Bisiklet Yolları Niye Yok

Bisiklet Yolları Niye Yok

Ben bir bisiklet aşığıyım.


Mağusalılar beni bisikletimle tanırlar.



Bu dünyalar güzeli ülkemizde senenin 300 günü, bisiklet sürmeye elverişlidir. Havası temiz ve genelde hep güneşlidir. Soğuk ve yağmurlu günleri toplasanız 60 gün bile etmez.


Bu nedenle de her fırsatta bisiklet kullanmayı, otomobil sürmeye tercih ederim.  Lefkoşa’ya gitmeyeceğim günler kesinlikle bisikletimle evden çıkarım.


Kale dışındaki evimden, kale içindeki çalışma odamın bulunduğu SAMTAY VAKFI binasına bisikletimle giderim.


Bu gidişin en çok sevdiğim kısmı da yolda rastladığım insanlarla durup sohbet edebilmek. Telefon yerine, canlı canlı, karşınızda duran insanlarla birebir konuşmanın, konuya siyasetten girmenin ve evkafın su meselesinden çıkmanın tadına doyum olmuyor.


Evimle çalışma odamın arası tamı tamına 2600 metre. Hiç durmadan bisikletimi sürerek gitsem en fazla 12 dakika tutuyor. Ama ne mümkün. Mağusa’da tanımadığım insan yok. İllaki durup hepsi ile konuşacağım. Bu nedenle evden çalışma odama gidiş bazen bir saat bazen de bir buçuk saat sürüyor.


Hele Mağusa kapısından içeri girdikten sonra kendimi, son 50 yıldır yaşadığım evimin kapısından içeri girmiş gibi hissediyorum. Mağusa kapısından, çalışma odama kadar olan uzaklık en fazla üçyüz metre. Bu üçyüz metreyi yarım saatte geçebiliyorum ancak.


İstiklal Caddesi üzerindeki tüm dükkanların sahiplerine muhakkak seslenirim ve durup konuşurum. Çocuktan al haberi derler ya, ben de sokaktaki vatandaştan ve esnaftan alıyorum haberi. Hem de taze taze, günlük.


1970’li yılların sonunda eşimle birlikte Danimarka’ya gittiğimizde alışılmışın dışında tuhaf bir yol sistemi dikkatimizi çekmişti. Otomobillerin gittiği yolların sağında ve solunda bildiğimiz kaldırımlar vardı.


Vardı ama, kaldırımın kendi içinde de otomobil yolu benzeri daha dar bir başka yol bulunmaktaydı. Genişliği her halde 120 cm. kadardı. Çok dikkatimizi çekti ve bir kenara çekilip bakalım bu yolu kimler kullanacak diye beklemeye başladık. Benim aklıma tekerlekli sandalye kullanmak zorunda olanlar gelmişti ama kaldırımın düzenlenmesi o kadar zekice ve güzeldi ki, kaldırımların tekerlekli sandalye kullananlara göre yapıldığı hiç şüphe götürmez bir gerçekti.


Çok beklemedik ve o dar, kaldırımdan 15cm. aşağıdaki yolcuktan bir bisikletli geçti. Hem de ıslık çala çala. Ve biz de merak ettiğimiz sorunun yanıtını aldık.


Danimarkalılar ve doğal olarak tüm Nordik ülkeleri o soğuk havaya, dokuz ay süren karanlık kış günlerine, yağmura, fırtınaya ve jilet gibi esen rüzgâra rağmen bisiklet kullanımını teşvik etmek için özel bisiklet yolları yapmışlardı. Hem de otuz sene evvel.


Tabii biz göreli otuz sene oldu, belki de yollar elli sene evvel yapılmıştı.    
 
Bizim Şehir Planlama Dairemiz, yıllardır KKTC’de, kısıtlı miktarda olan toprağa rağmen, apartman tipi dikey yapılaşma yerine daha pahalı olan yatay yapılaşmayı zorla halkımıza empoze etti.  İçinde 80 daire olan 20 katlı bir binaya 30 m. yol, su borusu, kanalizasyon sistemi ve elektrik tesisatı yapılması gerekirken, yatay yapılaşma ile milli hazinemiz 40 misli harcama ile 1200 m. yola, suya, kanalizasyona ve elektrik alt yapısına para harcamaya adeta zorlandı.


Fakat bunca yıldır yatay yapılaşmanın üzerinde bu kadar ısrar eden Şehir Planlama Dairemizin planlayıcılarının aklına, yatay yapılaşmanın olmazsa olmazı olan bisiklet yolu yapmak hiç gelmedi. Bu ihmalden dolayı da bisikletlilerin yollarda dolaşabilmeleri ve kent içinde bir yerden bir başka yere gidebilmeleri neredeyse olanaksız. Zaten otomobil sürücülerinin büyük çoğunluğunun da iki tekerlekli taşıtlara pek saygısı yok.


Ülkemizde ne bisiklet yolu var, ne de bisiklet sürücüleri ile ilgili herhangi bir tabela.   


Mağusamızda, deniz kenarında Palm Beach otele giderken sol taraftaki Laguna apartmanları önünde deniz boyunca çok güzel bir düzenleme yapıldı. Çemberden Palm Beach otele kadar denizin kenarından yürüyerek gitmek artık mümkün. İçinde arabaların giremediği yürüyüş yolları var, oturma yerleri var, denize taş atma yerleri var, aklınıza ne gelirse var ama bisiklet yolu yok.


Bu kadar güzel ve çağdaş yapılmış bir düzenlemede, maalesef bisiklet yolu yapmak akla gelmemiş. Eğer bisikletiniz ile oraya gitmişseniz ve motorlu araçların olmadığı bir deniz kenarında bisiklet sürmenin keyfini çıkarmak istiyorsanız bu mümkün değil. Bisikletinizi, yürüme yolunda gezinen insanların arasında zigzaglar çizerek kullanmak veya bisikletinizden inip yayan dolaşmak zorundasınız.  Başka bir seçenek yok. 


Petrol fiyatları hızla yükseliyor.


Havamız motorlu araçlardan dolayı hızla kirleniyor.


İnsanlarımız spor yapmadıkları ve hareket etmedikleri için hem kilo almaktalar hem de kalp gibi, tansiyon gibi hastalıklara genç yaşta yakalanmaktalar.


Bunların hepsine çare insanlarımızı bisiklet kullanmaya teşvik etmektir.


Hükümetimiz, bu konuda radikal tedbirler alıp, bisiklet kullanımını teşvik edebilir ve yaygınlaştırabilir. Kazancımız olur ama kaybımız asla olmaz. Benden tavsiye etmesi.

18 Mayıs 2008
Bisiklet Yolları Niye Yok için yorumlar kapalı
Okunma 51
bosluk

Sayın Talat Sözünüzü Tutunuz

Sayın Talat Sözünüzü Tutunuz

Bana bir sözünüz var Sayın Cumhurbaşkanımız.
1974 Barış Harekâtı nedeni ile Maraş’ta bıraktığını iddia ettiği uyduruk mülküne gidemediği ve kullanamadığı gerekçesi ile AİHM’ye başvuran ve 22 Haziran 2006 tarihinde AİHM’den çıkan karar sonucunda hem tazminat almaya hak kazanan ve hem de malı kendisine iade edilen Mira Ksenidi-Aresti davası ile ilgili olarak, söz konusunu malın Abdullah Paşa Vakfından sahtekârlıkla gasp edildiğini içeren yazımı belgeleri ile birlikte size iletmiş, sonra da sizinle yüz yüze de görüşmüştüm.

Bu konuda Türkiye ve KKTC basınında, ortak araştırmalar ve çalışmalar yaptığım Sema Sezer hanımla birlikte onlarca yazı yazmış, birçok saygın TV kanalında programlar yapmış ve okuyucular ile dinleyicilere gerçek belgeleri göstererek, söz konusu mülkün sahtekârlıkla 15 Eylül 1913 tarihinde gasp edildiğini iddia etmiştim. Hala aynı fikirdeyim.


Sizinle konuşmamın ana teması, AİHM’de Mira Ksenidi-Aresti davası görüşülürken niçin Maraş’ın Abdullah Paşa ve Lala Mustafa Paşa mülkleri olduğuna dair evrakların AİHM’ye verilmediğini, bu konuda Mağusa Kaza Mahkemesinin aldığı 271/2000 ve 272/2000 numaralı tespit kararlarının niye mahkemeye sunulmadığı idi.


Sizin yanıtınız da “Söz konusu mülkün Abdullah Paşa Vakfına ait olduğuna dair belgeyi geç bulduk ve bu nedenle itiraz edemedik. Eğer Maraş’ta bulunan bir taşınmaz ile ilgili bir tazminat davası bundan sonra AİHM’de görüşülürse, kesinlikle evrakları AİHM’ye ileteceğiz ve itiraz edeceğiz” şeklinde olmuştu.     


Bu günü sabırla bekledim Sayın Cumhurbaşkanım. Gün geldi çattı.
Ünlü Rum iş adamı Konstandinos Lordos’un, (kısaca Dinos olarak hitap edilmektedir), Maraş’ta bıraktığını iddia ettiği mülkleri ile ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) yaptığı başvuru, kabul aşamasına gelmiştir. Yakında görüşülecektir.

Rumlar bu başvuruyu “Türkiye aleyhine AİHM’ye yapılan başvuruların amiral gemisi” olarak nitelendirmektedirler.


Aresti’nin  Maraş’taki uyduruk mülkü ile ilgili davada hükmedilen tazminatın tutarı ile kıyaslayarak, Lordos’un başvurusuyla ilgili tazminatın 150 milyon Euro’yu kolaylıkla aşacağının hesabını yapan ve hayalini kuran Rumların, şimdiden ağızları sulanmaya başladı bile. 

Lordos’un AİHM’ye yaptığı başvurusu Maraş’ta yer alan 150’den fazla taşınmazı kapsıyor. Bunların içinde araziler, boş veya içinde yarım inşaatlar olan arsalar, oteller, dükkânlar, apartmanlar ve evler var. Birçoğu da Mağusa’nın altın kumsal olarak tanımlanan “Deve Limanı”nda.


Ben iddia ederim ki, bu mülklerin hepsi de 1913 tarihinde, İngilizlerin Mağusa Tapu dairesine Rum memurları doldurduktan sonra, aynen Mira Ksenidi-Aresti’nin dedesi Mavrodi Hacı Hambi Manueli’nin sahtekarlıkla adına kaydettirdiği, yağmalanmış ve gasp edilmiş mülkün benzeri, Abdullah Paşa Vakfı ve Lala Mustafa Paşa Vakfına ait taşınmaz mallardır.


Maraş’ın Türk Vakıf Malı olduğu, Vakıflar Örgütü ve Din İşleri Dairesinin, KKTC Başsavcısına, dolayısı ile KKTC devletine karşı açtığı 271/2000 ve 272/2000 No.lu davaların sonucunda açıklanan Mahkeme kararında belirtiliyor.


Abdullah Paşa Vakfı, 1761 yılında Halep Beylerbeyi iken ölen Abdullah Paşa tarafından kurulmuş. Abdullah Paşa, sahibi bulunduğu Maraş-Mağusa bölgesinde bulunan 60,000 dönüm araziyi vakfetmek sureti ile adı “Abdullah Paşa Vakfı” olan “MÜLHAK” bir Vakıf kurmuş.     

Söz konusu Vakfın vakfiyesi bizzat Abdullah Paşa’nın kendisinin hazır olduğu 24.7.1748 tarihinde Şer-i Meclis’te yazılmış ve tescil edilmiş.
Lala Mustafa Paşa Vakfı ise 1571 yılında Kıbrıs’ı fetheden Osmanlı Ordusunun baş komutanı olan Lala Mustafa Paşa tarafından kurulmuş.

Söz konusu mülk kendisine Padişah II.ci Selim tarafından bahşedilmiştir. Otağını Derinya civarında kuran Lala Mustafa Paşa’nın kurduğu Vakfın sahip olduğu mülk, Otağından Maraş’a kadar uzanmakta olup yaklaşık 30,000 dönümdür.


“Mülhak” kelimesini büyük harflerle yazdım. Nedeni de Mülhak olan taşınmaz mallar asla satılamaz. Bu konuda yasa çıkarılsa bile satılamaz. Mülhak ilan edilen mallar, dünya durdukça Abdullah Paşa Vakfına aittir ve ya varisleri ya da mütevelli heyeti tarafından sadece idare edilebilir ve gelirleri vakıf vakfiyesi uyarınca kullanılabilir.

Vakıfların iptal edilemez ve süresiz olmalarına bağlı olarak kaideten gelir getiren Vakıf Malları istibdal dahi edilemez, yani takas bile edilemezler.


Ancak İngiliz Sömürge Yönetimi döneminde, İngiliz Sömürge Yönetimi Ahkam ül Evkaf’ı ihlal ederek, 1913-1930 yılları arasında yaptığı icraatlarla anılan Vakıf arazilerini ve emlaki 3.cü kişilere devretti ve bu kişilerin adına Koçan (tapu) çıkarıldı. Bu yasal olmayan yöntemle Abdullah Paşa ve Lala Mustafa Paşa Vakıflarına ait taşınmaz mallar yağmalandı ve gasp edildi.
 
4.6.1878 tarihinde İngiltere ile Osmanlı devleti arasında yapılan ve Kıbrıs adasının İngiltere’ye kiralanmasını da içeren anlaşma ekindeki 1.7.1878 tarihli protokolün 2.ci maddesi “Ahkam ül Evkaf”ı yürürlükte tutmaktadır.
1914’de İngilizler, 1.ci dünya savaşını bahane ederek Kıbrıs’ı ilhak ederken Ahkam ül Evkaf’ı ilga eden bir düzenleme de yapmadılar. Tam tersine 1915 Kıbrıs (Müslüman Dini taşınmaz Mallar) İmparatorluk emirnamesi Ahkam ül Evkaf’ın yürürlükte olduğunu teyit etmektedir.
Lozan Anlaşmasının 20.ci maddesi ile Kıbrıs İngiltere’ye resmen devredilirken Ahkam ül Evkaf ile ilgili aksi bir düzenleme veya karar da yok. Özetle Mağusa Tapu dairesinde 1913-1930 yılları arasında yapılan devir işlemlerinin tümü de yasal olarak geçersiz. 


Sayın Cumhurbaşkanım, şimdi hem sözünüzü tutmanın zamanı geldi hem de Maraş’taki ata yadigârı mallarımızı geri almanın fırsatı bir kez daha doğdu.

Lütfen AİHM’nin önüne Mağusa Mahkemesinin tespit kararını koyun ve Maraş’taki gasp edilmiş Vakıf mallarının Vakıflar İdaremiz adına kayıt edilebilmesi için talimatınızı verin.   

Üstelik Konstandinos Lordos, söz konusu Maraş’taki ata yadigari mülkleri 1913’den beri kullanmanın bedelini, güney Kıbrıs’ın tümünü satsa bile asla ödeyemez. Hele böbürlenerek ve ağzı dolarak bahsettiği deve limanındakileri mülklerinin kullanım bedelini hiç ödeyemez.
Bayram değil, seyran değil, Konstandinos Lordos Salı gecesi Başbakanımız Ferdi S. Soyer’i niçin Larnaka’daki otelinde yemeğe davet etti? 

15 Mayıs 2008
Sayın Talat Sözünüzü Tutunuz için yorumlar kapalı
Okunma 53
bosluk

Tecavüzcüye 500 Yıl Hapis

Tecavüzcüye 500 Yıl Hapis

Pazartesi günü Mağusa’da gerçekleştirilen tecavüz olayı beni derinden yaraladı ve çok olumsuz etkiledi.

Hiçbir kimsenin diğer bir insana zor ve şiddet kullanarak tecavüz etmeye hakkı yoktur.

Son yıllarda Kıbrıs’ta bu güne kadar yaşanmamış, görülmemiş suçlar işlenmeye başlandı. Özellikle erkek çocuklara tecavüz edilmesini, üniversite yıllarım hariç son 50 yıldır yaşadığım Kıbrıs’ta, bu dünyalar güzeli ülkemde, hiç duymamıştım.

Ne gencecik kızlarımıza, ne de kadınlarımıza tecavüz edilmesini, hele döverek ve zor kullanılarak tecavüz edilmesini kabul etmek mümkün değildir.

Bunları yapan yaratıkları lanetliyorum.

Yaratık diyorum çünkü insan demeye dilim varmıyor.


Bu yaratıklar, kendi cinsel arzularını tatmin etmek uğruna gencecik insanların hayatlarının yaşam boyu kararmasına neden olmaktadırlar.
Tecavüze uğramış kişilerin aldıkları fiziksel yaralar zaman içinde iyileşip geçerken, manevi yaraların iyileşmesi yaşam boyu mümkün olmamaktadır. 

Tecavüze uğramış kişilere çevresindeki insanların uyguladıkları sosyal davranışlar, her zaman bu kişilerin bu lanetli olayı hatırlamalarına ve tekrar tekrar yaşamalarına neden olmaktadır. Hayatları istemleri dışında bir kere karartılmıştır artık. 
   
Tüm bu insani olumsuzluklara ilaveten, bu menfur olay KKTC’mizin Üniversite yaşamını da olumsuz etkileyecektir.

Ekonomimizin en büyük lokomotifi olan Üniversite sektörünün bu insanlık dışı olaydan etkilenmemesi söz konusu değildir. Yurt dışındaki anne ve babalar üniversite eğitimi almaları için KKTC’ye çocuklarını gönderirken bundan böyle iki kez düşüneceklerdir.


Artık bu tür suçları önlemek için “akıl uçuklatacak” cezaların verilmesinin zamanı gelmiştir. 

19.cu yüzyıla kadar Avrupa’da, hırsızların ve tecavüzcülerin alınları, kızgın demirle, işledikleri suçun cinsine göre suçu tanımlayan bir harf ile dağlanmaktaydı.  Örneğin tecavüzcülerin alınları “T” harfi ile dağlanmaktaydı ve tecavüzcü böylece bu suçunun ceremesini hayat boyu alnında taşımaktaydı. Her Allahın günü etrafındakiler tarafından bu harf nedeni ile lanetlenmekteydi ve toplumdan da dışlanmaktaydı.

Benim önerim, pazartesi günü Mağusa’daki tecavüz olayını acımasızca gerçekleştiren bu yaratıktan başlamak üzere, tüm tecavüzcüler önce hadım edilmeli sonra da 500 yıl hapse gönderilmelidir.


Ceza infaz yasası, suç işleyen kişilerin, mahkemelerimizce verilen cezaların büyük oranda azaltılarak, kısa bir süre hapiste yattıktan sonra dışarı çıkmalarına olanak tanımaktadır.

Tecavüzcülere verilecek ceza 500 yıl hapislik olmalıdır ki, ne ceza infaz yasasının öngördüğü indirimlerden yararlanıp kısa bir müddet hapis yattıktan sonra dışarı çıkabilsinler, ne de bir daha güneş yüzü görebilsinler.

Kendi hayatları da, tecavüz ederek acımasızca kararttıkları kişilerin hayatı gibi kararsın.


İlgili yasaların değiştirilmesi ve cezaların arttırılması için milletvekili arkadaşlarımla görüştüm. Topu yargıya attılar. Onların yetkisindedir, biz ceza verilmesinin kapısını açtık, cezaları istedikleri gibi arttırabilirler yanıtını verdiler.

Yargıdaki arkadaşlarımla görüştüm, “Yasaları meclis yapar biz de uygularız. Cezaların alt sınırı yoktur ama üst sınır vardır. Biz istediğimiz ağırlıkta ceza veremeyiz” diyerek topu geldiği yere iade ettiler.
      
Anlaşılan böylesi bir uygulamanın yürürlüğe konması için üst kattan birilerinin bu işe bulaşması ve düğmeye basması lazım.


Sıra şimdi Başbakanda ve Cumhurbaşkanında. Her ikisinin de eşleri çok saygın, sosyal ve duyarlı kişiler. Bu konuya ağırlık koymaları gerekli.
Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımız, birlikte veya ayrı ayrı, Meclisteki siyasi partiler ile “Ceza Yasası”nda yapılacak tadilatlar ile ilgili olarak hemen görüşmeliler.


Tüm siyasi partiler ve tüm Milletvekilleri siyaseti ve politik çekişmeleri bir kenara bırakarak, bu konuda bir konsensüs oluşturmalılar. Yasa değişikliği için özel bir komite kurarak yasadaki tadilatı görüşmeliler ve hemen “ivedilik” kararı alarak ilgili yasada tadilat yapıp tecavüzcülere ve gerekirse de diğer suçların faillerine hak ettikleri “akıl uçurtan” cezaların verilmesini sağlamalıdırlar.

Sivil Toplum Örgütlerimizi de bu konuda göreve davet ediyorum. Siyasiler üzerinde lütfen baskı kurun.

Tecavüz gibi çirkin ve insanlık dışı olayların önlenmesinin başka bir yolu yoktur.

Duyarlı bir vatandaş olarak hükümetimden, mecliste bizleri temsilen görev yapan milletvekillerinden talebim aynen budur.

14 Mayıs 2008
Tecavüzcüye 500 Yıl Hapis için yorumlar kapalı
Okunma 64
bosluk

Rumların Yeni Tezgahı

Rumların Yeni Tezgahı

Fransa, 1 Temmuz-31 Aralık 2008 tarihleri arasındaki başkanlık dönemi için Haziran ayının sonunda AB dönem başkanlığını üstlenecek. Fransa Başbakanı François Fillon harıl harıl başkanlığa hazırlanıyor ve bu yöndeki ilk işi de Rum tarafını ziyaret etmek oldu.
Hem Kıbrıslı Rumlara arka çıktı, hem de Türkiye’ye posta koydu.
İsterse telgraf koysun. Ateş olsa cürümü kadar yer yakar.


Rum Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas ile görüşmelerde bulunmak ve arka çıkmak için ada’ya gelen Fransa Başbakanı François Fillon, ayağının tozu ile Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı olduğunu dile getirdi.
Neden olarak da AB üyesi Kıbrıs’ta Türk askerlerinin bulunmasını gösterdi. Fransa Rumlarla, kara, hava ve deniz askeri üsleri antlaşmaları imzaladı ama dilin kemiği, Fransızlarda da utanma yok. Fillon’a göre Fransız askerlerinin adada bulunması yasal, Türkiye’nin ki ise işgal.


Fillon atıp tutar da, Hristofyas geri mi kalır.
Yanında Fillon’u hisseden Hristofyas da Talat’a gönderme yaptı ve “İlerleme kaydedilmeden görüşmelere başlanacağına dair bir taahhütte bulunmadığımızı belirtmek isterim” diyerek, kapsamlı görüşmelere zemin hazırlamak amacı ile komitelerdeki uzmanlar arasında görüş birliğine varılabilmesi için Kıbrıs sorununa ilişkin doğrudan görüşmelerin kısa bir süreliğine ertelenmesi talebini Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a ileteceğini ima etti.


21 Mart görüşmesinde, “Bir sonraki Talat-Hristofyas randevusu, özlü müzakerelerin başlaması için 3 ay içerisinde komitelerin varacağı sonuçlar kullanılarak gerçekleşecek. Sonuç çıkmaz ise iki taraf durumu yeniden gözden geçirecek.” mutabakatı sağlanmıştı.
Söz konusu 3 aylık dönem, 21 Martta başladı ve 21 Haziranda da sona erecek.


Belli ki daha şimdiden Hrsitofyas, kapsamlı ve özlü görüşmelerin başlamasını sudan bahaneler yaratarak ertelemek niyetinde.


Talat’ın davranışları ve duruşu beklediği gibi değil. Talat’ı Türkiye’ye karşı kışkırtmayı ve Kıbrıslı Türkler de Türkiye’yi istemiyor imajını yaratmaya planlamışken, Talat’ın Türkiye ile uyum içinde hareket etmesi ve Partenojenez devlette ısrar etmesi, Hristofyas’da düş kırıklığı yarattı.
Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki kırmızı çizgilerinden geri adım atmayacağını açıklaması ise Hristofyas’ı beklenmedik bir şekilde zora soktu.

Türkiye’nin, AB-Türkiye müzakere çerçeve belgesinde olmasına rağmen Rum bayraklı taşıtlara hava ve deniz limanlarını açmamak konusundaki dik duruşu ve Kıbrıs sorununun çözümünü AB-Türkiye müzakerelerine endekslemesi ise kendini barış havarisi gibi satmış olan Hristofyas’ın planlarını iyice bozdu.

Belli ki işler Hristofyas’ın düşündüğü ve planladığı gibi gelişmedi.  


Planlarını değiştiren Hristofyas’ın yeni stratejisi, Fransa’nın AB Dönem Başkanlığını Rumların çıkarları doğrultusunda tepe tepe kullanmak.
Bu doğrultudaki ilk hedefi, Teknik komiteler ve Çalışma Gruplarındaki görüşmeleri çıkmaza sokmak ve herhangi bir ilerleme kaydedilmesine mani olmak.

Bu nedenle de Yakovu’ya talimatını verdi bile.


Görüşmelerin başladığı günlerin aksine, şimdi komitelerin Rum üyelerinin sorumluluk almalarına ve inisiyatif kullanmalarına mani olundu. Görüşmelerde Rum üyeler konum almaktan, bazı ortak kararları benimsemekten ısrarla kaçıyorlar ve Yorgos Yakovu’dan direktif almak amacıyla da zaman talep ediyorlar. Bu kişiler Yakovu’dan direktif almadan en küçük ve önemsiz bir konuda bile rıza gösteremiyorlar.
Madem böyle olacaktı, ne diye tüm konuları Yakovu ve Nami görüşmüyor da öne piyon gibi komite üyelerini sürdüler.


Tabii hedef başka ve belli oldu.

Hristofyas BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesini Türkiye’ye baskı yapmaya çağırırken, Rum Dış İşleri Bakanı Kyprianou da AB üyesi ülkeleri dolaşarak Kıbrıs sorunundaki katı tavrını değiştirmesi için Ankara’ya müdahale etmelerini istiyor. Hristofyas “Siz Türkiye’ye baskı yapın ben Talat’ı hallederim” lafını boşuna söylemedi.
 
Planının 1.ci aşaması Slovenya’nın AB Başkanlığı döneminde masaya oturmamak ve müzakerelerin devam etmesine Türk tarafını suçlayarak mani olmak.

Hristofyas, önümüzdeki 3-4 hafta içinde yapay olarak yaratacağı bir bahane ile Talat’ı görüşmelerin devam etmesine mani olmakla suçlayacak ve 21 Mart görüşmesinde mutabakata varıldığı gibi, kapsamlı ve özlü görüşmeleri başlatmak için 21 Haziran tarihinde masaya oturmayacak.
Planın 2.ci aşaması ise, 1 Temmuz 2008 tarihinde Fransa AB Dönem Başkanı olunca, AB Komisyonlarından ve Konseyden Türkiye aleyhine ağır kararlar çıkarttırmak ve masaya oturmak için koşullar öne sürerek Türkiye’den ve dolaylı olarak da Talat’tan taviz koparmak.


Hristofyas öncelikle Türkiye’nin ve Talat’ın, “partenojenez devlet” yani “Geçmişi olmayan yeni bir devlet oluşturulması” fikrinden vazgeçmelerini istiyor. Amacı 4 Mart 1964 doğum tarihli mevcut Kıbrıs Rum Cumhuriyeti yapısında tadilat yapmak ve Federasyon yutturmacası ile Türkleri güya ortak olarak içine alarak, üniter (Rum) devlet sistemini devam ettirmek.
Buna paralel olarak da Fransa’dan, Kıbrıs adasının tümü ile AB’nin Garantörlüğü içine sokulması yönünde çalışma başlatmasını ve Türkiye’nin müdahale hakkı ile garantörlüğünün iptal edilmesini de gündeme getirmesini isteyecek.

Minareleri gözüken köy, kılavuz istemiyor…

12 Mayıs 2008
Rumların Yeni Tezgahı için yorumlar kapalı
Okunma 38
bosluk

Deniz Suyunu Arıtma Beni Korkutuyor

Deniz Suyunu Arıtma Beni Korkutuyor

Khawla AbdulMohsen Al-Shayji adlı bir öğrencinin Virginia Polytechnic Institute’a sunduğu Doktora tezinde atalarımızla gururlanacağımız bir bilgi var . Bu bilginin “Jeddah: A portrait of an Arab town,  Bir Arap Kentinin Portresi: Cidde” adlı kitapta da bulunduğu belirtilmektedir.

Söz konusu tezde yazılanlara göre 1907 yılında “Modern deniz suyu arıtma tesisleri ilk defa Türkler tarafından Cidde’ye kurulmuş ve 1928 yılına kadar şehre mütevazı miktarda içme suyu sağlamış. Bu tesis 1940’lara kadar faaliyette kalmış, Fatıma vadisinden getirilen su Cidde’ye ulaştığında da tesis müzeye dönüştürülmüş.”

Kitaptaki varsayıma göre Osmanlılar tarafından 1800’lerin sonuna doğru kurulan bu tesiste büyük bir olasılıkla, deniz suyu önce ağzı sıkı sıkıya büyük bir kazanda kaynatılmaktaydı ve oluşan buhar da borularla soğutulmuş kazanlara aktarılarak damıtılmaktaydı.  Tuz sıcak kazanın dibine çökerken, diğer kazana aktarılan buhar iyi suya dönüşüyor ve üzerinde varilden yapılmış tankların bulunduğu arabaları çeken binek hayvanlarıyla şehre taşınıyordu.


Çağımızın en son teknolojilerine göre deniz suyunu tuzundan arındırmak için daha değişik iki yöntem uygulanıyor.

Suya basınç uygulayıp içinden metan gazı pompalamak yöntemlerden biri. Suyun yüzeyinde hemen, metan ve su moleküllerinden oluşan kristaller beliriyor. Bu kristalin yapısı yalnızca su ve metan moleküllerini barındırdığından, tuz geride kalmış oluyor. Kristalleri ayırıp erimeye bırakmak ve metan gazı buharlaşırken, oluşan saf suda bir başka kapta toplanıyor.


Diğer yöntem ise, ‘ters osmozis’ düzeneği. Bu yöntemde tuzlu su, yarı geçirgen olan, yani çözücüyü geçirip de çözüleni geçirmeyen bir zar üzerinden, (düşük yoğunluktaki bir bölgeden daha yüksek yoğunluktaki bölgeye doğru difüzyon) geçirtilerek içilebilir hale getiriliyor.
Her iki yöntemde de atık oluşuyor.


Gazimağusa’da deniz suyunun arıtılarak içme ve kullanma suyu elde edilmesi için günde 5 bin metreküp kapasiteli bir su arıtma tesisi kuruluyor. İhalesi bitti ve imzalandı.

Bafra sahilinde ise, günde 8 bin ton kapasitede su arıtan Bafra Tatil Köyü ve Bölgesi Deniz Suyu Arıtma tesisi hayata geçirildi.

Her iki tesis de, Akdeniz’den çekilen ve tuzluluk oranı 38 bin ppm olan deniz suyunu  228 ppm’e düşürerek içilebilir su haline dönüştürüyor. Zaten Bafra’daki çalışmaya başladı bile.

Sahillerimizdeki deniz suyunun özgül ağırlığı 1,035000 gr/cm3. İçilebilir hale dönüştürülen suyun özgül ağırlığı ise 1,000228 gr/cm3. Yani her 1 cm3 (yaklaşık 1 gr) içilebilir su için 0.034772 gr atık ortaya çıkmaktadır. Veya her 1 ton (yaklaşık 1 m3) için 34.772 kg atık. 


1 m3 içilebilir su elde etmek için yaklaşık olarak denizden 4 m3 su çekilmekte ve 3 m3 atık su elde edilmektedir. Bu atık suyun yoğunluğu 1.04659 gr/cm3 dir.  

Bu atık sular asla septik kuyulara verilemez. Verilirse yeraltı sularımızı kirletir,  çevreye zarar verir, kirlilik yaratır ve ekolojik dengeyi bozarak yöreyi çölleşmeye doğru götürür. Bu nedenle atık su tek çare olarak akıntı yönüne göre denize bırakılır.


Sadece Mağusa ve Bafra’da günde 13 bin ton su bu tesislerde arıtıldığına göre, her gün denize yaklaşık 40,000 ton, ayda 1,200,000 ton ve yılda da 14,400,00 ton, özgül ağırlığı 1.04659 gr/cm3 olan, yani çok yoğun ve kirli bir atık su bırakılmaktadır.   

Zaman içinde bölgemizde deniz kirliliğinin oluşacağı kesindir.

20.ci yüzyılın başında sınırsız sayıda üretilen motorlu araçlar nasıl kirlenilmez zannedilen havamızı kirlettiyse, şimdi de sıra denizden su arıtma ile denizlere geldi. Bu yöntem acımasızca ve vahşi bir şekilde uygulanırsa 21.ci yüzyılın sonuna doğru denizlerde içinde yaşanamaz derecede kirlenmiş olacaktır. Şimdiden bunun tedbiri alınmalıdır.


Sıcak havalarda klimalar çalışırken, soğurma nedeni ile oluşan temiz su yöntemi örnek alınarak, özellikle Girne ve Mağusa’da çok yoğun ve rahatsız edici düzeyde olan havadaki nemin içme suyuna dönüştürülmesi gerçekleştirilebilirse, denizlerimizi ve çevreyi kirletmeden içme suyu elde etmek olanağı yaratılabilir.

Diğer yöntemler ise çok ürkütücü ve korkutucu.

11 Mayıs 2008
Deniz Suyunu Arıtma Beni Korkutuyor için yorumlar kapalı
Okunma 546
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 Şehitlerimiz-amblem kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar