KKTC Gökten Zembillemi İndi

KKTC Gökten Zembillemi İndi

Ne Türk askeri adamıza tatil yapmak ve Akdeniz’in serin sularında serinlemek için geldi ne de KKTC gökten zembille inip, durup dururken 15 Kasım 1983’de ilan edildi.
 
Rumların çevirdikleri politik dolaplar ve Bizans entrikaları, Birleşmiş Milletler, ABD, İngiltere ve Avrupa Birliğinin adada Kıbrıslı Türklerin varlığını dikkate almamaları, adaya yıllardır barışın gelmesini engellemiştir.


Gerçekleri konuşmakta ve belgelerle ortaya koymakta fayda vardır.


Kıbrıs sorunu, Gene¬ral Grivas’ın hiç kabul etmediği ve “İhanet Günü” olarak nitelediği Londra ve Zürih anlaş¬malarının imzalandığı 13 Şubat 1960 günü Makarios’un “Kerhen” attığı imza ile başlamıştır.


Rumların adayı Yunanistan’a bağlamak için gösterdikleri tüm siyasi ve caniyane çabalar sonuç vermemiş ve tam 11 yıl cehennem hayatı yaşayan Kıbrıslı Türkler, adayı Yunanistan’a bağlamak amaçlı yapılan 15 Temmuz 1974 darbesi sonrasında Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’de gerçekleştirdiği Barış Harekatı ile hürriyete ve özgürlüğe kavuşmuştur.


Bu süreç sonrası yaşananlar, gerçekleri ortaya koymaktadır.
 
16 AĞUSTOS 1974, Cenevre’de sürdürülen barış görüşmelerine rağmen Yunanistan hiçbir uzlaşmaya yanaşmak niyetinde olmadığını gösterdi. Rumlar köylerdeki Türkleri öldürmeye devam ettiler. Bunun üzerine Türk ordusu adanın yüzde 37’sini kontrol altına alacak kadar ilerledikten sonra ikinci harekatı sona erdirdi.


13 Şubat 1975, adada Kıbrıslı Rumlarla birlikte Federal bir devlet kurulması amacı ile Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. Aynı yıl içerisinde bir de nüfus mübadelesi gerçekleşti. Bu mübadele ile Kıbrıs’ın Güney kesimindeki Türkler, kuzey kesimine; kuzey kesimindeki Rumlar da güney kesimine geçti. Nüfus mübadelesi BM gözetiminde gerçekleşti.


12 Şubat 1977, Denktaş ile Makarios arasında görüşme yapıldı ve 1.ci Doruk Antlaşması imzalandı.  4 maddelik bu anlaşma ile Kıbrıslı Rumlar ilk kez iki kesimli, iki toplumlu federal bir çözümü benimsediler. Makarios 1977 Ağustosunda öldü ve yerine Spyros Kyprianou seçildi.


19 Mayıs 1979, Denktaş ile Kyprianou arasında 2.ci Doruk görüşmesi başladı ve sonucunda da 10 maddelik 2.ci Doruk Antlaşması imzalandı.   


Adada Federasyon kurulması ve barışın geleceği konusunda BM’de ümitler arttı.



Doruk antlaşmaları sonrası iki kesimli, iki toplumlu federal bir çözüme alt yapı olarak 23 Ağustos 1979’da BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim tarafından 4 maddelik bir öneri yapıldı.


Rumların ilk oyun bozanlığı burada ortaya çıktı ve öneri Rumlar tarafından tarafından reddedildi. Waldheim 1981 yılında “Ara Antlaşma” adı ile bir “Değerlendirme Kağıdı” daha hazırladı. Kyprianou Denktaş’la “Siyasi Eşiti” olmadığı gerekçeci ile yüz yüze görüşmekten vazgeçince “Barış ümit vaat eden müzakereler” son buldu. 
        


Türk tarafına isteklerini kabul ettiremeyeceğini anlayan Rumlar meseleyi enternasyonalize etmek girişimi başlattılar.


Rumların baskısıyla BM Genel Kurulu 13 Mayıs 1983 günü çok ağır bir karar alarak Türkiye, Pakistan, Bangladeş, Malezya ve Somali’nin aleyhte oyuna rağmen, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve üniter yapısını korunması, ada’daki “işgal ordusu”nun derhal çekilmesi ve mültecilerin “isteğe bağlı olarak” geri dönmeleri gerektiğine dair” adadaki barış umutlarını yıkıcı bir karar aldı.


Yani adada Kıbrıslı Türklerin var olduğu, 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin ortakları olduğu ve adanın yönetiminde söz sahibi oldukları kabul edilmiyordu.


Bunu üzerine KTFD Başkanı Rauf  Denktaş, 3 gün sonra 16 Mayıs tarihinde verdiği bir demeçte “Kıbrıs Türklerinin kendi geleceklerini tayin etmek hakkı” olduğunu açıkladı.


17 Haziran 1983’te Kıbrıs Türk Federe Meclisi yayınladığı bir bildirge ile Kıbrıs Türk’ünün “Self determinasyon hakkını” yani “Kendi kaderini belirleme hakkını” ilan etti.



Bildirgenin birinci bölümünde gerekçeler açıklanırken ikinci bölümde de 5 maddelik  “Karar metni” yer aldı. Özellikle 4.cü madde, Kıbrıs Türk halkının bu konudaki düşüncesini, açıkça ortaya koyuyordu. 


“Madde 4. Kıbrıs Türk Halkı kendi kaderini bizzat kendisinin belirlemesi hakkına (self-determinasyon) sahiptir. Bu hak hiçbir şekilde ortadan kaldırılamaz.”


Haziran ayında alınan “Self Determinasyon” yani “Kendi kaderini belirleme kararı”ndan sonra Rumların ve BM’nin bu kararı dikkate alması beklendi. Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim ayları beklemekle geçti. Geçen günler ve haftalar içinde ne Rumlar bu kararı ciddiye aldılar ne de Birlemiş Milletler. Artık Kıbrıslı Türkler için “Kendi kaderlerini belirlemek”ten başka bir seçenek kalmadığı anlaşılınca 15 Kasım 1983 tarihinde KKTC’nin ilanı gerçekleşti.


KKTC Meclisinin oy birliği ile aldığı ve bir tek cümleden ibaret olan “Bağımsızlık Kararı”nın bir bölümü aynen aşağıdaki gibi olup, hem Federasyon çatısı altında birleşik bir devletin kurulmasını, hem de bu konuda müzakerelerin yapılmasını desteklemektedir.      


“ …… aynı adada yan yana yaşamaya mecbur bulunan bu iki halkın aralarındaki bütün sorunları, eşit düzeyde müzakerelerle, barışçı, adil ve kalıcı bir çözüme ulaştırmanın mümkün ve zorunlu olduğu görüşüne sımsıkı bağlı bulunan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanının iki eşit halk arasında ortaklığının bir federasyon çatısı altında yeniden kurulmasını ve sorunların çözümlenmesini engellemeyip, kolaylaştırabileceğine kani olan, iki halk arasındaki bütün sorunların barışçı ve uzlaşmacı bir politika ile çözümlenebileceğine inanan ve bu amaçla müzakereler yürütülmesini yürekten dileyen …. ”


Kıbrıs Türklerinin tüm iyi niyetine ve yapıcı yaklaşımına rağmen, tüm adada Türkleri yok saymayı ve adayı Rumların idaresi altına sokmayı hedeflemiş olan Birleşmiş Milletler yöneticileri aradan daha 3 gün bile geçmeden önce 541 No.lu kararı, 6 ay sonra da 550 No.lu kararı çıkartarak KKTC’yi akıllarınca politik ölüme mahkum ettiler.  


Eğer, daha ilk baştan Kıbrıs Türk Federe Meclisinin, 17 Haziran 1983 tarihli “Kendi kaderini belirleme hakkı” dikkate alınsaydı, adaya huzur ve barış o günlerde gelebilirdi. Adada Kıbrıslı Türklerin varlığını yok saymak ve Kıbrıslı Türklere ısrarla siyasal eşitlik vermemeyi sürdürmek, adaya barışın gelmesini önlemektedir.


Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği yanlış yoldadır. Bu düşünce ve politikada devam ettikleri müddetçe asla Kıbrıs sorununa sürdürülebilir bir çözüm bulunamayacak ve adaya da barış gelmeyecektir. Bu görüşte ısrar etmek adayı bölünmeye götürecektir.

12 Kasım 2008
KKTC Gökten Zembillemi İndi için yorumlar kapalı
Okunma 66
bosluk

Papa ve çocuklarımız

Papa ve çocuklarımız



Bu gün 10 Kasım. Ata’mızın 70.ci ölüm yıldönümü. Belki de okuyucularıma ve çocuklarımıza Ata’mızı anlatsam daha iyi olurdu diye aklımdan geçirdim ama Papa’nın “Şeref Konuğu” olan çocuklarımızı, bu anlamlı günde “Ata”mıza anlatmanın çok daha doğru olacağını düşündüm.


22 tane pırıl pırıl çocuğumuz ve iki tane hocamız geçen hafta Papa’nın, dünya Hıristiyanlarının başkanının huzurunda, daha doğrusu da hemen yanındaydı.




Babam Prof. Dr. Hakkı Atun bir müzik tarihi ve klasik müzik yorumu yeteneği idi. Özellikle de Klasik Müziğe aşıktı. Halen de öyle ya.


Kim hangi eseri yazdı, bu eseri yazarken neredeydi, duyguları nasıldı, hayatındaki kadın kimdi, bestelerini yaparken o kadının etkisi var mıydı, hangi eserin hangi notası neyi vurgulamaktadır gibi ince detayları bilen bir klasik müzik ustasıydı babam.


Tabii bestekar değildi. Onu peşin vurgulamam gerekir.


Komşuda pişer bana da düşer misali evde esen bu müzik sağanağından benim de üzerime birkaç damla düştü. Keşke beni sırılsıklam ıslatacak kadar düşseydi. Sanırım kuvvetli bir şemsiyem vardı.


1940’lı yılların sonunda üniversite sonrası eğitimine ve tıbbi araştırmalarına Amerika Birleşik Devletlerinde devam etmesi, eve doğal olarak Batı kültürünü de taşıdı. Ellili yılların içinde ben artık hem tüm batılı bestekarları biliyor hem de Papa’yı tanıyordum.


O kocaman külahı olan ve Osmanlı Sultanları gibi kaftan giyen adam, Amerikalılar ile İngilizlerin din dersi hocası idi, benim için o yaşlarda. Sonra sonra biraz yetilince daha iyi öğrenmiştim kim olduğunu. Hele Larnaka Bekir Paşa Ortaokulunda okurken, Türkiye’den gelen hocalarımızdan bir tanesi sınıfta Papayı sorunca ve de sadece yanıtını ben verince aldığım 10’dan dolayı Papa, gözümde daha da yücelmişti. O gün bu gündür Papa’yı çok severim.


Zaten gene babamın eve taşıdığı “İnsan Hakları” konusu ve devamlı olarak evde işlediği “İnsanlara karşı saygılı olmak” sağanağından üzerime düşen birkaç damladan dolayı hoşgörülü olarak şekillenen karakterim nedeni ile tüm dinlere ve bu dinlere inanan insanlara karşı hep dostluk ve sempati duydum.


Bu nedenle de sevgili dostum ve bir müzik yeteneği olan Turgay Hilmi ve Gözlem Özdeğirmenci ile birlikte 22 tane gencecik, pırıl pırıl çocuğumuzu Papa’nın huzurunda, daha doğrusu hemen yanı başında görmek beni çok etkiledi.


Kimdi bu Papa’nın yanında yer verilen Kıbrıslı Türkler.


Turgay Hilmi ve Gözlem Özdeğirmenci tarafından 2005 yılında kurulan Kıbrıs Sanat’ın yetenekli Kıbrıslı Türk çocuklarından oluşan Korosu idi.


Papa her hafta Çarşamba günleri, dünya Hıristiyanlarının ruhani merkezi olan Vatikan Devletinin kalbinde yer alan, 1505 yılında temeli atılan ve 1665 yılında kapılarını ibadete açan, İtalyancada San Pietro, Fransızcada Saint Peter, Türkçemizde de Sen Piyer (Aziz Petrus) kilisesi olarak anılan görkemli bazilika’nın giriş merdivenlerinin üst sahanlığına konan tahtına oturur ve Hıristiyan cemaatine seslenir. Çok görkemli bir sohbet törenidir bu.


Birkaç kez ben de katıldım Papa’nın bu Çarşambaları yer alan “Sohbet” törenlerine. Tabii seyirci olarak. Konuk olmak şansım hiç olmadı. Papayı ve sarı-mavi dikey çizgili ortaçağ üniforması giyen İsviçreli muhafızlarını iyice görebilmek için dürbün bile satın almıştım.



Saat 10:30’da başlayan bu tören için halk sabah saat 08:00’den itibaren St. Peter meydanında toplanmaya başlar. Papa’nın şeref konukları, kendilerine ayrılan yerde yerlerini alırlar. Papa etrafında korumaları olduğu halde, üzerinde Papa’lık amblemi olan beyaz renkli üstü açık aracının içinde çok yavaş bir hızda meydana girer ve halkın arasından tahtında doğru giderken herkesi selamlar. Müthiş coşkulu bir andır bu.



5 Kasım Çarşamba günkü törende, Papa’nın huzurunda dinleti yapan ilk Müslüman çocuk korosu olan Kıbrıs Sanat Çocuk Korosu, sabahın erken saatlerinde Papa’nın sadece birkaç metre uzağındaki şeref konukları bölümünde yerini aldı ve tören başlayana kadar arada şarkılar da söyledi. Kıbrısım’ı, Al Yemeni Mor Yemeni’yi ve Zulu’yu söylediler halka.


Törene katılan tüm konuklar kendi istedikleri lisanda takdim edildiler ve Papa tarafından selamlandılar. Bizim güzel çocuklarımız da hocaları ile birlikte, KKTC’nin millileri olarak, KKTC’nin güzide temsilcileri olarak oradaydılar ve Papa tarafından selamlandılar. Hem de iki kere. Önce Papa’ya takdim edilirlerken, sonra da Papa törenden ayrılırken önlerine durup çocuklarımızı ve hocalarını özel olarak selamladığında.


Papa’nın özel isteği üzerine de bu görkemli sohbet töreni, Kıbrıs Sanat Çocuk Korosu’nun söylediği Kamuran Aziz hanımın Al Yemeni Mor Yemeni adlı parçası ile sona erdirildi.


Bu olağan dışı olaya, KKTC’nin tanıtımı için atılan adımların en büyüklerinden biri sayılabilecek olan Papa’nın bu davetine kapıyı, Turgay Hilmi’nin ruhani adı Papa XVl. Benedikt olan Alman din adamı Joseph Ratzinger’in kardeşi, “Regensburger Dom Spatzen” isimli çocuk korosunun şefi Georg Ratzinger’i tanıması açtı. Her şey yıllar önce başlamış bu insani dostluk ile adım adım gelişti ve en sonunda da Koromuza Papa’dan davet geldi.




Olaya “Siyasi Yorum” veya “Siyasi Değerlendirme” gözü ile bakıldığında, var olan kültürel başarıya ilaveten, kazanımı çok zor olan, neredeyse imkansız olan bir gelişme ve bunu takip eden “Olumlu bir tanıtım” demek çok doğru politik bir değerlendirme olacaktır.


Gerçekten de Diplomatik yollardan elde edilmesi çok meşakkatli ve çok zor olan bir başarı bu. Takdir etmemek, kutlamamak elden değil.

9 Kasım 2008
Papa ve çocuklarımız için yorumlar kapalı
Okunma 50
bosluk

AİHM’nin Rum yargıçları

AİHM’nin Rum yargıçları

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde (AİHM) ve Avrupa Birliği Adalet Divanında (ABAD) görev yapan bir çok Rum ve Yunanlı yargıç var. Bunlardan bir tanesi ve de en tanınmışı da ABAD yargıcı olan Yorgos Arestis.


Yorgos Arestis, uzun araştırmalarım sonucu bulduğum ve benim 28 Haziran 2007 tarihli “ARESTİ’NİN KOCASI ABAD YARGICI” başlıklı yazımda ilk defa kamu oyuna duyurduğum ABAD’da görevli 2  Kıbrıslı Rum yargıçtan birisi.

Türkiye boşuna, Maraş’taki malına gidemediği ve bu nedenle de işletme kayıplarına uğradığı gerekçesi ile AİHM’de dava açan Myra Xentis Arestis′in davasını kaybetmedi. Türkiye’nin, haksız bulunarak gerek tazminat ödemeye, gerekse de bir zamanlar Abdullah Paşa Vakfı malı olan ve de evrakta yapılan sahtekarlıkla elde edilen malı iade etmeğe mahkum edilmesinin arkasında, bu Rum Yargıç yatıyor. Yorgos yargıç ama perde arkasında Türkiye ve Kıbrıslı Türkler aleyhine her olanağı da kullanıyor.


ABAD’daki diğer yargıç da Vassilios Skouris.


KKTC’nin ve Kıbrıs Türk Halkının geleceği ile çok yakından ilgili olan “Orams Davası”na bakacak olan Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın başkanı, Yunanistan tarafından ataması yapılan Vassilios Skouris isimli Yunanlı bir yargıç.


13 kişilik ABAD yargı heyeti, Vassilios Skouris başkanlığında Orams davasına bakacak ve adil bir karar verecekmiş.


“Miş” diyorum çünkü başkanı Yunanlı olan bir yargı heyetinin çok da adaletli bir karar vereceğine inancım yok.


Rum yönetiminin ORAMS davasını, İngiliz Temyiz Mahkemesi önünden alıp, ABAD′a niye aktarmak istediği iyice belli olurken, KKTC hükümetinin de, Rumların davayı İngiliz Temyiz Mahkemesi önünden alıp ABAD’a aktarmak isteğine karşı çıkmak yerine niye destek verdiğini ve davayı niye içinde Rum ve Yunanlı yargıçların yer aldığı ABAD′a aktarılmasını onayladığı ise anlaşılır gibi değil.


Bu davanın kaybedilmesi ve Rum Mahkemelerinin kararının KKTC’de geçerli olacağı kararının ABAD’dan çıkması durumunda, KKTC’nin hukuksal varlığının sona ereceği ve KKTC halkının da her tür ekonomik, ticari, kültürel, sosyal ve eğitim haklarının doğrudan Rum tarafının insafına kalacağı çok açık ve net. Bunu görebilmek o kadar zor değil.


İyi niyetli hukukçular “Yargıç yargıçtır, cüppeyi giyince duygularını bir kenara bırakıp öyle karar verirler” derler ama bu yargıç Rum veya Yunan asıllı olunca işler değişiyor ve bu kural geçerli olmuyor. Gerek eğitim sistemleri gerekse de ruhlarını esir almış Kilise, çocukluklarından beri Rumlara ve Yunanlılara Türk düşmanlığı ve kini aşıladığından, cüppeyi giyerlerken bu düşmanlık ve kin duygusu da cüppenin uygun bir yerinde yerini alıyor ve nihai karara da damgasını vuruyor.


Hamaset yapmıyorum. Doğruları ve gerçekleri dile getiriyorum.


Bu savın canlı örneğini her gün yaşıyoruz, Rum gazetelerinde okuyoruz ve Rum TV’lerinden duyuyoruz.


Bu iddiamın en güzel örneğini, Rum Ticaret ve Sanayi Odası (KEVE) Başkanı Manthos Mavrommatis ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eski Rum yargıcı Lukis Lukaidis verdi.


Lukaidisi’in sözleri, benim ABAD ve AİHM’deki Rum ve Yunan asıllı yargıçlar ile ilgili söylediklerimi ve gözlemlerimi tamamen doğrulamaktadır.


7 Kasım Cuma günü Rum Ticaret ve Sanayi Odası (KEVE) Başkanı Manthos Mavrommatis’in, ABD’ye siyahî bir başkan seçilmesini yorumlarken söylediği “Kıbrıslıların da öteki topluma (Kıbrıslı Türklere) mensup bir başkan seçmeye hazır olmaları gerekir” sözüne, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eski Rum yargıcı Lukis Lukaidis’in büyük bir tepki göstermesi ve utanmadan da bir açıklama yapması, gerçekleri göz önüne sericerdi.


Açıklaması, AİHM’de yargıç olarak görev yaptığı dönemlerde Kıbrıslı Türkler ve Türkiye ile ilgili davalara bakarken aklındaki düşmanlık duygularını ve kalbindeki kini de ortaya koydu.


AİHM eski yargıcı Lukaidis yaptığı açıklamada KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın Hristofyas’a yaptığı “Dönüşümlü Başkanlık” önerisi ile ilgili olarak Rum Ticaret ve Sanayi Odası (KEVE) Başkanı Manthos Mavrommatis’in yaptığı yorumu, “Dönüşümlü Başkanlık felâkettir. Kutuplaşma olacak ve bölünme yasallık kazanacak” şeklinde yanıtladı. Bu yanıtına da saçma ve 19.cu yüzyıldan kalma ırkçı bir gerekçe gösterdi.


Lukaidis’e göre “Kıbrıs olguları ile başkan seçimlerine yönelik ırksal kriterler, ister dönüşümlü başkanlık şeklinde, ister başka şekilde olsun, kutuplaşma ve Kıbrıs Türk ve Rum toplumu arasında ayrılma yaratırmış. Türkiye’nin rolü de dikkate alındığında da daimi bir bölünme yasallık kazanacakmış ve Türk yayılmacılık politikası da başarılı olacakmış.


Açıkçası kafası ve ruhu zehirlenmiş AİHM yargıcı, “ABD’de siyah azınlığa mensup Obama seçildi ama Kıbrıs’ta Kıbrıslı bir Türk, asla Cumhurbaşkanı olamaz, çoğunluk biz Rumlarız” demeye getiriyor. Aslında imadan da öteye aynen böyle söylüyor.


AİHM eski yargıcı Lukaidis yaptığı bu açıklamadan sonra Orams davasında ve benzeri davalarda, başkanı bir Yunanlı olan 13 kişilik ABAD yargıçlar heyetinin adil bir karar alacağına inanmak ve güvenmek çok güç hale geldi.

8 Kasım 2008
AİHM’nin Rum yargıçları için yorumlar kapalı
Okunma 59
bosluk

Geleceğimiz ve Batı Trakya gerçeği

Geleceğimiz ve Batı Trakya gerçeği

GELECEĞİMİZ VE BATI TRAKYA GERÇEĞİ


KKTC’de 24 Nisan 2004 Annan Planı Referandumunun çok öncesinde, 2002 yıllarında başlatılan, İngilizce akademik tanımı ile “How to Built a Public Perception”, Türkçe yaklaşık çevirisi ile de “Kamuoyu algılaması Nasıl Yaratılır” diyebileceğimiz teori, büyük paralar harcanarak uygulamaya konmuştu. Maksat Kıbrıslı Türklere Annan Planı’na “Evet” oylarını kullandırmaktı


Önce bazı köşe yazarları ile sivil toplum örgütü başkanları çeşitli menfaatlerle veya parasal karşılıklarla “evet” kavramına inandırılmış, arkasından da bazı medya kuruluşlarına yaşamları boyunca hiçbir zaman karşılaşamayacakları çıkarlar sağlanarak “Evet” saflarına çekilmişti.


Vaatlerin bini bir para, pembe geleceklerinki ise on para olmuştu.


Ne işler, evler, paralar, pembe gelecekler ve saraylar vaat edilmişti o günlerde.


Hala düşünüyorum da, Kıbrıs Türk Halkı ne kadar başarılı bir şekilde kandırılmıştı ve hiç çaktırmadan Rum hegemonyası altına girmeye, güle oynaya “Evet” oyları kullanmaya ikna edilmişti.


Şimdi müzakereler aksamasız devam ediyor ya, ufaktan gene başladı aynı uygulamalar. Birileri çıkıyor ve köşesinde “Birleşme olursa adaya refah geleceğinden” bahsediyor.


Hangi refahtan bahsettiğini bir türlü anlamıyorum.


Öyle bir AB üyesi ülke düşünün ki, sokak adlarını ya­saklamaya hazırlansın. O AB üyesi, o sokakları “Elenleştirmek” ve top­raklarındaki Türk izini silmek için, sokakların tarihten ve kültürden ge­len isimlerine karşı gizli bir savaşa hazırlansın.


Batı Trakya’daki Türk Azınlığın 2008 yılında yaşadığı hayattan bahsediyorum. Kıbrıs adasında bir birleşme olursa, Rumların planına göre sadece “Azınlık Haklarına” sahip olacağız, aynen Batı Trakya’daki soydaşlarımız gibi.


Lozan Antlaşması imzalandığı 1923 yılında Batı Trakya’da yaşayan Yunan, Bulgar, Ermeni ve Yahudilere oranla Türk nüfusu, Pomak Türkleri de dahil olmak üzere çoğunlukta idi. Lozan Antlaşması imzaladığında bölgede 129,120 gibi bir rakama sahip olan Türk nüfusu toplam nüfusun %67’sini oluşturmaktayken, bugün yaklaşık %40’ını oluşturmaktadır. Nüfus artış hızı %2,8 dolayında olarak bilinen Batı Trakya Türklerinin nüfusu sürekli göçler nedeniyle artmamış ve bunun sonucu olarak bölgede azınlık durumuna düşmüştür.


Batı Trakya’da arazi mülkiyeti de dramatik bir şekilde değişmiştir. Kaynaklara göre 1920’li yıllarda, Batı Trakya’da taşınan ve taşınmayan malların % 86’sı Türkler’e, % 7’si Bulgarlar’a, % 6’sı Rumlar’a ve %l’i diğer unsurlara; hayvan ve ziraat aletlerinin % 86’sı Türklere, % 8’i Bulgarlar’a ve % 6’sı Rumlar’a aitti. 1923’de arazinin yüzde 84’üne sahip olan Türkler, bugün toprakların ancak yüzde 20 ila 40’ının mülkiyetine sahiptir.


Türk azınlığın toprağına olan bağlılığını iyi değerlendiren Yunan hükümetleri, Türklerin topraklarını çeşitli bahanelerle kamulaştırarak veya hileli yollardan el koyarak Türkleri bölgeden uzaklaştırmış, dağıtmışlardır.


Halen Batı Trakya’daki Türk nüfusunun dörtte biri, İskeçe ve Gümülcine’nin kuzeyinde Bulgaristan’a sınır olan ve Yunanistan tarafından “Yasak bölge” ilan edilmiş olan bölgede yaşamaktadır. Yasak bölgelerdeki Türklerin çoğu ağır polis ve asker baskısı altında yaşamaktadırlar. Türk köylerine giriş ve çıkış için özel bir belge gerekmektedir.


Yunanistan Batı Trakya’daki Türk varlığını Lozan’dan beri inkâr ediyor. Onlara “Yunan Müslümanları” diyor.


Atina o nedenle, bugüne kadar Türk Öğret­menler Birliği, Türk Gençlik Birliği teşkilatlarını adında “Türk” geçtiği için yasakladı. Nisan 1991’de Yüksek Mahkemenin 1729/1987 sayılı kara­rıyla da adında “Türk” geçen bütün derneklerin kapatılmasını onayladı. Hatta Yargıtay Genel Kurulu 13.01.2005 tarihinde yaptığı gizli otu­rumda oy birliğiyle 1927’de kurulan İskeçe Türk Birliğinin kapatılmasına karar verdi.


Yasaklamalar ve kısıtlamalar sade­ce dernek adları ile sınırlı değil. Me­selâ Batı Trakya bölgesindeki İskeçe ilinde Hıdrellez şenliklerinde Türkçe müzik ve pankart da yasaklandı. Ya­saklanan pankartta Türkçe “Hıdrel­lez Bayramınız Kutlu Olsun” yazıyor­du!


Batı Trakya’daki Türk nüfusunu azaltmak maksadıyla, Yunan yönetiminin başvurduğu yöntemlerden biri de, ülke dışına seyahat amacıyla giden soydaşlarımızı çeşitli bahanelerle vatandaşlıktan çıkarmaktır.


Bu uygulamada ise hukukî dayanak olarak, “Grek etnik kökenli olmayan bir kimse, geri dönmemek niyetiyle Yunanistan’ı terk ettiği takdirde, Yunan vatandaşlığını kaybetmiş ilân olunabilir. Bu aynı zamanda yurtdışında doğan ve ikâmet eden Grek etnik kökenli olmayan bir kimse için de geçerlidir… İçişleri Bakam, Millî Konsey’in mutabakatı ile bu konularda karar verir” tarzındaki Vatandaşlık Kanunu’nun 19. maddesi kullanılmaktadır


Nitekim bu maddeye dayanılarak 1988’de 122, 1990’ın Haziran ayı itibariyle 66, Şubat 1991’de 544 Batı Trakya Türkü bilgi ve istekleri dışında vatandaşlıktan atılmıştır. Vatandaşlıktan çıkarılanlardan çoğu Türkiye, ABD ve Almanya’ya öğrenim görmek üzere giden öğrencilerdir. Bu uygulamaya rağmen Yunan makamlarınca vatandaşlıktan çıkarılan Türkler’in sayısı gizli tutulmaktadır.

Batı Trakya Türk Azınlığı’nın seçme-seçilme hakkı bağlamında karşı karşıya kaldığı kısıtlamalar, Azınlığın sorunlarının Yunanistan siyasetine taşınması imkanlarını da daraltmaktadır. Seçim yasasında 1990 tarihinde yapılan bir değişiklikle getirilen yüzde 3’lük ülke barajı (barajı aşmak için 200 bin oy gerekmektedir) uygulamasının bağımsız adaylar için de geçerli olması nedeniyle, Batı Trakya Türk Azınlığı’nın Yunanistan Parlamentosu’na kuracağı bir parti adına, ya da bağımsız olarak temsilci gönderme imkanı fiilen elinden alınmıştır. Böylece, Batı Trakya Türk Azınlığı mensuplarının milletvekili seçilebilmeleri için diğer siyasi partiler tarafından aday gösterilmeleri gereği ortaya çıkmıştır.


Uygulanan baskılar ve ayırımcı uygulamalar nedeni ile Batı Trakya Türklerinin 1923’de %80’lerin üstünde olan toprak sahipliği, %25’lere gerilemiştir.


Batı Trakya’da 1923 yılında 129,120 olan Türk nüfusu 2008 yılında 120,000’e düşerken, Yunanistan nüfusu %82 artış göstererek 6,204,684 den 11,338,624’e, Türkiye nüfusu da aynı dönem içinde %417 artış göstererek 13,648,270 kişiden 2007 yılında 70,586,256 kişiye çıkmıştır.


Batı Trakya’nın çevresindeki ülkelerde nüfus artarken, Batı Trakya’daki Türk nüfusu azalmıştır.


Her sudan bahanede dünyayı Türkiye’nin başına yıkmaya çalışan AB her nedense Yunanistan’a karşı hep sessiz kalıyor. Söz konusu Türk ve Türkçe olunca, AB’de başka ve gizli bir müktesebat işliyor sanki. Yunanistan’da şimdi sı­ra dernek isimlerinden sokak isimle­rine geldi. Sırası ile önce onlar “Elenleşecek”, sonra da sıra bebek isimlerine gelecek herhalde.


İşte eğer Kıbrıs adasında “Birleşme” olursa bizi bekleyecek olan gelecek, şu anda Batı Trakya’da ikamet eden soydaşlarımız tarafından fiilen yaşanmaktadır.


Bana inanmayan gidip görebilir veya Batı Trakya ilgili birkaç kitap okur.

6 Kasım 2008
Geleceğimiz ve Batı Trakya gerçeği için yorumlar kapalı
Okunma 55
bosluk

Müzakerelerin geleceği

Müzakerelerin geleceği

MÜZAKERELERİN GELECEĞİ


Gerek Rum, gerekse de Türk tarafında yapılan anketlerde anlaşma çıkmıyor. Belli ki iki tarafın insanı da ayrı ayrı ama komşu olarak yaşamak istiyor.


Rum tarafındaki “Noverna Consulting & Research” Şirketi’nin 22-30 Ekim tarihlerinde, 500 kişinin katılımıyla gerçekleştirdiği ankette, “Müzakerelerin çözüme yol açacağına inanıyor musunuz” sorusuna yüzde 67 hayır, yüzde 26 evet” yanıtı çıktı.


Yani Rumların müzakerelerden beklediği pek bir şey yok. Görüşmeci ister Papadopulos olsun, ister Hristofyas, sonuçta bir şey çıkacağına Rumlar da inanmıyor. Zaten Türklerle iç içe yaşamak istemediklerini de birçok kez dile getirmişlerdi. Anlaşılan “Çözümcü Melek” diye lanse edilen Hristofyas’la da değişen bir şey olmadı.




Anketin bir başka sorusu ise daha da ilginç ve “Garantiler” konusundaki gerçekleri apaçık ortaya koyuyor. “Çözüm olması durumunda, Türk ve Yunan askerlerinin katılımıyla, NATO’nun garantilerinin olması durumunda kendinizi güvenli hissedecek misiniz” sorusuna “yüzde 71 hayır, yüzde 25 evet” yanıtını vermiş.


1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası Ek IV’ündeki İttifak ve Garantiler anlaşmasındaki garantör devletler olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin birlikte veya ayrı olarak tek başlarına, aynen 1974’de olduğu gibi, 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin değişen düzenini tekrar sürdürmek için her tür müdahale hakkının kaldırılarak yerine, Serebrenika”daki katliama göz yuman Hollanda birliği gibi, bir NATO birliğinin garantisine bile “Hayır” diyorlar. Tüm istedikleri Adadan Türk askerinin gitmesi ve hiçbir garantinin ve garantör sisteminin olmaması.


Hayallerinde olan “Garanti Sistemi” öyle bir sistem olmalı ki, hem rahat rahat canımıza okusunlar hem de aynen 1963’de olduğu gibi hiç kimse kendilerine müdahale etmesin. Sonra da adayı da Türklerden temizlesinler, aynen yüz sene evvel Girit’te yaptıkları gibi. Bu nedenle de adada, etrafta kimseler olmadan “bizimle yalnız” kalmak istiyorlar.


Sanki bizim onlara güvenimiz varmış ve de mevcut Garantiler sistemi değişecekmiş gibi.



SAMTAY Vakfı arşivinde Yunanistan’ın 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs adasını resmen işgal ettiğini ispatlayan onlarca mektup ve resmi belge var. Hem Rumca hem de çevirileri yapılmış olarak, Türkçe.


Bunların arasından bazıları, örneğin Yunanistan Savunma Bakanı Petros Garfulyas’ın 28 Mayıs 1964 tarihinde General Grivas’a gönderdiği bir mektup var ki, resmi olarak Yunanistan’dan adaya hem silah, hem asker ve komando, hem de adadaki RMMO ordusunu ve Yunanistan’dan gizlice ve kaçak yollardan gönderilen askeri birliği yönetmek için üst düzey subayların gönderildiğini belgeliyor.


İlk etapta Yunanistan, 1964 yılının haziran ayında tamı tamına 12 taburluk bir askeri güç kurmak için, 440 adet Bren tipi otomatik makineli tüfek, 2956 adet piyade tüfeği, 372 adet tabanca, 30 adet Vickers tipi ağır makineli tüfek, 54 adet 81 mm. havan, sayısız bazuka, telefon, telsiz, kablo, patlayıcılar vs ile birlikte subay ve ast subay göndermiş.


Arkasından aynı yılın Ağustos ayında ise mevcut 12 piyade taburuna ilaveten, kurulacak ek 12 Piyade taburu, 3 topçu taburu ve 2 uçaksavar taburu için de gerekli olan silah, astsubay ve subayları göndermiş.


Bunlar olurken de Kıbrıs’tan Yunanistan’a 1300 adet askeri öğrenci gönderilmiş. Bunlardan 600’ü Halkidiki Piyade okulunda eğitime alınmış ve aralarından 30’u topçu birliğine seçilen 160 subay yetiştirilmiş. Arkadan da 450 tane daha askeri öğrenci gönderilmiş ve bunlar da Selanik, Yuannina ve Lamia Askeri Eğitim merkezlerinde eğitime alınmışlar.


Ağustos 1964 başında tamı tamına teğmen ve astsubay olarak 1620 Kıbrıslı Rum yetiştirilerek, Yunanistan’ın gönderdiği silahlarla donatılan piyade birliklerinde (RMMO) göreve başlamışlar.


Yukarıdaki bu bilgiler, sadece bir tek mektuptan elde ettiğim bilgilerdir. Ve bu hazırlık ile silahlanma, tümü ile biz Kıbrıslı Türklere karşı idi. Hedefleri de “Kıbrıs adasını Türklerden temizlemek ve adanın Yunanistan ile birleşmesi yani Enosis”..


Ya anavatanımız Türkiye garantörümüz olmasaydı, halimiz ne olurdu?




Ne bu gün ben bu yazıları yazabilirdim, ne de adanın herhangi bir yerinde Türkçe konuşuluyor olurdu. Ne de aramızdaki Rum sempatizanları Rum gazeteleri ile söyleşiler yapıp Türkiye aleyhine konuşabilirlerdi.




Hristofyas’ın veya baryalarının, diğer bir tabirle, Başpiskopos Hrisostomos’tan tutun da üç beş kişilik siyasi partilerin başkanlarına kadar tüm politikacıların içinde yer aldığı Rum siyasi korosunun, bazen belirli aralıklarla arka arkaya veya bazen de ağız birliği ile söyledikleri “Garantiler kalksın” tekerlemesini duyduğumda işte elimde onlarcasının olduğu bu mektuplardan birini önüme açar ve okurum.


Çok değil ortalama insan ömrünün yarısı kadar bir zaman evvel biz Kıbrıslı Türkleri yok etmek ve adadan temizlemek için neler yaptıklarına ve ne tezgahlar kurduklarına bir kez daha bakar, bilgilerimi tazelerim.



Kim güvenecek bu Rumlara ve Garantilerin Kaldırılması için onay verecek veya “Evet” diyecek. Gerçekten çok merak ediyorum. Aklını yemiş olmalı “Garantilerin kalkmasına Evet” diyecek olanlar.



Bu gün sabah, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas saat 10.00’da, ara bölgedeki Lefkoşa Uluslararası Havaalanı’nda kapsamlı müzakereler için tahsis edilen binada gene bir araya gelecekler.


İşleri tam Kıbrıs Türkçesi ile “Hikaye”.


Güya 2008 sonunda müzakereler bitecek ve imzalar atılacaktı.


Daha hala “Yönetim ve Güç Paylaşımı”ndalar ve üzerinde mutabakata vardıkları herhangi bir konu da yok. Olmayacak ta. Ta ki BM işin içine karışana ve bazı çözümleri empoze edene kadar.


Sonra ne olacak.


Sürdürülebilir bir çözüm olamayacağı için, sil baştan 1963’e geri döneceğiz veya adada iki ayrı devletin kurulmasının en iyi çözüm olduğunu artık herkes kabul edecek.


İşte müzakerelerin geleceği de aynen böyle olacak.

2 Kasım 2008
Müzakerelerin geleceği için yorumlar kapalı
Okunma 46
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 kktc-bayrak kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-2 kktc-tc-bayrak-3

Arşivler

Son Yorumlar