Rumlar Nihayet İtiraf Ettiler

Rumlar Nihayet İtiraf Ettiler

Türkiye’den gelip adamıza yerleşen soydaşlarımıza “Yerleşik” tanımını yaparak yerli yersiz çıkışlarıyla devamlı olarak bu konuyu gündemde tutmaya çalışan Rumlar, nihayet kendi yerleşikleri ile ilgili olarak, sayıları abartılacak kadar az olmasına rağmen itiraflarda bulunmaya başladılar.

1974 Mutlu Barış Harekatı sonrası adamıza gelip yerleşen soydaşlarımızın bir çoğu, en azından benim tanıdıklarımın büyük çoğunluğu, birinci göç dalgası olarak tanımlanan 1914 yılında adanın İngiltere tarafından tek taraflı olarak Büyük Britanya İmparatorluğuna ilhak edilmesinden sonra Türkiye’ye göç eden kardeşlerimizin torunlarıdır.
24 Temmuz 1923 Lozan antlaşmasından sonra da, antlaşmadaki 20 ve 21.ci maddeye göre onbinlerce Kıbrıs’lı Türk İngiltere hükümranlığı altında yaşamayı reddettikleri için ikinci göç dalgasını başlatarak Türkiye’ye göç ettiler.

Söz konusu toplu göçler başlayınca Mersin’de yoktan yaratılan Yeniköy adlı 300 hanelik  bir köy, bu göçleri ispatlayan ve hala daha ayakta duran güzel bir örnektir. Bu köyü Atatürk, sadece Kıbrıs’tan gelen göçmenler için kurdurtmuş, arkasından da Kıbrıs boşalmasın diye göçü durduran bir kararname çıkartmıştır.
 
Rum tarafında günlük yayınlanan DISY’ci Politis, DIKO’cu Fileleftheros, EOKA B’ci Simerini ve AKEL’ci Haravgi “yerleşik” diye tanımladıkları soydaşlarımız konusundaki her gün haber veya yorum yazıları yayınlayarak konuyu canlı tutmaya çalışıyorlar.


Gerçekte SAMTAY Vakfının arşivindeki belgeler çok zengin. Artık günüm bu belgelerin içinde iğne ile kuyu kazarak geçiyor.

1878 yılından itibaren adaya sistematik olarak yurtdışından taşınan
Rumlarla, yani “Rum yerleşik”lerle ilgili derinlemesine bir çalışma başlattım. Rumların başarılı bir şekilde kararttıkları bilgilere rağmen daha evvel yaptığım çalışmalara göre 1964 yılından günümüze kadar adaya taşıdıkları Rum yerleşiklerin sayısı yaklaşık 230 bin.
Bu güne kadar bu yerleşiklerden bahseden hiçbir Rum çıkmadı. Dün nihayet Kıbrıs’ın eski Başsavcısı Alekos Markidis ağzından kaçırıverdi. Rumlar düne kadar melek pozundaydı ve sanki ak sütten çıkmış kaşık gibi adada hiç “Rum yerleşik” yokmuş havalarındaydılar.
 
Bulgularıma göre 19.cu yüzyılın sonundan başlamak üzere 20.ci yüzyılın başından itibaren Kıbrıs’a belirli yıllarda göçmen olarak on binlerce Rum gönderilmiş.

1900, 1905, 1908, 1920-1925 arası, 1944-1950 arası, 1958-1964 arası ve özellikle 1980 sonrasında sayıları yüzbinleri aşan Rumlar adamıza göçmen olarak gönderilmişler veya gelmişler ve adanın demografik yapısını Rum nüfusu lehine başarılı bir şekilde bozarak yapıyı temelinden değiştirmişler.

Nedense bu gerçeği hiç kimse dile getirmiyor. Bizim aramızdaki birkaç kişi bile hiç yüreği cız etmeden Türkiye’yi suçlayabiliyor, AB’ye şikayet mektupları yazabiliyor ama Rumların yerleşiklerini araştırmayı hiç akıl etmiyor. Bu konuda derlediğim bilgileri kitaplaştırmak üzereyim. Kitap yayınlanınca adada kimin demografik yapıyı sistematik bir çalışma ile değiştirdiğini hem güneydeki Rumlar hem de içimizdeki Rum sempatizanları iyice görecekler.
   
Markides’in dün Rum tarafında yayın yapan Super Sport FM isimli radyoya konuşurken söylediklerine, bana göre de itiraflarına göre, Papadopulos hükümeti, 2004 yılının Şubat ve Mart aylarında, içinde benim de yer aldığım Lefkoşa Uluslar arası havaalanında yapılan görüşmelerden hemen sonra 24-31 Mart tarihleri arasında Bürgenstock’da yapılan Annan planın görüşmeleri akabinde, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a, Kıbrıs sorunu çözüldükten sonra adada kalacak olan 45 bin “Rum yerleşik”in isim listesini vermiş.

Her ne kadar bu sayı, rakamsal olarak çok komik olup gerçek sayının neredeyse beşte biri olsa da, en azından güneydeki “Rum yerleşik”lerin resmi olarak varlığını ortaya koymaktadır.


Alekos Markidis’in kullandığı cümleler, Rumların konuya nasıl baktıklarını da çok güzel bir şekilde gözler önüne seriyor.
Markides’in söyleşide kullandığı cümle aynen şöyle; “‘Yerleşiklerin, özgür bölgelerde bulunan yasal muhacirlerle eşitlenmesi bizim tarafın hoşuna gitmiyor olabilir, ama gerçekte, eğer Kıbrıs sorununu çözmek istiyorsak bu uzlaşıyı kabul etmemiz gerekir” .


Bu cümlede benim dikkatimi çeken çok önemli iki tanım var. “(Türk) yerleşikler” ve “Özgür bölgelerde bulunan yasal muhacirler”.
Bu iki tanım, Rumların “yerleşikler” konusuna ve diğer tüm konulara nasıl ve hangi açıdan baktıklarını çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor.
Yani kuzeye yerleşen soydaşlarımız, çoğunun kökeni Kıbrıs’lı bile olsa, yasal değil ve demografik yapıyı bozmak amaçlı. Tanımları da “yerleşik”.
Güney Kıbrıs’a yerleşen Kıbrıs’lı Rum olmayan kişiler veya aileler ise hem kanunlara uygun, hem de “Yasal Muhacir” statüsünde. Demografik yapıyı bozmuyorlar ve adada varoluşları da “yasal”. 


Bizim yaptığımız her şey “Kanunsuz”.
Rumların yaptıkları ise “Kanunlara uygun”.

İşte mantık bu.

“Biz devletiz ve ne yaparsak yasaldır. Siz Türkler tanınmış devlet değilsiniz ve ne yaparsanız kanunsuzdur.” inanışı Rumların kafasına bir daha silinmemek üzere kazınmış. 
 
Ve biz bu kafadaki insanlarla, Cumhurbaşkanımız M. A. Talat’ın sözleri ile “Eşit statüde iki devlet ile eşit siyasi haklara sahip iki halk” olarak ortak bir devlet kurmak için görüşmeler yapıyoruz.

Rum bu kafada olduktan sonra, bırakın eşit siyasi haklara sahip egemen iki devletin oluşturacağı ortak bir devlet kurmayı, ortak bir şirket bile kuramayız. Rum illaki patron ben olacağım diye direğin tepesine çıkar, gerekirse AB’yi ve BM’yi devreye sokar, Türkiye-AB katılım müzakerelerinde de rezillik çıkararak içinde “patron” kelimesi geçen bir başlığı dondurtur.

8 Mayıs 2008
Rumlar Nihayet İtiraf Ettiler için yorumlar kapalı
Okunma 40
bosluk

Hristofyas Da Mutasyona Uğradı

Hristofyas Da Mutasyona Uğradı

Benim son 4 yıldır yakından tanıdığım Hristofyas böyle değildi.


Doğruya doğru, eğriye eğri diyen biriydi. Pek de kıvırmayı sevmezdi.


1963-74 yılları arasında Rum ağabeyleri tarafından Kıbrıs’lı Türklere yaşatılan “Karanlık Günleri”, katliamları ve soykırımı da bilirdi. 


Demek “Pire hikayesi” misali, koltuk da, insanı sağır ediyormuş.


Hikaye bu ya, bilim adamının biri pireler ile ilgili bir araştırma başlatmış ve “zıpla” deyince zıplamayı, “yürü” deyince yürümeyi, “yuvarlan” deyince de yuvarlanmayı öğretmiş. Zıpla deyince yerden bir karış yukarı zıplıyormuş bizim pire. Araştırmasının ikinci bölümünün konusu ise pirenin duyma yetenekleri imiş. Bir sürü testten sonra, pirenin ön ayağının birini koparmış ve pireye “zıpla” demiş. Pirecik zar zor zıplamış ama eskisi kadar yükseğe değil. Bir tane daha ayak koparmış ve gene “zıpla” demiş. Pirecik bu sefer gene zıplamış ama yerden iki parmak yukarı çıkabilmiş ancak. Bir ayak daha koparmış ve zıpla demiş. Pire zar zor, ıhlaya puflaya zıplamış. Ancak 1 parmak yükselebilmiş. Araştırmacı son ayağı da koparmış ve pireye zıpla demiş. Pirede hareket yok. Sesini yükseltip bir daha zıpla demiş. Gene pirede hareket yok. Bu sefer komut değiştirmiş ve “yürü” demiş. Bakmış pirede hareket yok. Son deneme olarak “yuvarlan” demiş. Pire hiç kıpırdamamış. Ve bilim adamı defterine deneyin sonucunu yazmış… “Pirelerin ayakları kesilince, duyu yeteneklerini yitirip sağır olmaktadırlar.”       


Hristofyas’ın sözcüsü Stefanu’yu da son gördüğümde daha Hristofyas seçilmemiş, kendisi de sözcü olmamıştı. Hafif düzeyde geçirdiği beyin kanamasını atlatmış ve klinikten çıkmıştı. Slovak elçiliğinde bir toplantı yapmıştık.


O da, aynen Hristofyas gibi, koltuğa oturmadan önce Türklerle her tür işbirliğine hazır olduğunu beyan edip, Türklerin eşit statüde olacağı bir devlet hayal ettiğini dile getiriyordu.


Anlaşılan  “Pire hikayesi” bizim Stefanu için de geçerli olmuş.
    
Artık kulakları sağırlaşmış olan bizim Hristofyas, Rus ITAR TASS Haber Ajansı Gn. Md. Vitali İgnatenko’yu ve Rusya Federasyonu Üst Meclis Senatörlerinden Ralif Safin’i, Cuma günü Rum Başkanlık Konutu’nda kabul etti.


Rusya’ya şükran ve teşekkür faslından sonra görüşmeler hakkında bilgi verdi ve sözlerini “Kıbrıs, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler için ortak bir evdir. Özgür ve yeniden birleşmiş bir Kıbrıs için mücadele ediyoruz” diye bitirdi. Demek ki bizim Hristofyas son zamanlarda hem sağır olmuş hem de hafıza kaybına uğramış. Maalesef daha yeni haberim oldu. Vah vah.


Madem bu Kıbrıs bizim ortak evimizdi, ne diye 1963’den 1974’e kadar evlerimizi, köylerimizi yakıp yıktınız, adada yaşamı bize zindan ettiniz. O zamanlar Kıbrıs ortak ev değildi de, koşullar 1974’de değişince ve Türkiye bizi bağrına basıp, kanatları altına alınca mı aniden “Ortak ev” oluverdi.  


Sonra da Hristofyas ve sözcüsü Stefanos, Cumhurbaşkanı M. A. Talat’a yönelik “uyarı ve sert eleştirilerde” bulundukları ortak bir açıklama yaptılar.


Açıklamalarında, Türkiye’den gelen kardeşlerimizi kastederek “Kolonizasyon bir savaş suçudur ve Kıbrıs sorununun çözümüyle birlikte, kolonizasyona son verilmelidir. Yıllardan beridir Kıbrıs’ta cereyan eden ve Kıbrıs halkının ve özellikle Kıbrıslı Türklerin demografik niteliğini değiştiren bu mesele tatmin edici şekilde çözülmelidir” diyerek, “KKTC vatandaşlarının tümü adada kalacaktır. 30-40 yıldır KKTC’de yaşayan insanların statüsü tartışma konusu değildir” diyen Talat’ı hem tehdit ettiler hem de güya yanıtladılar.


Hristofyas-Stefanu ikilisine göre 1974’den sonra adaya Türkiye’den 120 bin kişi gelmiş ve yerleşmiş, Kıbrıs’lı Türklerin ise 55 bini başka ülkelere göç etmiş ve sayıları 85 bin kalmış.       


Adadaki demografik yapıyı kendilerinin bozduğunu, 1964 yılında RMMO kuruluş kararı Bakanlar Kurulundan geçirilirken, RMMO’da görev yapan tüm Yunan vatandaşlarının aileleri ile birlikte otomatikman Kıbrıs Rum Cumhuriyeti vatandaşı olacaklarını, bu nedenle de 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye girerken aradan geçen 40 yılda yaklaşık 100 bin tane Yunanlıya vatandaşlık vermiş olduklarını ne çabuk unuttular.


Ya Papadopulos’un telgrafında belirttiği gibi Türkleri 45 dakikada temizlemek için Yunanistan’dan getirttikleri 20 bin kişilik tepeden tırnağa silahlı Yunan Tümenini nasıl oldu da unutuverdiler.     


Hadi bunları unuttular diyelim, Kıbrıs’ta Pontuslu olduklarını iddia eden 70 bin Gürcünün, 15 bin Hıristiyan Lübnanlının ve 30 bin Rus’un ne işi var.


Hani eşitlik ilkesi vardı.


Hani Rumların ağızlarında düşürmedikleri, 2 toplumlu, 2 bölgeli Federal Devlette Türklerin eşit hakları olacaktı.


Rumların “230 bin tane yerleşiği” yasal olarak kabul edilecek ve adada kalacak ama benim Türkiye’den gelmiş ve 1974 sonrası güneyde doğmuş her Rum’dan daha fazla Kıbrıslı olan KKTC vatandaşı kardeşlerim, gayrı-yasal statüye sokulacak, kolonizasyonla suçlanacak ve geri gidecek.


Bizden, 1963-74 arasındaki katliamları unutmamızı, Türk askerinin geri gitmesine ve Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılmasına da “evet” dememizi bekliyorlar. Anlaşılan Rum politikacılar kötü bir hafıza kaybına uğramışlar.
        
Görüşmeler hikâye. Bir şey çıkacağı yok. Çıksa da ertesi gün bozulacak, aynen 1963’de olduğu gibi. En iyi çözüm komşu komşu yaşamak olacak bu güzel adada. Gerisi, tam Kıbrıs Türkçesi ile “fasa fiso”.


Ben de bir bilim adamıyım ya, her ne kadar bilim dalım farklı olsa da, Rum politikacılarla yaptığım tüm bu iletişim ve deneysel görüşmelerden sonra ben de bir sonuca vardım artık. “Rum politikacılar koltuğa oturunca hem sağır oluyorlar hem de hafıza kaybına uğruyorlar”.


Aynen böyle.


Camlayıp masamın karşısındaki duvara asacağım.

5 Mayıs 2008
Hristofyas Da Mutasyona Uğradı için yorumlar kapalı
Okunma 54
bosluk

Sezarın Hakkını Sezara Vermek

Sezarın Hakkını Sezara Vermek

Toplum olarak kötü bir alışkanlığımız var. Bazen halkımız için didinen insanları, çalışan kurumları ve halkın rahat yaşamasına yönelik yönünde çalışmalar yapan kuruluşları acımadan eleştirir, yerden yere vururuz.


Bu yolda, küçük çıkarlar için büyük zararlar vermeye çalışırız.


Tabii ki bunun zararı hedef alınan kişiye veya kuruluşa olurken, suya atılan taşın suya düştüğü noktada oluşturduğu çalkantının, etrafa halka halka dalgalar şeklinde yayılması gibi, kuruma veya kuruluşlara verilen zararın yan etkileri de, halka halka vatandaşlarımıza yayılmakta ve olumsuz etkiler yaratmaktadır.



Son birkaç gündür yerel bir gazetemizde, Mağusa Tıp Merkezi ile ilgili çıkan yazılar, bir Mağusa’lı olarak beni çok üzdü.


Maksat CTP hükümetini mi eleştirmekti, yoksa Mağusa Tıp Merkezini mi eleştirmekti, bir türlü anlayamadım. Ama eleştirinin politik olduğu ve maksadın üzüm yemek değil de  bağcıyı dövmek olduğu çok açık.


Yazıda, yapılan usulsüz bir uygulama ile eşdeğer paketinden bir arazinin çıkartıldığından ve Mağusa Tıp Merkezi’ne satıldığından bahsedilmekteydi. Bu kararı alanlar ise acımasızca eleştiriliyor, işin içine politika katılıp, konu politik boyutlara çekiliyor. Belli ki hedef, Mağusa Tıp Merkezi ve Tıp merkezinin yöneticilerinin CTP sempatizanı oldukları iddiası ile de CTP. Yani hem politik hem de mesleki.
 
Şirketler Mukayyitliğindeki kayıtlı ismi Mağusa Tıp Merkezi LTD. olan Mağusa Tıp Merkezi, 1995 yılında, müteşebbis ve Mağusalılara hak ettikleri sağlık hizmetini verebilmek için bir araya gelen pırıl pırıl doktorlarımız tarafından kuruldu.


Yanlış anlaşılmasın, Mağusa devlet hastanesini de kınamıyorum ve yermiyorum.


Rahmetlik Dr. Burhan Nalbantoğlu’nun, 1963’de başlayan karanlık günler sonrasında elinde çekiç ve çivi ile Mağusa kale içinde kurduğu prefabrik binada hizmete başlayan ve 1974 sonrasında da eski Rum hastanesine taşınan Devlet hastanemiz, elindeki olanaklarla, Mağusalılara kırk yıldan fazladır hizmet vermiş, geçen yıl da yeni binasına taşınmıştır. Bürokrasinin, devlet hastanemizin her zaman, özel hastanelere kıyasla daha yavaş çalışmasına ve daha geç çağdaş aygıtlara kavuşmasına neden olduğu da bir gerçek.   


Mağusa Tıp Merkezi, verdiği hızlı, güvenli ve kaliteli hizmet nedeni ile kısa sürede hızla büyüdü ve ilk kurulduğu apartman tipi binaya sığamaz hale geldi. 2003 yılında ise yeni ve çağdaş bir hastane olarak planlanan bu günkü binasına taşındı.


Taşınmaya taşındı da, çalıştırdığı 75\’in üzerinde personel, 35\’e yakın doktor ve yıllık 40 binden fazla hasta nedeni ile bulunduğu yere gene sığmamaya başladı. Taşındıktan kısa bir zaman sonra da ISO 9001:2000 kalite belgesini aldı. Yani kalitesini bir basamak daha yukarı çekti.


Aslında bozulan, kırılan veya iş göremez olan herhangi bir eşyayı satın alabiliyorsunuz ama sağlığınızdan kaybettiğinizi bir kere daha geri satın alabilmek olanağınız yok. Giden sağlık, bir daha geri gelmiyor. Bu nedenle sağlık ve kaliteli bir sağlık hizmeti, insanoğlu için çok önemli. Önemliden de öteye yaşamsal bir gereksinim.


Mağusa Tıp Merkezi son yıllarda yaptığı birçok yatırımın yanı sıra, çok pahalı olan kalp anjiyosu ve kanser taraması yapan 64 dedektörlü Multislice Tomografi cihazı ve Greenlight Prostat Lazer aletlerini alarak, kanserin ve kalp hastalıkların çok yaygın olduğu ülkemizde erken tanıya yeni ve çağdaş bir kapı açtı.


Erken tanı hayat kurtarıyor, geç tanı ise kader olarak tanımlanıyor. Bir insanın son bulmuş hayatını kim para aile satın alabilir veya geri getirebilir ki. Hiç kimse.
 
Bu toprak işi konusunda CTP’ye benim de canım çok sıkkın.


Ama bu seferkinin nedeni politik değil.


Özellikle canımın sıkkınlığı Bakanlar kurulundaki Bakanlara. Halka verdikleri kaliteli sağlık hizmetinden dolayı kabına sığamayan ve büyüme sancıları çeken Mağusa Tıp Merkezine söz konusu araziyi sattıkları için canım çok sıkkın.


Bence söz konusu araziyi Tıp Merkezine hibe etmeleri veya düşük, sembolik bir kira ile uzun vadeli kiralamaları gerekirdi. Sağlık konusunda, toprağa atılan paraya çok yazık oluyor diye düşünüyorum.


Tıp merkezi toprağa ödenen bu para ile bir başka yeni ve çağdaş alet alabilir, tedavi ile erken tanıya yeni bir soluk daha katabilirdi. 


Ama ne yazık ki politikacıların eleştirilme korkusu, toprağın satılmasına neden olmuş.


Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir.


Ben hiç CTP’li olmadım, CTP’ye oy da vermedim. Mağusa Tıp Merkezi ile uzaktan yakından bir alakam da yok ama söz konusu arazinin Mağusa halkına aksamasız ve kaliteli sağlık hizmeti veren Tıp Merkezine kazandırılmasına olanak sağlayan Bakanlar kurulunu kutlarım. Bence doğru olanı yaptılar.


Keşke hibe veya uzun vadeli kira kararı alsalardı ve Tıp Merkezi de o parayla bir başka önemli tıbbi cihaz daha alabilseydi. O aletler hepimiz için, hepimizin sağlığı için. Bence toprağa yapılacak yatırımdan çok daha kıymetli.

4 Mayıs 2008
Sezarın Hakkını Sezara Vermek için yorumlar kapalı
Okunma 55
bosluk

Bu Görüşmeler Son Fırsat Mı?

Bu Görüşmeler Son Fırsat Mı?

Zaman zaman Kıbrıs sorunu ile ilgili uluslararası kimliğe sahip siyasiler, Şubat 2008 seçimlerinde Hristofyas’ın Rum Cumhurbaşkanı seçilmesi ile Kıbrıs sorununa çözüm yolunda yeni bir momentumun yakalandığını dile getirmeye başladılar. 

Talat ile Hristofyas, şu anda her iki tarafta da iktidarda bulunan partilerin liderleri. AKEL ve CTP’nin 1970 yılında başlayan dostluğu, süreç içinde dostluğu aştı ve dayanışmayı da içine kattı. Dönemin gazetelerinin yazdığına göre, Yeni Düzen gazetesinin ilk matbaa makinesi de AKEL’in sağladığı finansman ile alınmış.  

Partiler arasındaki bu ortak geçmiş, ister istemez liderleri de bu ortak zeminin üzerinde buluşturdu. 

Talat’ın ve Hristofyas’ın birbirlerine “Yoldaş” diye hitap etmelerini çözüm yolunda bir fırsat olarak değerlendiren ulusal ve uluslararası siyasiler, 38 yıldır süren dostluğa ve dayanışmaya bakarak bu kısa 23 aylık dönemin son bir fırsat olduğu üzerinde hemfikirler ve her fırsatta da bunu dile getiriyorlar.

Dile getirmesine getiriyorlar ama Kıbrıs sorununa çözüm yolunda ne Hristofyas’ın bu ortak geçmişi derinlemesine algılayarak değerlendirmek aklına geliyor ne de diğer Rum politikacıların, akademisyenlerin ve Rum medyasındaki kalemi güçlü köşe yazarlarının.


Uluslararası İlişkiler Profesörü Panayotis İfestos, 26 Nisan 08 tarihinde Simerini gazetesinde yayınlanan “İki Bölgeliliğe Hayır” başlıklı yazısında “İki bölgeli çözüme ‘uyum sağlamamız’ için bizi ‘eğitecekleri’ söyleniyor. Ancak mümkün olan bazı şeyler ve mümkün olmayan bazı şeyler var.

Örneğin Kıbrıs halkı etnik köken veya ırk doğrultusunda ikiye ayrılamaz (aynı sebepten dolayı başka hiçbir halk da) ve devlet etnik-ırk açısından oybirliği ile alınan kararlar doğrultusunda yönetilemez. Bu, en kötü düşmanımıza bile temenni etmediğimiz bir sadomazoşizmdir.” diyerek hem çözümden ne kadar uzak olduğunu hem de yaşanan fırsatın hiç farkında olmadığını ortaya koyuyor.


DIKO’nun yayın organı olan Fileleftheros gazetesi, 28 Nisan 08 tarihinde “Partenojenez intihardır” başlıklı yorumunda ki bu yazı gazetenin baş editörü tarafından kaleme alınmıştır,  “Ankara ve Talat kırmızı çizgileri çektiler ve bu çizgilerin arkasında siper alıyorlar. Gerek yapılan açıklamalardan, gerekse Türk yetkililerin yaptıkları temaslardan, onlara göre başlangıç ve bitiş noktalarının partenojenez olduğu anlaşılmaktadır.

Yani yeni düzeni yaratacak olan iki kurucu devlete dayalı bir çözüm… Gerçekte Kıbrıs Cumhuriyeti’nin dağılmasını isteyen Lord D. Hannay’in fikri bilinmektedir. Bu mantığın kabul edilmesi intihar olacaktır.” diyerek hala daha Papadopulos’un “Üniter Rum Devleti” fikrinde ısrarlı olduklarını okuyucularına duyurmaktadır.


AKEL’in yayın organı olan Haravgi gazetesi ise 28 Nisan 08 tarihinde yayınladığı Kip. K. Rumuzlu ve “Son Fırsat Mı?” başlıklı yazıda “Geçtiğimiz hafta Ankara’ya gerçekleştirdiği ziyareti sırasında Talat şunu söyledi: Bu fırsat (Kıbrıs sorununun çözümü konusunda) son fırsat olabilir. Biraz daha ileriye giderek, Mehmet Ali Talat, şu anda herhangi bir kişinin müzakere masasından ayrılmasının kolay olmadığını açıkladı…
Sayın Talat, herhangi bir kişinin müzakere masasından ayrılmasının kolay olmadığını anlıyorum. Anlamadığım şey, son fırsattan bahsetmeniz ve buna paralel olarak karamsar mesajlar göndermenizdir.” diyerek AKEL’in düşüncelerini ve gerçeklerden ne kadar uzak olduklarını ortaya koymaktadır. 


Ve çok değil daha iki gün evvel Hristofyas’ın, “PanKıbrıs Ortaokulu”nda gerçekleştirilen “Kıbrıslılık üretilmesi” ana temalı 4.cü “Uluslararası Kıbrıslılık Konferansı”nın açılışında yaptığı konuşmada, Türk tarafının açıklamalarının, teknik komiteler ve çalışma gruplarının misyonlarını başarmasında uygun havayı yaratmadığını ve Kıbrıs konusunda Türkiye Milli Güvenlik Kurulunun yaptığı açıklama ile Talat’ın bunu tekrarlamasının hoş olmadığını söylemesi, bu “son (!) fırsatın” pek de farkında olmadığının işaretini veriyor.
 
Niye bu dönem yaşananlar, “Son fırsat” olarak tanımlanmaktadır.
Nedenlerden bir tanesi, AKEL’in 2004 referandumunda son dakika değiştirilen bir kararla Kıbrıs Sorununa çözüm getirmeyi amaçlamış olan Annan Planı’na “Hayır” demesine rağmen 1970’den beridir CTP ile dayanışma ve işbirliği içinde bulunmuş olması, Talat ile Hristofyas’ın birbirlerine “Yoldaş” demeleri ve her iki tarafta da söz konusu partilerin iktidarda olmalarıdır. Zaten bu neden kendi başına, her iki liderin diğerlerine kıyasla daha kolay bir şekilde Kıbrıs’ta çözüme yönelik ortak bir yol bulabileceklerini en iyi şekilde açıklamaktadır.
 
Bir başka önemli neden de 18 Nisan 2010 tarihinde yapılacak olan KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerine sadece 23.5 ay kalmış olmasıdır. Seçim propagandasının 6 ay öncesinden başlayacağı ve bu dönem içinde de bütün görüşmelerin ve önemli kararların buzdolabına konacağı nedeni ile geriye sadece 17.5 ayın kaldığı gerçeğidir. Yani bir buçuk sene gibi bir zaman dilimi.

CTP hükümetinin KKTC’yi içine düşürdüğü ekonomik sıkıntı ve zorlaşan hayat koşulları, Talat’ın bir kez daha seçilme şansını olumsuz etkileyecektir. Dokuz adayın yarıştığı 2005 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde daha ilk turda oyların yüzde 55,6’sını alarak seçilen Talat’ın 2010 seçimlerinde 1.ci turda seçilme şansı, bugünkü perspektife göre çok az.

Son neden ise KKTC Milletvekilliği seçimlerinin, 2006 Eylülünden beridir KKTC Meclisinde ve siyasi hayatında yaşanan sıkıntılar nedeniyle olası bir erken seçim kararıyla  daha evvel yapılmaması durumunda, normal parlamenter takvime göre 21 Şubat 2010 tarihinde yapılacağıdır. CTP hükümetinin 2005-2010 dönemi içinde gösterdiği mali ve politik başarısızlığın, seçimin sonuçlarını olumsuz etkileyeceği ve CTP’nin de bu seçimlerden en büyük parti olarak çıkmayacağı, daha bu günden herkesin diline doladığı bir gerçektir.

Oy kaybına uğramış CTP’nin adayı olarak seçime girecek olan Talat’ın, 2010 Milletvekilliği seçimlerinden iki ay sonra gerçekleşecek olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, CTP oylarındaki düşüş nedeni ile küçümsenemeyecek bir oy kaybına uğrayacağı da matematiksel ve siyasi bir gerçektir.


Talat seçimleri kaybederse, yerine Cumhurbaşkanı seçilecek olan kişi de kesinlikle başka bir partiden, Kıbrıs konusuna farklı pencereden bakan bir partiden olacaktır.

Sonra da görüşmelere sil baştan başlanacaktır.


2008 Şubat’ı sonrası ele geçen fırsat gerçekten “Son fırsat mı?”. Evet son fırsat.

“Son Kullanım Tarihi” de 18 Ekim 2009. Yani bu günden itibaren tamı tamına 18 ay ve 17 gün sonra bitecek.

1 Mayıs 2008
Bu Görüşmeler Son Fırsat Mı? için yorumlar kapalı
Okunma 29
bosluk
  • Sayfa 3 ile 3
  • <
  • 1
  • 2
  • 3
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 Şehitlerimiz-amblem kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-2 kktc-tc-bayrak-3

Arşivler

Son Yorumlar