Baleybelen

Baleybelen

Bu anlaşılmaz kelimenin ne demek olduğunu eminim bilenler vardır.


Ben bilmiyordum ve bir araştırma yaparken rastgele öğrendim.


Önce büyük bir şaşkınlığa düştüm, sonra da gurur duydum.


Osmanlı Devleti gerçekten de büyükmüş.


Çok takdir edilecek bir yönetim ve insan hakları düzeni kurmuş.


Belki de yüzyıllarca devam etmesinin ve etnik çatışmaların yaşanmamasının nedeni Osmanlı Yönetiminde insan haklarına duyulan saygıydı.


Bâleybelen (dilsizlere dil veren) manasında ve Osmanlı Padişahı’nın isteği üzerine Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan ve değişik diller kullanan bütün milletlerin ortak kullanımı ve birbirlerini anlamasını sağlamak amaçlı, 1574 yılında  Muhyi-i Gülşeni (1528-1604) tarafından prensipleri belirlenerek kaleme alınmış dünya üzerindeki ilk yapay dildir.


Bu yapay dilin amacı, Osmanlı Devleti sınırları içinde ortak bir kültür dili ve devlet dili yaratmak, iletişimi basitleştirmek ve değişik dilleri konuşan Osmanlı Devleti vatandaşlarının birbirini anlamasını kolaylaştırmak.


Mantığa ve bu düşünceyi gerçeğe dönüştüren zekaya hayran kalmamak elden değil. Müthiş bir çalışma bu.


Günümüzün İngilizcesinin dünya üzerinde yaptığı işlevi, bundan tam 435 yıl önce, dünyanın en büyük devleti olan Osmanlı kendi sınırları içinde yapmayı planlamış ve uygulamaya da koymuş.


Aradan yüzyıllar geçtikten sonra Avrupalı’nın da aklına ortak bir dil yaratmak gelmiş ve Polonyalı hekim Ludwik Lazarz Zamenhof  “Esperanto” adlı bu yapay dili oluşturmuştur.
 
1528 yılında Edirne’de doğan Muhyî-i Gülşenî (Muhyî Çelebi), Kahire’deki Gülşenî topluluğunun bir üyesidir. 1574 yılında Kıbrıs Fatihi Osmanlı Padişah’ı II.ci Selim’in isteği üzerine, Arap harflerine dayalı Osmanlı Türkçesi alfabesi ile yazılan ve Sufî öğretisine ait terimleri aktarma gibi bir amaç taşıyan Bâleybelen dilini meydana getirmiştir.  Sadeleştirilmiş Arapça dil bilgisi kuralları üzerine kurulu olan bu dilin söz varlığını ise Türkçe, Farsça ve Arapça kelimeler oluşturmuştur.


Muhyî-i Gülşenî, 16. yüzyılın sonlarına doğru Bâleybelen’in dil bilgisi esaslarını da barındıran bu yapay dille yazdığı eserini kaleme almış ve yaklaşık 10.000 kelimeden müteşekkil hacimli bir sözlük de ortaya koymuştur.


Muhyî, ağır eleştiriler alsa da Bâleybelen ile varlığı bilinen 200 eser yazmıştır. Öğrencileri Bâleybelen’i devam ettirmeye çalışmıştır.  Muhyî’nin 1605’te Mısır’da vefat etmesinden sonra bu dilin kullanımı düşüşe geçmiş ve bir müddet sonra da kullanılmaz olmuştur. Günümüze bu dille yazılan eserlerden pek azı gelebilmiştir.


Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, II.ci Abdülhamit döneminde, Muhyi’nin ortadan kalkmış kitaplarından bir tanesi Halep’te Fransız araştırmacı Rousseau’nun eline geçer. Rousseau tanımadığı dilde yazılmış bu kitabı önce ünlü Osmanlı tarihçisi ve o tarihte İstanbul’da Alman ataşesi olan Hammer’e gönderir.


Hammer şifreleri çözemez ve Paris’teki Doğu Dilleri Okulu akademisyeni Sylvestre Sacy’den yardım ister. Sacy sekiz yıl araştırmasına rağmen bu dili kimin, niçin ve nasıl tasarladığını bulamaz. Kaybolmuş bir millete ait olabileceğini düşünür ve bu mealde bir makale kaleme alır.


Aradan neredeyse bir asıra yakın bir zaman geçtikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mithat Sertoğlu 1966 yılında “İlk Milletlerarası Dili Bir Türk İcat Etmişti” başlıklı bir makale yayınlayarak Bâleybelen’i literatüre sokar ama dilin esasları hala çözülmüş değildir.


Osmanlı’nın düşündüğü ve yarattığı bu ilk “Yapay Dil” olan Bâleybelen’in şifrelerini ilk kez çözen dilbilimci Mustafa Koç olur.


Mustafa Koç’un, “Bâleybelen , İlk Yapma Dil” (2006) adlı kitabı, bu dahiyane dil ile ilgili tüm bilgileri içermektedir.

6 Haziran 2009
Baleybelen için yorumlar kapalı
Okunma 136
bosluk

AB mi, KKTC mi

AB mi, KKTC mi

Mali Yardım Tüzüğü uyarınca AB’nin KKTC’ye değil, “Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgelerde mahsur kalmış Kıbrıslı Türklere” yapacağı yardımın miktarı ile ünlü futbolcu Beckham’ın transfer ücreti arasında pek bir fark yok.


Hatta Beckham, aldığı reklam paraları ile AB’nin yardım olarak “Kıbrıs’ın kuzeyinde mahsur kalmış” bizlere vermeyi taahhüt ettiği parayı, birkaç misline katladı bile.
     
“Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgelerde mahsur kalmış Kıbrıslı Türkler” tanımını ben uydurmadım. 


29 Nisan 2004 tarihli AB KIBRIS TÜZÜĞÜ’nde aynen bu kelimelerle tanımlıyorlar bizleri.


Bize ne “Mahsur musunuz” diye sorun oldu, ne de durumumuzu araştıran.


Kafalarında bir senaryo oluşturdular, adanın tümünü AB toprağı ilan ettiler, bizleri de mahsur kişiler yaptılar, bu utanmaz AB’liler.


Aynı utanmaz AB’nin “Yüksek Temas Grubu” da adaya ilk kez geldiği vakit biz mahsurlarla görüşmek istemişti.


Biz de kendilerini topluca karşılayıp protesto etmiştik bu tanımlamalarından dolayı. Protestodan sonra yaptıkları hatayı anlayıp vazgeçmişlerdi bu tanımlamayı kullanmaktan.


Kağıt üstündeki nüfusu 275,000 kişi olan tüm KKTC vatandaşlarının, AB nazarındaki değeri bir futbolcu kadar bile değil.


Vermeyi taahhüt ettikleri 259 milyon Avro karşılığında hem gurur duyduğumuz kimliğimizi erozyona uğratmayı planladılar, hem de egemenliğimizi yok etmeyi.


Zaten egemenliğimize el koymayı tüzüğün içine de yazdılar.


Bu sözde hibe ile yapılacak olan yatırımlar, eğer 1974 öncesi Rumlara ait bit toprağın üzerinden geçecekse, o Rum kişinin veya Kıbrıs Rum hükümetinin onayını almak koşul. Onay verilmezse, yatırım olmayacak.


Aynen güneş enerji santralinin yapımında Rumların “OXI” yani “HAYIR” dedikleri gibi. Proje bu nedenle de iptal edildi ve rafa kaldırıldı.


AB’ye göre bizim tapularımız ve mülkiyet hakkımız geçersiz ama Rumların ki geçerli.


Ve üstelik bu adına hibe dedikleri parayı da 10 yılda, on taksitle verecekler. Anavatanımız Türkiye’miz ise bu paranın en az üç mislini, bir tek yılda veriyor.
 
Şimdiden bu paranın bir kısmını mayın temizlemek amacı ile BM Barış Gücünün giderlerine harcadılar.  


Bir kısmını, hibe programında çalışan AB personeline maaş olarak ödediler. Geriye ne kaldı bilmiyorum ama sonunda göreceğiz ki, her zaman ve her yerde olduğu gibi bu paranın sadece %10-%15’i biz mahsurlar için gerçek anlamda harcanacak, geri kalan kısım da personel maaşı gibi, proje hazırlık harcamaları gibi, mayın temizleme gibi, Otonom Kayıplar Şahıslar Komitesi çalışmaları gibi yerlere harcanacak.


Her hangi bir sanayicimizin, küçük esnafımızın veya üreticimizin bu paradan bir kuruşluk bir fayda göreceğinden şüphelerim var.


Böyle bir yanlışlık yapılır da bu kişilere katkıda bulunurlarsa bilmek isterim.


Belki özür dilerim o vakit.


Dünkü Lefkoşa su şebekesinin 80 kilometrelik asbest boru değiştirilmesi projesinde yaşanan aşağılayıcı davranıştan sonra AB Destek Ofisi Bölüm Başkanı Alessandra Viezzer’in “Personna Non Grata” yani “İstenmeyen Kişi” ilan edilmesi gerekmektedir.


Bizi tanımayanın, küçücükte olsa KKTC’mizi saymayanın, bu toprakların üzerine basmaya hakkı olmamalıdır.


Avrupa Birliğini de, AB’yi memnun etmek için bayraklarımızın örtülmesi talimatını veren gaflet uykusundaki kişiyi de protesto ederim.


Gönderin her ikisini de, defolup AB’ye gitsinler.

3 Haziran 2009
AB mi, KKTC mi için yorumlar kapalı
Okunma 37
bosluk
  • Sayfa 3 ile 3
  • <
  • 1
  • 2
  • 3
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 Şehitlerimiz-amblem kktc-bayrak kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar