Rum Yönetimi Başkanı Dimitris Hristofyas’ın yakın mesai arkadaşlarından biri olan Tumazos Çelebis, Kıbrıs sorununun çözümü yolunda düşündükleri federasyon sisteminin temel ilkeleri üzerine yaptığı açıklama ile de teyit etti.

Çelebis açıklamasında, GKRY’nin bir süreden beri, halkın iki bölgeli, iki toplumlu federasyon konusunda bilgilendirilmesi için bir seferberlik başlatılması gerektiğini çeşitli vesilelerle dile getirdiğini ve kurulacak federasyonun, Türk ve Rum bölgelerinden her birinin kendi yetki sınırları bulunan, iki bölgeden oluşan sentez bir devlet olduğunun açıklanması gerektiğini vurgulaması, masada tartışılacak konunun ipuçlarını gayet net ve açık olarak vermektedir.


Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Yannis Valinakis’in Cuma günü yayınlanan röportajında,  “Avrupa Birliği’nin, bütün üye ülkeler için en büyük garantör güç olduğunu” söylemesi, “Kıbrıs sorununa bulunacak bir çözümde Rum yönetiminin AB’ye üye olduğunun ciddi şekilde dikkate alınması gerektiğini” vurgulaması ve Ankara’ya hitap ederek “BM Güvenlik Konseyi Başkanı’nın, yeniden birleşmenin iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyona dayanacağını net şekilde ortaya koyduğu son beyanının içeriğine uyması” çağrısında bulunması ise, Rum Yönetiminin ve Yunanistan, masada Annan Planı benzeri Federal yapıda yeni bir devleti görüşmeye hazır olduklarını ortaya koymaktadır.


Görüşmelerde en büyük tartışmaların “Türkiye’nin Garantörlüğü” üzerinde olacağı da artık iyice belli oldu. Geri kalan konular belli ki teferruat olarak algılanıyor ve ikincil önem taşıyor.

27 Nisan 2008
Rumlar Masada Neyi Tartışacak için yorumlar kapalı
Okunma 33
bosluk

Vakıf Malı Kimseye Verilemez

Vakıf Malı Kimseye Verilemez

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), Kıbrıslı Rum Mike Timvios’un KKTC Taşınmaz Mal Komisyonu ile mülk takasına ve tazminata dayalı olarak yaptığı anlaşmayı onaylaması, mülk konusunda yeni bir kapı açtı.
Kapı açılmaya açıldı da, yanlış kapıyı açtılar.


Kıbrıs Türk Federe Meclisi 3 Ağustos 1977 tarihinde 41/1977 numaralı “İskan, Topraklandırma ve Eşdeğer Mal Yasası”nı (İTEM Yasası) oy birliği ile kabul etmişti. Oy verenler arasında bende vardım.
Bu yasaya göre KTFD (15 Kasım 1983’den sonra da KKTC) sınırları içinde “Eşdeğer Mal” kategorisinde taşınmaz mal almak hakkına sahip olabilmek için başvuru sahibinin güney Kıbrıs’ta yani Kıbrıs Rum Yönetimi sınırları içinde bıraktığı taşınmaz malının mülkiyetinden KTFD Devleti adına feragat etmesi koşulu vardı.
Bu maddeye göre de eşdeğer mal alabilmek için her başvuran kişi bir feragat belgesi imzaladı ve güneydeki malının mülkiyetini KTFD (KKTC) devletine devretti. Buna göre de kuzeyde Eşdeğer Mal alan kişilerin güneyde bıraktıkları malların sahibi veya bu malların üzerindeki söz sahibi tüzel kişi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti oldu.


Türkiye aleyhine AİHM’e başvuruda bulunan ancak KKTC Taşınmaz Mal Komisyonu ile anlaşması sonrasında başvurusunu geri çekme talebinde bulunan Kıbrıslı Rum Mike Timvios’un bu talebi ve yaptığı antlaşma AİHM tarafından onaylandı ve KKTC’de bulunan bir Kıbrıslı Rum mülkü ile Güneyde bulunan bir Kıbrıs Türk mülkünün sahipliliği konusunda ilk mülk takasının uygulanması da Pazartesi gününden itibaren resmi olarak  “Kıbrıs Rum Cumhuriyeti”ne bildirildi.


AİHM’nin onayladığı antlaşma metninin ilk bölümü Kıbrıslı Rum Mike Timvios karşısındaki yükümlülükleriyle ilgili ve Türkiye tarafından Kıbrıslı Rum başvuru sahibine bir milyon dolarlık meblağın ödenmesini içeriyor.
İkinci bölüm ise yapılacak takas işleminin Türkiye’nin yetkisi dışında olmasından dolayı takas işlemlerinin Kıbrıs Rum Cumhuriyeti Tapu Dairesindeki kayıtlara göre ve KRC Tapu Dairesi tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtiyor.
Kararın en ilginç kısım ise K.R. Cumhuriyetinin mülk takasını gerçekleştirmeyi reddetmesine de açık kapı bırakmış olması. Yani isterse KRC’nin ilgili makamları “Bu takas işini yapmak istemiyoruz” diyebilir.


Antlaşmanın pazartesi günü AİHM’de onaylanmasından sonra Kıbrıslı Rum Mike Timvios, kağıt üstünde Larnaka’daki 22 dönümlük arazinin yeni sahibi gözüküyor.


Zaten yanlışlıkta bu aşamadan sonra başlayacak.
Osmanlı döneminden kalan ve de halen geçerliliğini koruyan Vakıflar Yasasına (Ahkam-ül Evkaf) göre vakfedilen bir taşınmaz malın sahipliliği, dünyevi olan özel veya tüzel kişiden çıkmakta ve malın sahipliliği ruhani kişiliğe sahip “Allah”a devredilmektedir. Bu nedenle de herhangi bir vakıf malı satılamaz, hibe edilemez veya hediye verilemez. Ancak zaruri, yani kaçınılmaz koşullarda, konumu, değeri ve kira gelirleri itibarı ile eşdeğer olan bir taşınmaz mal ile “Takas” edilebilir.


Buda demektir ki, takastan sonra Timvios’un kuzeyde bıraktığı taşınmaz malın yeni sahibi, mevcut Vakıflar Yasasına göre Larnaka’daki taşınmazın sahibi olan Vakıf olacaktır.
Adada mülk sahibi olduğu bilinen ve Osmanlı döneminde kayıtları Şeriye Defterine yapılmış 131 Vakıf bulunmaktadır. Abdullah Paşa Vakfı ile Lala Mustafa Paşa Vakfı Maraş’tan İskele’ye (Larnaka) kadar olan bölgenin %90’nının sahibidir. 
Timvios’un kuzeyde bıraktığı mala karşılık takas edilecek İskele’deki Vakıf malı ile ilgili olarak herhangi bir araştırma yapmadım ama büyük bir olasılıkla Larnaka’daki söz konusu malın sahibi “Abdullah Paşa Vakfı”dır.
Eğer Kıbrıs Rum Cumhuriyeti AİHM’nin kararında belirttiği gibi takas işini onaylarsa ve gerçekleştirilmesi için Rum Tapu Dairesine talimat verirse, hem KKTC’de hem de Rum tarafında halen yürürlükte olan Vakıflar Yasasına göre, Timvios’un kuzeyde bıraktığı malın sahibi, tapu defterine söz konusu Vakıf olarak kayıt edilecektir.
Bu yeni durumdan sonra Timvios’un KKTC’deki malını “Eşdeğerden veya Tahsisten” elinde tutan kişinin elindeki koçan (tapu) iptal edilecek ve KKTC’deki tapu dairesine de malın yeni sahibi söz konusu Vakıf olarak kaydedilecektir.
Ortaya büyük bir sorunun çıkacağı kesin. Eğer bir de bu işlemlerin durdurulması için “Ara Emri” alınırsa, bu takas işi birkaç yıl sürebilir. 


Bu takas işleminde, güneyde bulunan bir Vakıf malı verileceğine niçin güneyde bulunan ve KKTC devleti lehine feragati verilmiş yüzbinlerce dönüm taşınmaz maldan uygun bir tanesi verilmemektedir. Zaten güneydeki malı için feragat vermiş kişiler, kuzeyde bunun eşdeğerini almış olduklarından hiçbir şekilde yasal bir sorun da çıkmayacaktır.

24 Nisan 2008
Vakıf Malı Kimseye Verilemez için yorumlar kapalı
Okunma 115
bosluk

Dekonfrontasyon’un Gizli Hedefi

Dekonfrontasyon’un Gizli Hedefi

Hristofyas’ın, Lokmacı Barikatı veya diğer ismi ile Ledra Kapısının açılması görüşmelerinde Papadopulos’tan miras olarak aldığı ve ortaya attığı, Rum tarafı ile Türk tarafı arasında kalan ara bölgede “dekonfrantasyon” uygulamasına geçilmesini ve bölgenin de BM’nin Kıbrıs’a Özel Askeri Gücü’ne (UNFICYP) devredilmesi, aslında çok dahice düşünülmüş ve ileriye dönük olarak sonuç alacak şekilde tezgahlanmış politik bir tuzak.


Genel kanının aksine, dekonfrantasyon, politik dilde askersizleştirmek demek değildir. Dekonfrantasyon yatay olduğu gibi dikey de olabilir ama asker her koşulda oradadır, aynen şimdi olduğu gibi. Bölgenin tümünün UNFICYP’e devredilmesini istemek ise tam anlamı ile bölgenin askersizleştirilmesi demektir.


Ara bölgenin yarısının, yani Ermu Sokağı ile Çikkos (Kykkos) sokağı arasındaki yaklaşık 40 m. uzunluğundaki bölgenin, kontrolü 1974’den beridir KKTC devletinde. Rumların bütün istekleri ara bölgenin tamamının UNFICYP’e, yani Birleşmiş Milletlerin Kıbrıs’a Özel Barış Gücüne devredilmesi ve Mücahitlerimizin de Ermu sokağındaki 1963 sınırlarına kadar, yani 1958 yılında Ermeni Lokmacının bulunduğu köşenin Ermu yolu boyunca olan hizasına kadar geri çekilmesi.


Rumların bu talebinin aslında bir açık ve net olarak bilinen hedefi, bir de gizli ve gözlerden saklanan hedefi var.


Açık ve net olan hedef belli.


Bölgede dekonfrantasyonu bir şekilde başlatmak ve arkasından bölgenin tümü ile UNFICYP’e devredilmesini talep etmek.


KKTC hükümetinin buna karşı çıkması durumunda da, yaygarayı basmak ve hemen AB’yi ve BM’yi devreye sokarak ve bu devrin gerçekleştirilmesi konusunda baskı yaratmak.


Bölge UNFICYP’e devredildiği vakit de, bu devri yatay olarak genişletmek ve arkasından da bölgede askersizleştirmeyi talep etmek.


21 Mart görüşmesinde bu konu netlik kazandı ve ekteki haritadaki sınırlar ile yetki alanları taraflarca kabul edildi. Güvenlik Kuvvetlerimizin UNFICYP ile yaptığı antlaşma ile de GKK’nın ve UNFICYP’in yetki alanları belirlendi ve Ledra kapısı açılırken söz konusu yetkiler hayata geçirildi.


Yapılan antlaşmaya göre, Ledra Sokağının 1963 ile 1974 sınırları arasında kalan, KKTC kontrolündeki askeri bölgesi içindeki bölümünde olabilecek her tür sağlık, polisiye ve doğal afet olaylarına, KKTC makamları müdahale edecek.  


UNFICYP’in yetki alanı ise sadece Çikkos (Sykkos) sokağının kuzey kenarı ile güney kenarı arasındaki altı metre enindeki alan boyunca geçerli. Bu altı metrelik dar bölge içinde  olabilecek her tür sağlık, polisiye ve doğal afet olaylarına, UNFICYP’in bağlı olduğu BM makamları müdahale edecek.  


Çikkos sokağının güney kenarı ile Liperti ve Ious Sokaklarının kuzey kenarları arasındaki bölgenin statüsü ise daha belirlenmedi. Burada olabilecek olaylara resmen kimin müdahale edeceği pek belli değil. Rum hükümeti de müdahale edebilir, BM makamları da. Ama UNFICYP’in bu güne kadar süre gelmiş tutumuna bakılırsa, bu bölgedeki herhangi bir olaya Rum hükümetinin müdahale etmesine izin vereceği kesin.


Rumların birinci aşama olan dekonfrantasyon işleminden sonraki ikinci hedefleri de bölgede askersizleştirmeyi talep etmekti. Ama şimdilik bunun olması mümkün değil.


21 Mart görüşmesinde tartışılan Ledra kapısının açılması konusunda ekteki haritadaki koşulları ve sınırları kabul etmeleri nedeni ile, daha doğrusu bu konuda Güvenlik Kuvvetlerimizin en küçük bir tavize bile yaklaşmamasından dolayı, bölgedeki dekonfrantasyon sonrası askersizleştirmeyi talep etmek hayalleri suya düştü. Bu yüzden de büyük bir hazım sıkıntısı yaşıyorlar.    


Rumların Ledra kapısını daha ilk gün hayali nedenlerle kapatmak kararı almaları da bu hazımsızlıktan dolayı oldu. DIKO halen de bu kararı ve haritayı kabullenmiş değil. Hristofyas yurt dışına gittiği vakit Cumhurbaşkanlığına vekalet edecek olan Rumdan daha Rumcu Ermeni kökenli DIKO genel Başkanı Marios Karoyan, gene benzeri kapatma kararlarını alabilir.


Eğer Rumların oyununa gelip Ledra kapısının açılabilmesi uğruna Türk tarafı böylesi bir uygulama üzerinde antlaşmaya varmış olsaydı, bölge tümü ile UNFICYP’e devredilecekti ve bölgede önce dikey sonra da yatay dekonfrantasyon işleme konacaktı. Arkasından da Rumlar bölgede askersizleştirmeyi talep edeceklerdi. KKTC Makamlarının “Hayır” demesi üzerine de Rumlar AB, BM ve Kıbrıs konusu ile ilgili ilgisiz herkesi devreye sokarak hem KKTC makamlarına hem de Türkiye üzerine baskı uygulatmaya başlayacaklardı ta ki askersizleştirme gerçekleştirilinceye kadar.


Büyük bir olasılıkla Türkiye-AB katılım müzakerelerinde birkaç başlık daha dondurulacaktı Türkiye’yi hizaya getirmek için.


Sonra ne olacaktı.


İşte işin en önemli kısmı da burada başlıyor.


Ara bölge askersizleştirildikten sonra, askersiz bölgeyi genişletmek ve Lefkoşa’nın tüm sur içi bölgesini kaplaması talep edilecekti. Kulağa hoş geliyor ama perdenin arkasında bu bölgede yaşayacak olanların sadece sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” vatandaşı olması şartı getirilecekti, bölge içinde serbest dolaşımı sağlayabilmek için.


İşte Rumların gizli hedefi buydu.


Kıbrıs Rum Yönetiminin hükümranlığının süreceği, 1974 sınırlarının kuzeyindeki bir bölge içinden hem Türk askeri çıkartılmış olacaktı hem de “yerleşik” tabir ettikleri soydaşlarımız. Rumlar bir taşla üç kuş vuracaklardı.

21 Nisan 2008
Dekonfrontasyon’un Gizli Hedefi için yorumlar kapalı
Okunma 53
bosluk

Tarih İçinde Mağusa

Tarih İçinde Mağusa

Bu gün aslında her zamanki gibi politik bir yazı yazmayı planlamıştım. Hatta adını “Dekonfrontasyonun Gizli Hedefi” olarak belirlemiş konuyu yarıya kadar da yazmıştım. Bu çok özel konuda “askersizleştirme”nin ötesinde Rumların çok ciddi olarak addettiğim bir de gizli hedefleri olduğu şüphelerim var. Onu siz sevgili okuyuculara ve belki de konuya ilgi duyan siyasilerimize de aktaracaktım.

Ama dün SAMTAY VAKFI’nın “TARİH İÇİNDE MAĞUSA” sempozyumu vardı. Bu sempozyumunda sunulan bildirilerden ve yapılan konuşmalardan bir Mağusa’lı olarak büyük bir keyif aldım. Ve bunu sizlerle paylaşmanın politik gelişmelerden çok daha önemli olduğunu düşünerek, size aktarmayı tercih ettim.
“Dekonfrontasyonun Gizli Hedefi” adlı yazımdaki görüşlerimi de sizlere Pazartesi günü aktaracağım.


Sempozyuma yüreği Mağusa sevgisi ile dolu, tarihi şehrin yakın tarihini merak eden Mağusalılar katıldı ve açılış konuşmalarını SAMTAY Vakfı Koordinatörü Bülent Fevzioğlu, Vakıf Başkanı Suna Atun ve Gazimağusa Belediye Başkanı Oktay Kayalp yaptı.
Mağusa ile ilgili sempozyumun gerçekleştirilmesi için katkılarını esirgemeyen Belediye Başkanı Kayalp, Paris’teki toplantı ve Europa Nostra’nın tarihi Mağusa kenti ile ilgili kararı hakkında bilgi vererek, yüreklere su serpti.
Konuşmacı İsmet Kotak, katılımcıları 1945-55 yılları arasına götürdü. O yıllar arasında yaşananları, adeta bir film gibi izleyicilere sundu. Türk Gücü’nün kuruluşu, etkinlikleri, okul ücretini biriktirebilmek için limanda hammalık yaptığını sonra Karakol kampında kalan Yahudilere çörek satmak işine terfi ettiğini güzel bir dille anlattı. Dönem içinde yaşamadığım üç yılı ve çocukluğumun geçtiği sekiz yılı adeta birebir yaşamış oldum İsmet beyin anlatışı ile.


Mimar Osman Saner ise Ağustos 1963 tarihinde adaya mimar olarak dönüşünden sonra kente mesleği ile ilgili yaşanan ilginç olayları, Rahmetlik Dr. Burhan Nalbantoğlu ile yakın ve özverili çalışmalarını, Rumların korkunç denecek düzeydeki kısıtlamaları ve yasak mal listesine rağmen nasıl ve hangi şartlarda prefabrik malzemeden Mağusa Hastanesini inşa ettiklerini anlattı. Gerekli inşaat malzemelerini tedarik edebilmek için Rumlardan binbir rica ile karaborsa fiyata malzeme aldıklarını, limana elektrik hattı çekmek için Rumların suriçindeki bir trafoyu kullanabilmeleri karşılığında nasıl eksik ve bulamadıkları inşaat malzemelerini alabildiklerini dile getirdi. En önemlisi de 1974 Barış Harekatında Baykal bölgesinde oturanların 21 Temmuz gecesi gizlice kale içine girdikleri tüneli nasıl ve neler pahasına kazdıklarını anlatarak, dinleyicileri o yıllara götürdü.


Hepimizin yıllardır gazetede yazdığı yazılardan tanıdığımız Eşref Çetinel ağabeyimiz ise 19 ve 20.ci yüzyılda Mağusa sur içindeki yaşamdan bahsetti. Yollarında yürüdüğüm, surlarında koşturduğum, mazgallarında saklandığım Mağusa’mızda kimler yaşamamış ki. “Fincan fincan gözleri” ile Namık Kemal, Eşref ağabeyin konu kahramanı idi. Nerede kaldığı, hücresinde kaç gün yaşadığı, nereye taşındığı, ne yediği, ne içtiği, hangi bir başka sürgün şairle yarenlik ettiği, İstanbul’a mektuplarını gizlice nasıl gönderdiği ve İstanbul’dan kendisine düzenli gelen rakılı, mezeli kumanya sepeti dile getirdi. Mağusa’da yazdığı eserlerini bir bir tanıttı katılımcılara.
              
Gerçek bir, “Tarihe yolculuk” oldu bu sempozyum.


Araştırmacı Ulus Irkad, dijital projektörle ekrana yansıtılan resimlerle 1.ci ve 2.ci dünya savaşlarında Mağusa’da konuşlanmış İngiliz, Fransız ve Ermeni askerleri ile esir olarak Karakol kampına getirilen Osmanlı askerlerinin yaşamlarını anlattı. Fransız askerlerinin çirkin ve yakışıksız davranışları nedeni ile kentten dışlandıklarını, İngilizlerin uzun bir dönem Mağusa sur içini bir garnizon gibi kullandıklarını, Osmanlı askerlerinin Karakol kampında esir edildiklerini, bu askerleri isyana hazırlamak için Alman gemi ve denizaltıları ile 7,000 adet piyade tüfeğinin Mağusa klapsides plajına çıkarıldığını ama isyancıların yakalanarak Girne kalesine sürüldüklerini dile getirdi.      


Ben, tarih kitaplarında, resmi yazışmalarda ve arşivlerde adı Türkçe “Karakol” ve İngilizce “Karaolos” olarak geçen Mağusa’mızın bu ünlü bölgesinin adını nerden almış olabileceğini ve isim kökenini, katılımcılara resimli bir sunu ile anlattım.


Benden sonra söz alan bir başka Mağusa’lı ünlü olan Fuat Veziroğlu ise, akıcı bir dille şiirlerinde ilk aşkı olarak tanımladığı Mağusa kentini anlattı. Mehmetçik köyündeki ilkokulu bitirip şehre gelişini, liseye gidene dek üç yıl kaldığı sur içinin yapısal ve kültürel özelliklerini, kaldığı evleri, meyhaneleri, bakkalları, şehrin önemli ve tipik kişilerini sözel tablolar ile katılımcılara aktardı. Namık Kemal Meydanını dünyanın en büyük meydanı sandığını, surların üstüne çıkıp denize bakarak hayaller kurduğunu ve lise yılları için Lefkoşa’ya gidişini dile getirerek, üniversiteye gidene dek İngiliz ordusunun Kıbrıs’taki askeri kamplarında sivil memur olarak çalıştığını hatta bir müddet Mısır’daki İngiliz askeri kamplarında bile çalıştığını söyleyerek, katılımcıları 1950’li yıllara taşıdı.      


Ogün Erciyas ise Mağusa’mızın Kıbrıs Türk müzik tarihindeki rolünü, 1963 çarpışmalarından sonra Türkiye’den adaya gönderilen Psikolojik Harp eğitimli subayların Kıbrıslı Türkleri, Rumların uyguladıkları korkunç soykırımın, acımasız ambargonun ve insanlık dışı baskıların psikolojik yıkıntılarından kurtarabilmek için askeri eğitimin yanında kültürel faaliyetlerde yaptırdıklarını, müzik ve tiyatro grupları kurdurduklarını dile getirdi. Kurulan bandonun bir çok müzik grubu doğurduğunu, yapılan yarışmalarda bu grupların birincilikler aldığını, liseler arası yarışmalarda bir kez Türkiye 1.cisi ve bir kez de Türkiye 4.cüsü olduklarını, Buğday camisinin hurda ambarından kültürel faaliyet salonuna dönüştürüldüğünü, orada 31 Aralık 1964 tarihinde bir balo düzenlenerek söz konusu yerin bir kültür faaliyeti merkezi haline dönüştürüldüğünü katılımcılara anlattı.


Son konuşmacı Erol Olkar’ın rahatsızlığı nedeni ile sempozyuma katılamamasından dolayı bildirisi SAMTAY vakfı başkanı Suna Atun tarafından katılımcılara okundu. Çocukluk yıllarının tipik bir Mağusa resmini sözel olarak çizen Erol bey, günlük yaşamdan güzel kesitleri en ince detayına kadar kaleme aldı. Limanda çalışan sarı öküzlerin koşulu olduğu arabaları, Namık Kemal Meydanında sıra sıra dizili ve müşteri bekleyen Garrotsaları (fayton), garrotsaların küçük ön ve büyük arka tekerleklerini, oturma koltuklarının kaç tane olduğunu ve garrotsaların nereye ve kaça gittiklerini güzel bir dille anlatarak, katılımcıları yaklaşık altmış-yetmiş sene geriye götürdü.          


Sizlere aktarmaya değer güzel bir sempozyum oldu SAMTAY VAKFI’nın “TARİH İÇİNDE MAĞUSA” sempozyumu. Yakın geçmişimize ait belgesel bir tarih kitabının temeli atılmış oldu böylece.

16 Nisan 2008
Tarih İçinde Mağusa için yorumlar kapalı
Okunma 109
bosluk

Güvenlik Ve Garantiler Çalışma Grubu Hatası

Güvenlik Ve Garantiler Çalışma Grubu Hatası

Çalışma grupları ve Teknik komitelerle ilgili görüşmeler, tıkanıklığa rağmen hala daha devam ediyor. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın müzakerelerden sorumlu temsilcisi Özdil Nami ve Rum Başkanlık Komiseri Yorgos Yakovu, geçtiğimiz hafta kapanmadan evvel 6 Komite ve 6 Çalışma Grubunun gündemi üzerinde antlaştılar.

Geriye bir tane kaldı ama pir kaldı.


Geriye kalan ve gündemi üzerinde mutabakata varılmayan Çalışma Grubu “Güvenlik ve Garantiler” adlı grup.


Bu gün her iki görüşmeci, bu konuyu tartışmak ve sonuçlandırmak üzere bir araya geliyor. Yakovou ısrarla bu grubun gündeminin de belirlenmesini istiyor. Amaç Türkiye’nin garantörlüğünü ve Kıbrıslı Türklerin güvenliğini tartışmaya açmak.

Hedefi hemen ve derhal AB’yi devreye sokmak ve birtakım ayak oyunları ile Türkiye’nin 1923 Lozan antlaşması, 1959 Zürih ve Londra Antlaşmalar ve 1960 Kıbrıs Anayasası ile elde ettiği ada üzerindeki garantörlük hakkını ortadan kaldırmak veya en azından sulandırmak. Kıbrıslı Türklerin güvenliğini de AB şemsiyesi altına sokmak.

Zaten Hristofyas’ın seçim döneminde Kıbrıs Rum halkına bu konuda verdiği bir de söz var.  Türkiye’nin ada üzerindeki garantörlüğünü kaldırmak için çalışacağına söz verdi miting meydanlarında.


Hristofyas ısrarla Türkiye’nin Garantörlüğünü, adaya müdahale hakkını ve Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin adadaki varlığını istemiyor.
Adını istemez koysun.

Bunun için de her türlü politik düzenbazlığı da yapmaya hazır.


Yakovou ve Hristofyas hafta sonunu bahane ederek “İki günlük düşünme” payı istediler. Maksatları düşünmekten ziyade, nasıl bir tuzak hazırlarız da Kıbrıslı Türkleri oyuna getirip Türkiye ile çatışmaya sokarızın alt yapısını hazırlamaktır aslında.


Bugün yapılacak görüşmeden sonra Hristofyas çarşambaya kadar tekrar bir düşünme payı isteyecek ve söz konusu “Güvenlik ve Garantiler” çalışma grubunun gündemi belirlenmeden Teknik komitelerin ve Çalışma
Gruplarının çalışmaya başlayıp başlamamasına karar verecek.

Yani “Ya hepsi çalışacak ya da hiçbiri çalışmayacak” kararını Hristofyas verecek“miş”. “Miş” diyorum çünkü bana göre Hristofyas’ın bu konuda ne kadar karar verme yetkisi varsa Cumhurbaşkanı M. A. Talat’ın da o kadar yetkisi var. Hristofyas’ın kabul ettiğini açıkladığı “Siyasi eşitlik” kavramı gerçekten varsa, her iki lider de baş başa vererek “Komiteler ve Çalışma grupları bu haliyle devam” veya “Hepsinin gündemleri belirlensin sonra devam” kararını vermeleri gerekli.
 
Aslında en büyük hata, bence, Güvenlik ve Garantiler konusunu tartışmaya açmak olmuştur. Güvenlik ve Garantiler konusunda Çalışma Grubunun kurulmasını kabul etmek demek, “ben bu konuyu tartışabilirim” demektir.


Bundan sonra Rumların her türlü oyun bozanlığına, “görüşmelerin kesilmesine  Türkler neden oldu” suçlamalarına, Rum basınında Talat ve Türkiye aleyhine yazılara ve faaliyette olan tüm Rum kuruluşlarının AB ve BM’ye bu konuda yazacakları protesto mektuplarına hazır olmak gerekir. Güvenlik ve Garantiler konusunu tartışmaya kim açtıysa bunun ceremesini de çekmeye ve hepimize de çektirmeye hazır olmalıdır.
Bu konuda hem bizim liderliğimizin hem de Türkiye’deki hükümetin başının çok fazla ağrıyacağı kesin. Üstelik de durup dururken.
Bundan sonra ikide birde “Türkler, güvenlik ve garantiler konusundaki olumsuz tavırları ile Kıbrıs’ta barış giden sürece çelme takıyorlar” suçlamalarına hazır olunması gerekecektir. Benim tanıdığım Rumlar, Türkleri suçlamak için böylesi güzel fırsatları kaçırmaz.  


Bir diğer sıkıntı da, Rumların “Soydaşlık” konusunda da bir komite kurulmasını talep etmeleri ile yaşanacaktır. Zaten böyle bir talepleri de var.

Rumların amacı Kıbrıslı Türklerin soydaşlığını bahane edip, “yerleşik” dedikleri Türkiye’den gelerek adaya yerleşen soydaşlarımızın belli bir takvim içinde Türkiye’ye geri dönmeleri konusunu ortaya atmaktır.  

Cumhurbaşkanı Talat, şimdilik bunun daha evvel konuşulmadığı gerekçesi ile gündem dışı kalması gerektiğini savunuyor. Tabii nereye kadar direnecek, o da ayrı bir konu. Çekincesi ise Türkiye’den gelerek adaya yerleşen soydaşlarımız ile ilgili bir çalışmayı başlatmak istememesi.    


“Güvenlik ve Garantiler” adlı Çalışma Grubunun kurulması teklifi yapıldığı vakit de bunu hemen ve derhal reddetmesi gerekirdi aynen “Soydaşlık” konusunda bir komite kurulmasını reddettiği gibi.

Madem Rumların artık Türklere soykırım uygulamaya, ozmosis yöntemi ile asimile etmeye ve silahlı saldırı da bulunmaya niyetleri yok, Türkiye’nin garantörlüğünden ve Türk askerinin adada bulunmasından niye çekiniyorlar. Yoksa Kıbrıslı Türkleri adadan silmek için 1964-74 yılları arasında Yunanistan’dan getirdikleri 20,000 Yunan askerinin adaya geliş nedenini hatırlayıp da bir benzetme mi yapıyorlar.
 
Rumlar zamanında adayı Türklerden temizlemek için Yunanistan’dan asker gönderilmesini talep etmişlerdi, şimdi ise Türk askeri hastalıklı Rum beyinlerinden biz Kıbrıslı Türkleri korumak için adada bulunuyor.
1974’den beridir daha bir tek silah bile atılmadı sınırda. Durum ve askeri dengeler tam tersi olsaydı, herhalde adada şimdiye dek bir tek Türk kalmazdı.

“Galos Turkos o nekros” yani “İyi Türk ölü olandır” sözünü hiç boşuna kuşaktan kuşağa çocuklarına ezberletmiyor bu Rumlar. Elbet bir nedeni var.

13 Nisan 2008
Güvenlik Ve Garantiler Çalışma Grubu Hatası için yorumlar kapalı
Okunma 37
bosluk
  • Sayfa 1 ile 2
  • 1
  • 2
  • >
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-amblem kktc-bayrak kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-2 kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar