İran’a Yapılanlar (1)

İran’a Yapılanlar (1)

İran binlerce yıldır var olan bir devlet. İmparatorluklar kurmuş, bir dönem Kıbrıs adasını bile fethedecek denli genişlemiş, Anadolu’yu boydan boya geçip, şimdiki Yunanistan topraklarında bulunan kent devletlerine saldıracak denli yayılma gücüne ulaşmış, kökleri tarihin derinliklerine kadar inen bir devlet.

 

Çağımızda topraklarında çıkan petrol ve doğalgaz nedeni ile geliri yüksek olan, kendi kendine yetebilmek ve dışa bağımlı olmamak için çabalayan bir ülke İran. Halkının büyük bir kısmı Şii. Sonra Sunni’ler, sonra da az sayıda olsalar bile Bahai’ler ve çok az sayıdaki Yahudi’ler geliyor, dinsel sınıflamada.

 

İran kendi kendine yeterli olabilmek çabaları içine girdi yıllar önce. Önce hemen hemen her iş kolunda küçük sanayiyi hayata geçirdi. Sonra kara taşıt aracı imaline başladı. Bunun için gerekli olan tüm yan sektörleri de kurdu. Sonra sıra deniz taşıtı imal etmeye geldi. Bunu da silah, uçak , füze ve uydu imali takip etti.

 

Petrolün ve doğalgazın getirdiği para akışına ve de ülkenin sınırları içindeki coğrafik yapıya çok güvenerek, batı hegemonyasından kurtulmanın yollarını aramaya başladı. Hedef büyüttü ve nükleer silah sahibi ülkeler sınıfına girmeyi kendine ilke edindi.

 

İran nükleer enerji sahibi olabilmek için yıllar önceden hazırlığa başladı ve büyük boyutta yatırımlar yaptı. Bilim adamları yetiştirip istihdam etti, gizli tesisler kurdu ve karmaşık testler, denemeler yaptı.

 

Humeyni yönetimi, gizli servisleri aldatacak yöntemleri, entrikaları ve stratejileri uygulamaya koydu. Bu nedenle de ne ABD nede İsrail o yıllarda bunun farkına varamadılar. Ruhları bile duymadı böylesi önemli bir çalışmayı.

 

Gerçekte İran’da barışçıl ve askeri amaçlarla kullanılabilecek nükleer reaktörlerin yapımı Şah Rıza Pehlevi döneminde başladı. İran, Şah döneminde batının müttefiki ve batılı kurumların üyesi olduğu için, İsrail dahil hiçbir ülke İran’ın bu girişiminden herhangi bir rahatsızlık duymadı.

 

Tam tersine 1977 yılında İsrail, İran’a yerden yere füzeler (SSM – Surface to Surface Missile) sisteminde işbirliği yapmayı ve İran’daki teknolojiyi ileri götürmeyi teklif etmiş, gerektiğinde de bu füzelere nükleer başlık takılabileceğini teyit de etmişti. (Bar-Zohar, Mossad, 2012)

 

Bu dostluk çok sürmedi ve İran- İsrail dostluğu, 1979 yılında yer alan İran Devrimi ile son buldu. Başa geçen devrim hükümeti İsrail’i düşman sınıfına indirgedi ve iki ülke arasındaki dostluk gerginliğe dönüştü.

 

Süreç içinde İran nükleer çalışmalarını bir taraftan gerçekleştirirken, diğer taraftan da Orta Doğu’nun ve Arap ülkelerinin lideri olmasının kendisine büyük avantaj sağlayacağını düşünerek, büyüme ve liderlik stratejisini de ona göre belirledi.

 

Humeyni, iktidarının ilk yıllarında nükleer silahlanma projesini İslam karşıtı gördüğü için derhal durdurarak satın alınan tüm araç gereci söktürdü ve yurt dışına gönderdi.

 

1980 yılında başlayan ve 8 yıl süren İran Irak savaşında Saddam Hüseyin İranlılara karşı kimyasal silah kullanınca, Ayetullah Hümeyni İran’ın silahlanma politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı, İran’ın da savunma amaçlı yeni ve farklı silahlar geliştirmesi gerektiğine karar verdi. Bu kararla İran’da biyolojik, kimyasal ve nükleer silahların geliştirilmesi ve sahip olunmasının çalışmaları başladı.

İran ilk etapta, dağılma sürecine giren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğindeki (SSCB) dar gelirli subay ve tesis komutanlarından nükleer bomba ve savaş başlıkları satın almak yoluna gitti. Rus generallere ve Rus Bilim adamlarına yüksek paralarla iş teklifleri yaparak nükleer çalışmalarının başlangıç temelini attı…. (Devam edecek)

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

29 Kasım 2013

28 Kasım 2013
İran’a Yapılanlar (1) için yorumlar kapalı
Okunma 107
bosluk

Müzakereleri DIKO Zehirliyor

Müzakereleri DIKO Zehirliyor

DIKO Kıbrıs Rum tarafında bir siyasi parti.  Türkçeye çevrilmiş adı da Demokrat Parti. Kurulduğu günden beridir hep 3. sıradadır. 1924 yılında kurulmuş, Komünist ideal ve doktrinlerin partisi olan AKEL genel ortalamada 1. sırada, Glafkos Klerides’in kurduğu DISI genel ortalamada 2. sıradadır çoğunlukla.

 

DIKO’nun kurucusu, EOKA’nın aktif yöneticilerinden ve Makarios’un ölümünden sonra Rum Yönetimi başkanı seçilen Spyros Kyprianou’dur. DIKO’nun çizgisi milliyetçi, felsefesi de (Büyük) Yunan Milliyetçiliği olup “Megali Idea”yı gerçekleştirebilmektir. Bu nedenle de Kıbrıs adasının ezelden beri bir Yunan adası olduğunu ve Yunanistan’a bağlanması gerektiğini savunur. Kıbrıslı Türkleri adaya 1571 yılında misafir gelmiş addeder ve azınlık haklarından fazlasını hak etmediklerini parti politikası içinde ilke edinmişlerdir.

 

Kyprianou’nuda sonra 2000 yılında bir başka EOKA’cı yönetici olan Tassos Papadopulos parti başkanlığına seçilmiştir. Onun Rum Yönetimi başkanlığı döneminde 2006 yılında Ermeni-Rum melezi Marios Karoyan partinin başkanlığına getirilmiştir.

 

Parti içinde 1 Aralık 2013 günü gerçekleştirilecek Genel Başkanlık makamı nedeni ile Genel Başkan olan Marios Karoyan ile DIKO başkanlığından Rum Yönetimi 5. başkanlığına seçilen ve partinin ağır toplarından olan Tassos Papadopulos’un oğlu, Lefkoşa milletvekili Nikolas Papadopulos arasında büyük bir çekişme var. Bu çekişme bir dönem, N. Papadopulos’u partiden ihracına kadar uzandı ama ihraç gerçekleşmedi.

 

Genelde Kıbrıs Rum tarafında son 3 başkanın döneminde DIKO hep, Rum Temsilciler Meclisinde iktidarın küçük ortağı oldu ve Rum Yönetimi Başkanının anayasaya göre dışarıdan atadığı Bakanlar kurulunda da duruma göre 2-4 arası sandalye sahibi oldu.

 

Devamlı olarak koalisyon ortağı olmasının nedeni, Kıbrıs Rum tarafındaki seçim sisteminin tek partiye iktidar olanağını çok kısıtlı vermesi.  Seçimlerden her zaman 3. parti olarak çıktığından ya birinci konumdaki AKEL ile ya da ikinci konumdaki DISI ile koalisyon yaparak hep  hükümetin bir parçası olmayı başardı. Zaten bunu yapmasaydı, şimdiye çoktan milletvekili sayısı da 5-6’ya düşmüş, EDEK’in düzeyinde küçük bir parti konumunda olurdu.

 

En önemli özelliklerinden birisi de, günümüzde başında Başpiskopos II. Hrisostomos’un bulunduğu Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi’nin kayıtsız şartsız desteğini almayı başarmış olmasıdır.

 

Rum Ulusal Konseyinde, Kıbrıs Rum Temsilciler Meclisinde yer alan tüm siyasi partiler eşit düzeyde, birer sandalye ile temsil edilirler. Ulusal Konseyin toplantılarında, Kilise ile DIKO tam bir dayanışma içindedir her zaman ve Rum Ulusal Konseyi’nin benimsemediği bir kararı da hiç bir Rum Yönetimi Başkanı, halk tarafından seçilmiş olsa dahi uygulayamaz. Bu denli etkilidir Rum Ulusal Konseyi, Kıbrıs Rum siyasi hayatında.

 

24 Nisan 2004 tarihinde yapılan Annan Planı referandumunda, Annan Planı’na “Evet” oyu verilmesi için yapılan çalışmaların başında olan ve Kıbrıslı Türklerle “Gevşek Federasyon” kuralım, herkes kendi bölgesinde kendini idare etsin, “Doğanın korunması”, “Tarihi Eserlerin korunması” ve “Suçluların İadesi ile Yargılanması”  başlıkları dışındaki konularda “Kurucu Devletler” yetkili olsun diyen ve bu fikirleri meydanlarda, radyolarla ve TV’lerde  savunan Nikos Anastasiades, şimdi “Üniter Rum Devleti’nin kurulabilmesi ve Türklere de azınlık hakları verilmesi” için elden geleni yapıyor.

 

Bu çabanın kökeninde DIKO’nun siyasi baskısı ve koalisyondan çekilirim tehdidi yatıyor. Ya DISI’nin ruhani başkanı Nikos Anastasiades DIKO’nun tüm isteklerine “Evet” diyecek ve Temsilciler Meclisinde çoğunluk “DISI + DIKO” koalisyonunda olacak, ya da karşı durup, bildiğini okuyacak ve Meclisteki çoğunluk “AKEL + DIKO” işbirliğine geçecek, Ulusal Konsey’de de hayatı kayacak.

 

Üzerinden aşılması şimdilik Rum Yönetimi Başkanı Anastasiades ve partisi DISI için çok güç gözüken bu politik engel kısa sürede geçilemediği takdirde, iyi niyetle müzakerelerin başlamasını beklemek büyük bir saflık olacaktır…

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

27 Kasım 2013

26 Kasım 2013
Müzakereleri DIKO Zehirliyor için yorumlar kapalı
Okunma 94
bosluk

Liderlerin Buluşması

Liderlerin Buluşması

KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis, bu akşam (25 Kasım Pazartesi) ara bölgede bir araya gelecekler. Dostça görüşme ara bölgedeki Chateau Status Restoran’da saat 18.30’da başlayacak.

 

Dostça diyorum çünkü bu buluşmada Birleşmiş Milletlerin hiç bir katkısı yok. BM bu görüşmeyi planlamış ve organize etmiş de değil. Her iki lider görüşme konusunda kendi aralarında, önce sözlü sonra da yazılı olarak mutabakata varıp gününü, yerini ve saatini kararlaştırdılar ve uygun bir zamanda da BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi Lisa Buttenheim’a lütfen bilgi verdiler.

 

Bu görüşmenin temelini gerçekte KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu attı. Eroğlu’nun evvelki hafta yaşamını yitiren Rum Yönetimi eski Başkanı Glafkos Klerides’in vefatına ilişkin taziyetlerini bildirmek için geçen Pazar günü telefonla Rum lider Nikos Anastasiades’i araması, iki lider arasındaki ilk “resmi olmayan” sohbete yol açtı. Bu dostça sohbet, Rum lider Nikos Anastasiades’in, Cumhurbaşkanı Eroğlu’na, görüşmek için buluşmaları gerektiğini önermesi ve Eroğlu’nun da bu teklife olumlu yaklaşması sonrasında, iki liderin ara bölgede görüşmek mutabakatı ile son buldu. Sözlü mutabakatı, yazılı teyitleşme takip etti.

 

Bu görüşmenin yemekli olacağına dair herhangi açıklanmış bir program veya organizasyon yok ama kuru kuruya geçmeyeceği de kesin. Taraflar üçer kişilik ekipler halinde görüşme yerine gidecekler ve liderler arasında yapılacak görüşme her ne kadar dostça ve başbaşa olacaksa da tüm konuşulanlar kayda geçecek, tutanaklarda yer alacak.

 

Saç rengi, boyu bosu ve yüz yapısı bana benzeyen Rum müzakereci Andreas Mavroyannis’in KKTC Cumhurbaşkanı Özel Temsilcisi Osman Ertuğ ile yaptığı görüşmelerde ortaya koyduğu olumsuz çaba ve müzakereleri başlatmamak amacı ile ortak metine koydurtmak istediği taraflı koşullar ile Rum lider Nikos Anastasiades’in Rum Yönetimi Başkanı seçilmesi üzerinden dokuz ay geçmesine rağmen hala daha masaya oturmamak için çeşitli bahaneler üretmesi, ada BM’nin, ABD’nin ve AB’nin sabrını taşırdığı kesin.

 

Kıbrıs adasında, 1955 yılında EOKA’nın faaliyete başlaması ile başlayan huzursuzluğun, 1963 yılında Kıbrıslı Türklere karşı soykırıma dönüşmesi, 1974 yılında gerçekleştirilen Mutlu Barış Harekatı ile şekil değiştirmesi,  1977-1979 Doruk Anlaşmaları ile görüşme zeminin oluşturulması ve 1983 yılında da KKTC’nin ilanı ile iki devletliliğe dönüşmesi ada ile yakından ilgilenen büyük devletlerin ilgisini çekmezken, Akdeniz’in Levanten sularında hidrokarbon yataklarının tespit edilmesi adaya olağanüstü bir ilgi duyulmasına neden oldu hemen.

 

Neredeyse 60 yıldır var olan ama kimsenin düzeltmek için parmağını oynatmadığı Kıbrıs sorununu çözmek için BM, ABD ve AB’nin harekete geçtiği kesin. Avrupa Birliği, toprakları içinde, kuzey denizindeki doğalgaz yatakları haricinde bir başka petrol ve doğalgaz rezervi bulunmadığından, günümüzde Rusya Federasyonuna fena halde bağımlı. Alternatif bir kaynak olarak Doğu Akdeniz’de tespit edilen hidrokarbon yataklarından da faydalanmak ve Rusya’nın tekelinden kurtulmak istiyor.

 

Çözüm İsrail, Kıbrıs ve Türkiye’den, ucu da Yunanistan’dan geçiyor.

Gerçekte Kıbrıs konusunda, ilginin artması, nabzın yükselmesi ve adada şekli nasıl olursa olsun bir çözümün istenmesinin gerçek nedeni de bu.

 

Rum lider Nikos Anastasiades’e gökten vahiy inmedi Cumhurbaşkanı Eroğlu ile adı “dostça” da olsa görüşme yapması için. Gerçekte dokuz aydır bilinçli bir şekilde müzakereleri sürüncemede bıraktığı için kendisine aba altından sopa gösterildi ve bu tavrını devam ettirirse, KKTC’nin statüsünün yükseltileceği, spor dahil tüm kısıtlamaların kaldırılacağı ve bunların arkasından da tanınmaya giden yolun açılacağı işittirildi. Siz buna resmen söylendi de diyebilirsiniz uluslararası oyuncular tarafından…

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

25 Kasım 2013

24 Kasım 2013
Liderlerin Buluşması için yorumlar kapalı
Okunma 100
bosluk

Almanya Niye Gelişmiş Ülke

Almanya Niye Gelişmiş Ülke

Tren ulaşımı Almanya’da tam yüz sene evvel hayata geçirilmiş. Her yöne sık sık ve düzenli tren seferleri var. Yabancı olsun yerli olsun, Almanca bilsin veya bilmesin tüm yolcular için her tür kolaylık düşünülmüş.

 

Almanya’da yüz sene evvel tren taşımacılığına verilen tekel de son bulmak üzere. Bu yüz yıllık tekel nedeni ile şehirlerarası otobüs taşımacılığı yok. Doğal olarak otobüs terminali de yok. Var olan özel otobüsler sadece turistleri gezdirmek için kullanılıyor ve Türkiye’de 30 sene evvel kullanılanların modelinde. Ne internet var, ne koltukların arkasında ekran. Yolculuk esnasında film seyredip, müzik dinlemek olanağı yok. Otobüslerde muavin de yok. Bu nedenle de, ne çay, ne kahve, ne de su ve yiyecek ikramı var. Açıkçası hiçbir şey, hiçbir hizmet yok otobüslerde.

 

Buna karşın tren ulaşımı tekel olmasına rağmen çok gelişmiş. Nasıl olsa tekelim, bana hiç kimse bir şey yapamaz deyip, yolcular teknolojik, hijyenik ve insani gelişmelerden mahrum edilmemiş.

 

Biletinizi, bilet satan makinelerden alıyorsunuz. Dokunmatik, 7 dilde ve “Kullanıcı kolaylıklı”. Türkçede böyle bir terim var mı bilmiyorum ama aklıma İngilizcedeki “User friendly” tanımı geldi ve karşılığını da en yakın manada “Kullanıcı kolaylıklı” olarak düşünerek kullandım.

 

Ana tren istasyonunda, bineceğiniz treni bulmanız çok kolay. Tarifeler hem ekranda gösteriliyor hem de basılı olarak panolara asılmış. Trenler çok dakik ve ilan edilen dakikada geliyor, belirtilen saatte de kalkıyor. Saniyelik gecikme dahi söz konusu değil.

 

Peronda en çok dikkatimi çeken, trenlere binmek için yapılmış olan platformların trenlerin yanaştığı en kenar kısmından yaklaşık 60 cm içeride yer alan ve bir uçtan diğerine, platform boyunca uzanan beyaz renkli, üzeri kendine özgü uzun tırtıllı, yaklaşık 25-30 cm enindeki şeritler oldu.  Belli aralıklarla, sanırım 16.50-17.00 metre aralar ile bu şeritleri dikey olarak, geliş treninin platforma yanaştığı kenarından diğer tarafta gidiş trenin yanaştığı kenara kadar uzanan aynı yapıda beyaz şeritler kesmekteydi.

 

İlk başta tüm çabama ve yılların mühendislik bilgi ve deneyimime rağmen bu beyaz ve üzeri tırtıllı şeritlerin ne olduklarını ve ne için oraya konduklarını anlamam mümkün olmadı. Bir sınırı belirtiyordu bu beyaz şeritler ama neyin sınırıydı pek de belli değildi. Trene binecek olanları can güvenliği nedeni ile platformun kenarından uzakta durmaya teşvik etmek için konmuş olması bana pek mantıklı gelmedi. Hem 60 cm.lik aralık çok fazlaydı hem de geliş ve gidiş platformlarını boydan boya kateden bu beyaz çizgileri niye 16.50-17.00 m. aralar ile dikey beyaz şeritler kessindi.  Amaç sadece can güvenliği için olsa dikey beyaz şeritlerin konmaması gerekirdi.

 

Geri çekildim ve seyretmeye başladım. İnceleme seyriydi bu. Trene binecek insanlar geliyor ve beyaz çizgiyi dikkate almadan platformun kenarından 10-15 cm. daha içeride durup tren bekliyorlardı. Açıkçası, emniyet sınırı diye düşündüğüm beyaz şerit ayaklar altındaydı. Benim tanıdığım Almanlar asla kuralları çiğnemezlerdi. Bu şeritlerin amacının farklı olduğu kesindi.

 

Birkaç tane tren yanaşıp gitti ama ben pek bir bilgi edinemedim bu inceleme gözlemlerimden.

Ve nihayet beklediğim an geldi ve ne olduklarını kavramaya başladım. Jeton düştü açıkçası.

 

Geliş platformuna yanaşan bir trenden elinde beyaz bastonu ile görme özürlü bir kişi indi. Tren, çıkış kapıları dikey beyaz şeritlerin önünde duracak denli hassas bir şekilde durmuştu ve kapıdan inen bu kişi elindeki beyaz bastonunun ucunu, bu yüzeyi tırtıllı beyaz şeridin en sağından en soluna kadar enlemesine dolaştırarak her adımda bir veya iki kez tırtıllara sürte sürte ilerlemeye başladı.

 

Önce kısa dikey şerit üzerinde yürüdü, şeridin bittiği yerden dik açı ile dönerek platformu boydan boya kat eden beyaz şeride geçti ve yürümesine devam etti. İki kapılık mesafeyi yürüdükten sonra, enlemesine platformu boydan boya kat eden beyaz şeride gelince tekrar dik açı yaparak benim olduğum tarafa yöneldi ve karşı platformda boydan boya uzanan beyaz şeride kadar gitti. Yürümesine devam etti ve beklediği trenin geldiği vakit kapılarından bir tanesinin önünde duracağı kısa beyaz şeridi buldu ve orada beklemeye başladı. Tüm bu işlemleri tamamen kendi başına ve yalnız yaptı. Tren gelince de otomatik açılan kapıdaki merdivenleri çıktı ve içeri girdi.

 

Dilim tutuldu.

Özürlülere sahip çıkmak duygusuna, hayatlarını kolaylaştırmak düşüncesine ve bu muhteşem uygulamaya tek kelimeyle “hayran” kaldım. Bizde daha yürüme engelli vatandaşlarımız devlet dairelerine bile tek başlarına giremiyorlar, bırakın trene veya otobüse binmeyi…

 

İşte benim gözümdeki Almanya’nın bir parçasını da bu olay oluşturdu.  Zaman zaman fırsat buldukça, ileriki yazılarımda, diğer izlenimlerimi de dile getireceğim Almanya ve Fransa ilgili. Gerçekten de çok ilginç, takdir edilecek ve bizde olmayan uygulamalar bunlar…

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

22 Kasım 2013

21 Kasım 2013
Almanya Niye Gelişmiş Ülke için yorumlar kapalı
Okunma 541
bosluk

OSMANLI – ALMAN İLİŞKİLERİNDE SİYASİ, EKONOMİK ve ASKERİ ALANLARDA FARKLI DÜŞÜNCELER

OSMANLI – ALMAN İLİŞKİLERİNDE SİYASİ, EKONOMİK ve ASKERİ                         ALANLARDA FARKLI DÜŞÜNCELER

(İngilizceden Tercümedir)

 

OSMANLI – ALMAN İLİŞKİLERİNDE SİYASİ, EKONOMİK ve ASKERİ

                        ALANLARDA FARKLI DÜŞÜNCELER

 

 

                                  Ata Atun,  Şükrü Server Aya

Near East University

Kuzey Kıbrıs ve Türkiye

 

                   ata.atun@atun.com   –   ssaya@superonline.com

 

 

     ÖZET

 

 

Bu çalışmanın amacı, tarihi tarayarak, Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya Krallıkları arası (Prusya Krallığı, Baverya Krallığı gibi) ilişkilerde, 1’ci Dünya Savaşı sonuna kadar vuku bulmuş bazı önemli olayları vurgulamaktır.

 

Bu çalışmanın önemi, geçen asırda Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya Krallıkları arasındaki devasa siyasî, sosyal, hukuksal ve askerî münasebetleri öne çıkarmaktır.

 

Sultan II-Mahmut’un talebi üzerine, genç subay Yüzbaşı Möltke (Helmuth Karl Bernhard Graf von Moltke) 1838’de danışman olarak Anadolu’ya yollanır ve böylece Prusya Krallığı ile Osmanlı İmparatorluğu arasında askerî ilişkiler başlar; Almanya’ya dönüşünde Rus-Türk ihtilâfları hakkında bir kitap yazar ve bu Almanların Türklere karşı ilgi duymalarını başlatır. Moeltke 1857 yılına Prusya Ordusu Genel Kurmay başkanlığını 30 yıl için üstlenir ve 1871 yılında Mareşal rütbesine çıkartılır. (Karal, 1961, s.165)

 

Bu ilk atılım iki imparatorluk arasında sağlam askerî bağların kurulmasına sağlam bir temel teşkil etti ve Alman-Türk ilişkileri, Abdülhamit II devrinde zirveye erişti. Alman Milli Birliğinin kurulmasının öncesinde ve Bismark zamanında bu münasebetler daha yakınlaşmıştı fakat Bismark bir sulhsever idi ve “Doğu Meselesine” karışmak istemiyordu.

 

Abdülhamit II’ nin Almanya’ya karşı sempatisi (veya ihtiyacı) bu defa kültürel münasebetlerin kurulmasının önünü açtı ve bazı Türk subayları Almanya’ya eğitim için yollandı. Almanya da,  Wettendof kumandası altındaki bir danışman heyetini yolladı. Birkaç yıl sonra, bu heyet de (1883-1895) Von der Goltz kumandası altında daha büyük bir heyet ile değiştirildi. Alman Deutsche Bank İstanbul’da bir şube açtı ve Alman askerî malzemesi ile malların ithalatı başladı. (Karal, 1961, s.174)

 

1888 yılında Almanlara İstanbul – İzmit arası demiryolunun işletilmesi ve Ankara’ya kadar uzatılması imtiyazı verildi. Eskişehir – Konya arası 1896’da tamamlandı. Projeye göre, demiryolu Bağdat ve Basra’ya kadar uzatılacaktı. İngiltere, bu demiryolu imtiyazını almak için rekabet etmekteydi faka proje Almanlara verildi.

 

 

 

Osmanlı İmparatorluğu ile Alman Krallıkları arasındaki bu karşılıklı askerî,  sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkiler her on yılda, eskisine nazaran daha da kuvvetlenerek, iki ülke arasındaki bağları sağlamlaştırmıştır.

 

Bu çalışmanın sonundaki özetlemede de belirtildiği gibi:

 

Alman ve Türk Devletleri ve halkları arasındaki bağlar, bütün devirlerde,  oldukça sakin, işbirlikçi ve tarafların istifadesini olmuştur.

 

Anahtar Kelimeler:  Osmanlı, Alman, Politik, Askerî, Bağlar

 

 

GİRİŞ

 

1299 tarihindeki ilk kuruluşundan bu yana, Osmanlı İmparatorluğunun önce Avrupa’ya yayılarak güç ve tüm teknik olanakların kullanımında adeta bir model oluşturmuştur.

 

Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’u fethi,  Macar asıllı olduğu söylenen Urban adlı döküm ustasının yaptığı çok büyük toplar ile mümkün olmuştur. Bu devasa toplardan bir tanesi, British Museum’da görülebilir; bunun ağız büyüklüğü92 cm, gülle ağırlığı yaklaşık700 kgve atış menzili1,200 metrecivarındadır.

 

İmparatorluk, (bugünkü İstanbul) Konstantiye şehrinin, 70.000 kişilik bir ordu ile şehirde kalmış 10.000 kadar Hıristiyan askere karşı (bunların çoğunluğu Ortodoks Bizans ve birkaç bini profesyonel Venedikli ve Cenevizli idi) alınması ile üne kavuşmuştur. Bizanslılar, şehir surlarının mukavemetine güvenmek zorundaydılar. Papa, Ortodoks Hıristiyanların yardım talebini, daha önceki birçok çağrılara rağmen Katolik olmadıkları için, ret etmişti. Sağlıklı ve paralı olanlar başka ülkelere gitmişti ve şehir adeta boşaltılmışı.

 

Sultan Mehmet’in üvey annesi Sırp olduğu söylenen Hıristiyan Mara idi. Sultan Mehmet’i

yetiştirdikten sonra Sırbistan’da Hıristiyan olarak vefat etti.

 

Sultan Mehmet Rumcayı iyi bilirdi.  Konstantinye şehrinin fethinden dört gün sonra, Galata’ deki Cenevizlilere verdiği ferman ve metni British Museum’da görülebilir. (Aya, 2010, s.296)

 

Mehmet’in esas hedefi Roma şehri idi ve kendisini Büyük İskender’e benzetirdi (Mansel, 1996, s.6). Müslüman olarak doğmuş ve yetişmiş olmasına rağmen, ceddinin yaptığı gibi, diğer dinlere karşı çok serbest görüşlü idi.

 

Yaptığı ilk iş, Ortodoks Patrikliğini yeniden ihya etmek ve Ortodokslara din ve hürriyetlerini garanti etmekti.  Bunun akabinde 1461 yılında, Ermenilerin şehre yerleşmeleri için izin verildi ve Eçmiyazin’den bağımsız bir Gregoryen Patrikliği tesis edildi. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, İtalyanlar v.b. milletler kucaklanarak şehrin canlanması için ticaret ve mesleklere olanak yaratıldı.

 

Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu

 

Osmanlı İmparatorluğu genişlemeye devam etti ve 1517 yılında Sultan Selim I (D. 10.10.1470 – Ö. 22.09.1520) Mısır’ı fethetti ve Halife unvanını alarak (Osmanlı, 2013) Allah’ın temsilcisi ve dünyadaki bütün Müslümanların dini lideri ve İslamiyet’in uygulayıcısı oldu. Memluklar tarafından idare edilen topraklar (Suriye, Filistin, Arabistan) da Osmanlı’nın hâkimiyeti altına girdi (Uzunçarşılı, 2011, s.292).

 

 

 

Aynı zaman diliminde, Katolik Papaz ve sonra teoloji profesörü olan Martin Luther, dinde büyük bir reform yapmakta ve Almanya’da Protestanlık mezhebini tanıtmaktaydı. Mukaddes Roma İmparatoru Charles V (1500-1558), 1529’da Din konusunda bir Kongre topladı ve yeni Protestan İncilinin basımını ve dağıtımını yasakladı. (Uzunçarşılı, 2011, s.485-6).

 

Luther taraftarları, Sultan Süleyman’dan Papa’ya karşı yardım istemişlerdi. Anladığımız kadarı ile Süleyman bir haberci ve mektup yolladı ve Lüther’cilerden yana davrandı (fakat daha sonra

Protestanlar Müslümanların düşmanı oldu). Matbaa makinesi icat edildiği vakit, sanat ve bilimde yeniden bir doğuş (Rönesans) hızla gelişmeye başladı. Fakat Süleyman Halife olmuştu ve “şeriat yasalarını bütün kurumlarda uygulamaya koymuştu” ve bu nedenle kısa zamanda bütün modern gelişmelerde ve bilimde arkalarda kalındı.

 

Piri Reis’in, bugünkü modern araçların hassasiyeti ile Afrika, Güney Amerika ve Kuzeyin bir bölümünü gösteren haritası bilinmektedir; kendisi denizlerde seyir hakkında bir kitap yazmış ve

bunu 1525 yılında Sultana sunmuştu, fakat aynı Sultan’ın emri ile 1554 yılında idam edildi.

Gene aynı anlamda,  İstanbul’da kurulan modern bir rasathane kapatıldı, çünkü Allah’ı ve evreni nasıl yarattığını gözlemlemek günahtı. Kısacası, batı âlemi karanlık çağlardan kendisini sıyırırken, Osmanlılar mukaddes kitap Kuran’ın perdesini kendi başlarının üzerine çektiler

ve bugün dahi süregelen “Müslümanlığın karanlık çağına” girdiler.

 

Sultan Murat III  “müneccimbaşı” (aslında gökbilimci, hendese ve trigonometri) uzmanı olan ve Takiyuddin adındaki bir Arap’a 10.000 altın bağışlamış ve yıldız hareketlerinin daha iyi gözlemlemesi için bir rasathane kurdurmuştu. 1578 yılında inşaatına başlandı, 1579 yılında açılarak o çağın en modern astronomi aletleri ile donatıldı.

 

Görünüşte, yıldızlara bakarak olacakları önceden okuyabilmekteydi. Bir yıl sonra (1580’de) rasathane, denizden açılan top ateşi ile bir günde yıkıldı.  Bu yıkım için iki rivayet vardır.

 

Bir rivayete göre, “müneccimbaşı cennetteki meleklerin bacaklarını seyrettiği” için bir fetva çıkarılmış ve bunun üzerine burası yıktırılmıştı.

 

Diğer rivayete göre, o sıralarda bir deprem vuku bulmuş ve verilen fetva ile “Allah’ın bu cezalandırmasının sebebi” ortadan kaldırılmıştı. Müneccimbaşılıkta Almanların tutumu ise daha sonra anılacaktır. (Uzunçarşılı, 2011, S.118).

 

Bir asır sonra, başka bir cesur adam, Hezarafen Ahmet Çelebi (1609-1640) imal ettiği kanatlarla, 1632 yılında Galata Kulesinden, Boğaz’ın diğer yakasına uçtu. Sultan Murat IV bu uçuşu gördü, fakat ona “bu adamın uçabildiği için tehlikeli olabileceği” söylendi. Mükâfat olarak kendisine bir kese altın verilerek Cezayir’e sürüldü ve orada genç yaşta öldü.

 

Osmanlı İmparatorluğunun ordusu:

 

İmparatorluğun erken çağlarında, “Yeniçeri Ocağı” ordunun belkemiği idi. Yeniçeriler, 10-12 yaşlarındaki, genellikle sağlıklı ve yetim Balkan Hıristiyan çocuklardan devşirilirdi ve onlara yüksek bir sosyal sınıf oluşturma imkânı sağlanırdı.  Yeniçeri Ocağı 1383’te kuruldu, İstanbul’un fethinde ve diğer savaşlarda, yüksek disiplin ve kardeşlik ruhu sayesinde mükemmel başarılar sağladı. Yeniçeriler, maaş alan ve özel kıyafetleri olan ilk ordu oldu. (Uzunçarşılı, 2011, s.517). Ancak tekaüt olduktan sonra evlenmelerine izin verilebilirdi.

 

Yeniçeri olmanın ve diğer toprakları fethetmenin büyük avantajı, ganimetin paylaşımına hak kazanmaktı. Ganimetin beşte biri, padişahın hakkı, ikinci beşte biri peygamber veya devletin hakkı ve geri kalan beşte üçü de, mücahidin “helal hakkıydı”.  Savaşılmadan – kendiliklerinden teslim olan şehirler, talan ve yağmaya tabi tutulmazlardı.

 

Direniş gösterenler ise,  galip gelenlerin üç gün süre ile yağmalarlına açık olurlardı. Söylendiğine göre bu Osmanlı kuralı, Viyana şehrinin 1683 yılında uzun süre ile kuşatma altında tutularak ciddî bir hücum yapılmayışına neden idi zira rivayete göre Baş Vezirin endişesi, şehrin düştükten sonra maruz kalacağı üç günlük talan ve tahribattı. Şehrin düşmesi beklenmekteydi, çünkü lojistik kanallar kesilmiş ve yiyecekleri kalmamıştı.

 

1525 yılında Yeniçeri Ocağı, saraya büyük bir baş kaldırmada bulundu; 1648 yılında bu baş kaldırma tekrarlandı ve bu ordunun sarayı tehdit eden ve (zaferler ile mükâfat kalmadığı için)

“bahşiş” isteyen bir gruba dönüştüğü, hatta vezirlerin mukadderatını bile tayin ettikleri görüldü. (Mansel, 1996, s.221)

 

Zaman süreci içinde Yeniçerilerin teşkilât ve disiplini bozuldu; Avrupa’da gelişen yeni silâhlar ve mühendislik tekniklerine uyum gösterilemedi.

 

Osmanlı İmparatorluğunun genişlemesi 1699 tarihli Karlofça Antlaşması ile nihayet buldu. Eski silâhlar ve savaş yöntemleri artık yeterli değillerdi. Avrupa kültürde, sanayide, sanatta ve bilimde büyük bir reformu gerçekleştirirken, Osmanlı Sultanları haremlerinde sefa yapmayı ve artık ordu ile savaşa gitmemeyi yeğlediler.

 

1730 yılında İstanbul’da başka bir başkaldırı oldu ve sokak serserileri şehrin kontrolünü ele geçirdiler.  1826 yılına gelindiğinde Sultan Mahmut II nihayet yozlaşmış Yeniçeri Ocağını dağıtabildi ve yıllar içinde oluşan büyük gelişmelere göre yeniden teşkilâtlanmak yollarını aradı.

 

1827 yılında ise Osmanlı Donanması, Navarin limanında birleşik Hıristiyan donanmasının tuzağına düştü ve tamamen yok edildi.

 

Kapitülasyon hakları

 

Sultan Süleyman’ın en büyük hatası, 1536 yılında Fransızlara bağışladığı haklar ile İmparatorluk topraklarında serbest ticaret yapmalarına izin vermesiydi.  Bu kapitülasyon antlaşması 1740  yılında güncelleştirildi ve Avrupa sanayide, sanat, kültür ve ekonomide değişim gösterirken, Osmanlı bağlamlı hale sokuldu. (Uzunçarşılı, 2011, s.118)

 

Aslında bu hak, Galata’daki Cenevizli Katolik koloniye (Aya, 2010,s.296) İstanbul’un kuşatılmasında gösterdikleri (yaklaşık iki mil bir mesafede, tepeler üzerine döşenen ağaçlar üzerinde kaydırılarak Haliç’e indirilen Osmanlı donanmasına) yardımları nedeniyle verilmiş olan fermanın bir uzantısıydı.

 

Bu nedenle, sanayide gelişmiş ülkelere tek taraflı olarak bağışlanan bu tavizler ve Kuran’ın ağır tehditleri en basit modern ilerlemeleri bile yasakladığından,  bütün bunlar İmparatorluğun sonunu getirmeye başladı.

 

İngiltere ve İrlanda ile Baltalimanı Kapitülasyon Antlaşması

 

Türk sanayi ve ticareti, batılı güçlere verilen tavizler nedeniyle büyük dezavantajdaydı.

Türkler,  isyan etmiş olan Mısırlı Mehmet Ali Paşaya karşı, İngiltere’nin yardımına muhtaçtı.  O yıllarda, ülkelerin çoğu ithal veya ihraç edilen mallar ile ham maddelerin tümüne iki yönlü vergi uygulamaktaydılar. İngilizler, bu yardım talebine olumlu cevap vermek için Türklerden yeni bir ticaret antlaşması istediler ve bu antlaşma Ağustos 1938’de İstanbul, Baltalimanı semtinde imzalandı. Bu antlaşma ile İngilizlere, hiçbir vergi ödemeden Türkiye’den istedikleri ham maddeleri alabilmekte ve kendi mallarını hiçbir gümrük vergisi vermeden satabilmekteydiler.

Bunun sonucunda, ev veya sokak çalı süpürgeleri bile ithal edildi (Aya, 2012, s.16-17) ve “İngiliz Malı” ucuz mallar piyasayı işgal etti ve yerli sanayinin arta kalanını da sildi. Benzer ticarî tavizler

daha sonraları başka Avrupa ülkelerine, örneğin, Fransa, Danimarka, İspanya, İsveç, Portekiz ve benzerlerine de tanındı.

 

Osmanlı – Prusya ilişkileri

 

Prusya – Osmanlı ilişkileri 1761’de başladı fakat rivayete göre, Avrupa’da din savaşları ve engizisyon egemen iken, Türklerin Viyana’yı 1683’te ikinci kez kuşatmasında bir Alman Ordusu da Türklere karşı ilk kez savaşmıştı. Yaklaşık 500 ufak şehir devletini kapsayan Kutsal Germen – Roma İmparatorluğu, ancak 1806’da tasfiye olmuştu.  Almanya’nın birleşmesinden sonra, Fransa ve İngiltere’den ithal edilen mallar için yüksek gümrük vergileri konduğunu biliyoruz. Bu sayede Alman sanayisi kısa zamanda gelişti. Bu kez onlar mallarını başka ülkelere ve çoğunlukla Britanya ile rekabet halinde satmaya muhtaçtılar.

 

Sultan Mustafa III orduyu yenileştirmeyi denedi. Astronomiye karşı ilgisi nedeniyle, Fransa’dan bazı kitaplar ve ayrıca tıp öğrenimi için balmumundan yapılmış insan vücudu organları getirtti.

 

Prusya’nın ufak bir ülke iken Rusya ile olan yedi-yıl savaşlarını (1756-1763) kazanmasına şaşırmıştı. Bunun ancak çok iyi ve uzağı görebilen müneccimlerle mümkün olabileceğini sanıyordu. Prusya Kralına bir elçi gönderdi ve ondan üç müneccim yollamasını talep etti.

Kral Frederik şu cevabı verdi: “Sultanınıza deyin ki, iyi bir orduya sahip olmak, bu orduyu sulh zamanında savaşa hazır olacak şekilde talim ettirmek ve hazineyi dolu tutmak, benim üç tane müneccimim olmuştur. Sultanınıza deyin ki, başka müneccimler yoktur.” (Karal, 2011, s.165)

 

Sultan Mahmut II, “Kayzer’den askerî danışmanlar talep etmişti”; o da Anadolu’ya Yüzbaşı

Moeltke’yi (Helmuth Karl Bernhard Graf von Moltke) yollamıştı.  Mısır valisi Mehmet Ali Paşa isyan etmiş ve yaklaşık 40.000 kişilik modern bir ordu ile Anadolu’da ilerlemekteydi.

 

Osmanlı ordusu da sayıca eşitti, fakat çadırları yoktu ve son sekiz ayda salgın hastalıklardan eziyet çekmişlerdi.  İki ordu karşılıklı mevzilere girdiği vakit, kumandanın danışmanları olan genç Prusyalı subaylar, kumandan Hafız Paşa’ya derhal hücum ettikleri takdirde galip gelebileceklerini söyledi. Günlerden Cuma günü idi ve ordu içindeki dinsel danışmanlar, “Kuran’a göre Cuma günleri savaşmak caiz değildir” deyince bu gerçekleşemedi.

 

Ertesi gün Prusyalı subaylar Paşa’ya, geceleyin ani bir sürpriz hücuma geçilmesini tavsiye etti fakat bu da ret edildi, çünkü böyle bir hücum Sultan’ın ordularının şanına yakışmazdı.  Bu arada Mısır Ordusu, Osmanlı Ordusunu çember içine almaya başladı. Moeltke, ordunun derhal geri çekilmesi gerektiğini söyledi. Lâkin bu defa da kumandan geri çekilmenin korkaklık olacağını söyledi. Mısır ordusu hücuma geçti ve dört saat içinde Osmanlı ordusu binlerce ölü vererek tamamen yok edildi. (Karal, 2011, s.141)

 

Moeltke daha sonraları Almanya’ya döndü, Türkler hakkında bir kitap yazdı ve bu sayede Almanlar Türkleri tanımaya başladı. Moeltke 1857 yılında Prusya Ordusuna otuz yıl süreyle Genel Kurmay Başkanı oldu ve Mareşal rütbesine çıkarıldı. (Karal, 201, s.165). Bu olay, Doğu ve Batı ülkelerinin zihniyetleri arasındaki büyük farkı açıklamaya yeterlidir.

 

19’cu yüzyılın son çeyreğinde ve Otto von Bismarck’ın başa geçmesine kadar, Prusya’nın Osmanlı İmparatorluğuna karşı davranışı temelde sıcak idi, fakat aynı zamanda diğer Avrupa Konseyi ülkeleri ile olan daha öncelikli ilişkilere dokunulmamasına da dikkat edilmekteydi. Prusya her vesile çıktığı zaman, dost bir arabulucu olarak davrandı ve Yakın Doğu müzakerelerinde Osmanlıların menfaatine dikkat etti. Bu yaklaşım, 1829 tarihindeki Edirne Antlaşmasında ve Kırım harbini (1853-1856) takip eden sulh müzakerelerinde etkili oldu. (Öncü, 2003, s.6)

 

Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’nın Büyük Güçleri ile ilişkileri

 

Alman-Osmanlı ilişkileri, Abdülhamit II devrinde zirveye çıktı.  Alman Milli Birliğinin kurulması ve Bismark çağında ilişkiler çok yakınlaşmıştı fakat Bismark bir sulhsever idi ve Doğu Meselelerine karışmak istemiyordu. (Karal, 1962, s.161)

 

1877-78’de Rusya’nın Osmanlıya karşı savaşında Türkler tamamen yenilmiş ve Ruslar bugünkü Yeşilköy hava alanının bulunduğu Ayastefanos’a kadar gelmişlerdi. İngiltere müdahale etti ve donanmasını Boğaz’a yolladı. Türkler en ağır sulh şartlarını ve kendileri müflis durumdayken 30 milyon altın tazminat ödemeyi kabul ettiler. (Aya, Osmanlı, s.34).

 

Britanya, ağır şartları hafifletmek için, 13.7.1878 tarihinde, Berlin’de yeni bir Konferans tertipledi. Ruslara başka tavizler verildi, örneğin Osmanlı İmparatorluğundaki Hıristiyanları korumak gibi… Kıbrıs, borçlar karşılığı İngiltere’ye kiraya verildi ve daha sonra Britanya Krallığına bağlı bir İngiliz kolonisi haline geldi. (Aya, Osmanlı, s.36)

 

Bismark, uzak ülkelerde kurulan kolonilere karşıydı. Her ne kadar Afrika ve Yeni Gine’de bazı Alman yerleşim birimleri olmuşsa da, bunlar tatminkâr değillerdi.  Diğer yandan, yeni müstemlekeler için çok güçlü bir donanma gerekliydi ve Almanya’nın coğrafik konumu bazı zorluklar arz ediyordu (Karal, 1962, s.170).  Bu nedenle, Almanya Anadolu’nun verimli topraklarına karşı ilgi gösterdi ve Türklerle kurulacak bir ittifakın Fransa, Rusya ve Britanya’ya karşı vuku bulabilecek bir savaşta çok değerli olacağı düşünüldü.

 

Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya arasındaki Kültürel ilişkiler

 

Abdülhamit II, İngiltere veya Fransa’ya güvenmezdi ve sevmezdi. Hıristiyan işadamları kanalıyla Osmanlı İmparatorluğunda çok büyük ekonomik güç edinmişlerdi ve her çeşit malı ihraç etmekteydiler. 1876 tarihindeki Tanzimat Fermanı ve Anayasaya göre bütün vatandaşlara eşit haklar tanınmıştı ve satılan malların içinde silâhlar da vardı.  Ermeniler bu serbestliği hemen kullandılar ve her evde kadınlar için bile, birden fazla silah edinildi. (Karal, 1952, s.173)

 

Abdülhamit II’ in Almanya’ya karşı olan sempatisi (veya ihtiyacı) yeni kültürel bağların kurulmasına yol açtı ve bazı subaylar Almanya’ya öğrenim için yollandı. Almanya da Wettendorf kumandasında bir grubu askeri danışman olarak yolladı. Birkaç yıl sonra bunun yerine Von der Goltz kumandasında daha büyük bir heyet yollandı. Alman Detusche Bank İstanbul’da bir şube açtı ve Alman malları ile ordu malzemesinin ithalatı başladı. (Karal, 1962, s.174)

 

1889 yılında İmparator Giyom II, diğer adıyla Kayzer Wilhelm II İstanbul’u ziyaret etti ve Abdülhamit II ile arkadaşlık kurdu. Bu ziyaretin onuruna, şu anda Sultanahmet meydanında bulunan “Alman Çeşmesini” İstanbul şehrine hediye etti.  Kayzer Wilhelm II seyahatine devam etti, Şam, Kudüs ve Hayfa şehirlerine gitti ve burada Araplar ve Yahudiler tarafından büyük sevgi ile karşılandı. Kayzer,  böylece 300 milyon Müslüman’ın dostu olduğunu gösterdi. (Karal, 1962, s.177)

 

Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya arasındaki sınaî ilişkiler

 

1888 yılında Almanlara, İstanbul – İzmit arası demiryolunu işletmek ve Ankara’ya kadar uzatılması imtiyazı verildi. Eskişehir – Konya arası demiryolu 1896’da tamamlandı. Projeye göre demiryolu Bağdat ve Basra’ya kadar uzatılacaktı.  Britanya bu demiryolu hattı imtiyazı için Almanlarla rekabet halindeydi, fakat projenin uygulanması Almanlara verildi.

 

Bu demiryolu hattını döşemek için oluşturulan yeni şirketin sermayesinin yüzde 40’ı Alman Deutsche Bank ve diğer yüzde 40’ı da Fransız Osmanlı Bankası tarafından temin edildi. Geri kalan % 20 hisse ise, değişik hissedarların oldu. Bitirilen ve işletmeye açılan demiryolu hatları, civardaki kasaba ve köylerde tarım ve ticaretin derhal artmasında etkin oldu. Yatırım hissedarlara kâr veriyordu. Bu demiryolu sözleşmesi ile verilen teşvik veya kapitülasyonun bir maddesi çok önemliydi. Buna göre, demiryolunun geçeceği arazinin coğrafî ve topoğrafîk tercihleri yapımcı şirkete bırakılmıştı. Buna göre, demiryolunun sağ ve solunda 20’şer kilometrelik bir arazi şeridinin değerlendirilmesi de, örneğin taş ocakları, madenler ve bu şerit üzerindeki diğer tüm kaynaklar, yeni petrol sondajları dâhil, yapımcı şirkete bırakılmaktaydı.  Bir rivayete göre, bu toprak şeridine Almanya’dan gelecek muhacirler yerleştirilecek ve fiiliyatta müstakil bir Alman  toprağı  oluşturulacaktı. Britanya, Hindistan yolu üzerinde olan Basra’ya kadar olan bu genişlemeden haliyle rahatsızdı.

 

Balkanlarda İsyanlar

 

1912 yılında Rusya’nın teşviki ile Balkanlardaki Ortodoks Hıristiyan milletler (Sırbistan, Arnavutluk, Karadağ, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan) toptan isyan ettiler ve Osmanlı orduları bütün savaşları kaybederek İstanbul’a doğru çekildiler.  Bu ülkelerdeki beş milyondan fazla Müslüman ahali, köylerini, arazi ve varlıklarını terk ederek Anadolu’ya hicret ettiler ve bu arada bir an evvel gitmeleri için katliamlara maruz kaldılar.

 

Batılı ülkeler, Türklerin topyekûn yenilerek Avrupa’daki topraklarını kaybetmelerinden sevinç duymaktaydılar. Bu konudaki reaksiyonları Kasım 1912’de, 2700 askerden oluşan müşterek bir orduyu (İngiliz-Fransız-Alman-Avusturya) İstanbul’a yollamaları ve İstanbul’daki Müslümanların, Balkanlarda olanlardan dolayı yerli Hıristiyanlardan öç alma ihtimalini önlemek olmuştur. Bu karmaşa içinde Jön Türkler (Enver-Talat-Cemal ve arkadaşları) Babı Ali’yi basarak bir hükümet darbesi yaptılar. Enver, Harbiye Bakanı oldu.

 

Yeni hükümet batılı güçleri tatmin etmeyi denedi. Jandarma teşkilâtının yeniden yapılandırılması işi Fransızlara, donanmanın yeniden düzenlenmesi ve halktan toplanan bağışlarla ‘drednot’ sınıfı iki savaş gemisinin alımı da Britanya’ya verildi (Aya, 2009, s.220).  Kara ordusunun reformu tekrar Almanlara verildi.  General Von der Goltz, 1882 yılından beri Türk ordusunun reformu ile uğraşmaktaydı ve bu konuda 4000 sayfadan daha fazla askerî ders veya neşriyatı tercüme edilerek basılmıştı.

 

Birinci Dünya Savaşında, Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya’nın ittifakı

 

Mayıs 1913’te Osmanlılar, Alman Kayzer Wilhelm II’den bir “Ordu Reform Heyeti” yollamasını talep ettiler. İmparator, disiplini ile ün yapmış olan General Liman von Sanders ve 42 kişilik bir subay heyetini, Ekim 1913’te yolladı.  Liman von Sanders, 5 yıl süre için çok geniş yetkilerle göreve getirildi; yetkileri Harbiye Bakanına eşit veya daha fazla idi. (Özgüldür, 1993, s.305)

 

Arşidük Ferdinant’ın 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’da suikastla öldürülmesi, Avusturya – Macaristan İmparatorluğuna, birinci dünya savaşının beklenilenden çok daha erken başlatılması için bahane oldu. Almanların Osmanlı’nın stratejik konum ve insan gücüne ihtiyacı vardı; Osmanlılar ise, ufukta görünen Birinci Dünya Savaşı için bir müttefike muhtaç idiler, çünkü bun konuda İngiltere’ye vaki önceki başvuruları ret edilmişti. Fransa ve Rusya’ya 1914 ilkbaharında yapılan teklifler de aynı şekilde ret edilmişti.

 

Türklerin ihtiyacı yalnız yeni bir ordu, disiplini ve talim değildi. Aynı zamanda, silâh, cephane ve (Duyunu Umumiye idaresi altındaki maliye nedeniyle) aylarca ödenemeyen subay maaşları için paraya ihtiyaçları vardı.  Almanya ile ittifak kaçınılmazdı. Almanya’da tahsil gören ve Kayzer’in sevdiği genç Harbiye Nazırı, Avrupa’da 28 Temmuz 1914’te başlamış olan I Dünya Savaşına,  Osmanlı İmparatorluğunu aylar sonra sürükledi.

 

Bütün dünyada,  1915 yılı ortalarında, Doğu Vilayetlerinde başlatılan tehcirin kimin tarafından emredildiği hususunda yanlış bir görüş vardır. Bütün taraflar Türk hükümetini sorumlu tutar. Hâlbuki Doğu vilayetlerinde Ermeniler isyan ederek Rusya Cephesinde Türklerin yenilgisinde etkin olmuşlardı ve Nisan 1915’te Van şehrini işgal ederek, ordunun önemli bütün lojistik bağlarını kesmişlerdi.  Müttefik orduları 25 Nisan’da Gelibolu’ya çıkmıştı ve geçici tehcir ve iskân kanunu da bütün bunlardan sonra 27 Mayıs 1915’te ilân edildi.

 

 

 

Birinci Dünya Savaşı tarihinde, Türkiye-Almanya ittifakına ait bazı belgeler:

 

Büyükelçi Wangenheim tarafından, Almanya Dışişlerine yollanan, İstanbul, 24 Temmuz 1914 tarihli mektuptan, (Ernst, 1944, s.16).

 

“Türklerin şartı, savaş halinde Kayzer’in Alman askeri heyetini Türkiye’de bırakmasıydı. Buna karşılık olarak da, Türkiye bir formül bularak Türk Ordusunun Baş Kumandanlığı ile, yer değiştirecek tüm ordunun dörtte birinin gerçek idaresini savaş başladığında Alman heyetine bırakılacaktı. Bu konudaki görüşmeler büyük gizlilik içinde yapılacak ve Türk bakanlarının bile haberi olmayacaktı…”

 

Alman Şansölyesinden İstanbul Alman Elçiliğine, Berlin, Temmuz 18, 1914:

 

< Paragraf 3:  Savaş halinde Almanya askeri heyetini Türkiye’de bırakacaktır. Türkiye ise, (Türk) Genel Kurmay Başkanlığını (Alman) askeri heyetine vermeyi garanti edecektir.>

 

İttifak Anlaşmasından bazı maddeler.  İstanbul, Tarabya, 2 Ağustos 1915 (Epkenhans, 2001):

 

S.42: < Katliamlar: Avrupalılar ve Amerikalılar, Müslümanların öldürülmesi ve Hıristiyanların katli hakkında tamamen farklı reaksiyonlar göstermektedirler. Hıristiyanlar talihsiz maktul olduğu vakit, olay manşet yapılarak dramatize edilmekte ve “kanlı Türk”e örnek olarak gösterilmektedir. Diğer taraftan, masum Müslümanlar katledildiği vakit olay haber edilmemekte veya yanlış duyurulmaktadır. Bu durum, Ermenilerin çocukları imiş gibi, İngilizlerin himayelerine girdiği Berlin Antlaşmasından bu yana gözle görünür şekilde gerçektir >.

 

S.46: < On sekizinci yüzyılda bir Hıristiyan tarihçi şöyle yazmıştı: “Avrupalı Hıristiyanlar, Yobaz Doğulu Hıristiyanların bu bayatlamış masallarını adeta su hendeklerinde balıkmış gibi tutup çıkarmalarından utanç duymalıdırlar. “Türk” hakkındaki önyargılar ve haksız değerlendirmeler bu tür kaynaklardan çıkmıştır. Bunun içindir ki, Atatürk’ün sözleri ile:

“Türkiye’nin medenî ülkelerin göz bakışları ile değerlendirilmesi, hata ve öfke ile maluldür.”  >

 

İki ülke arasındaki mutabakata göre, ordu kumandanı Alman olduğu vakit, kurmay başkanı Türk olacaktı (Liman von Sanders ve İzzet Paşa). Ordu kumandanı Türk olduğu vakit, kurmay başkanı Alman olacaktı, örneğin Enver Paşa ve kurmayı General Bronsart von Schellendorf, 4’cü ordu komutanı Cemal Paşa ve kurmayı albay Kress von Kressentein,  6’cı Ordu Komutanı General von der Goltz ve kurmay başkanı General Ali İhsan Sabis…gibi.

 

Birinci Dünya Savaşında, Türk-Alman askerî işbirliği, disiplin ve kahramanlıkları, inanılması zor ilginç safhalarla doludur; örneğin Mustafa Kemal’in Gelibolu’da bir yarbay olarak ileri görüşü ve kısa zamanda General Liman von Sanders tarafından değerlendirilmesi gibi…

 

Diğer önemli bir olay, 1914 Noel zamanında, Enver Paşa ile vekili General von Schellendorf tarafından planlanan ve felaketle sonuçlanan Rus ordusuna karşı hücum idi. Sanders, mevsimin çok soğuk kış ve arazinin yüksek dağlarla kapılı olması nedeniyle 3’cü Ordu tarafından uygulanacak bu plana karşıydı. Ordunun ikmal hatları yoktu,  yiyecek ve hatta kış mevsimi giyecekleri yoktu.  Lojistik malzemeleri taşıyan üç geminin yarı yolda Rus donanması tarafından batırılması, bu harekâtın daha başlamadan durdurulmasını gerektirirdi.  Harp okulunda Enver’in hocası olan 3’çü ordu kumandanı, bu denli yokluklar içinde bu harekâta karşıydı. Enver Paşa 3’çü Ordu kumandan vekili olarak hücum emrini verdi ve bu 60.000 kadar askerin en büyük askerî bir felaketle ölmesine sebep oldu. Askerler, açlık, salgın hastalık, soğuk ve yüksek dağ geçitlerinde Ermeni ihtilalcıların direnişi nedeniyle, mağaralarda ve açık arazide buzdan heykeller gibi dondu. Bu, Osmanlı Ordusunun, kendini beğenme nedeniyle, tarihteki en kısa sürede yenilişi oldu. Fakat General von Bronssart ve Enver Paşa bu felaket sırasında, derin karlar içinde en ön hatlarda idiler. Yanlarında atları vardı ve Rus ordusuna esir düşmekten son anda kurtuldular.

 

1915 Şubat ayında ve Süveyş cephesinde, 12.000 kişilik bir Türk ordusunun kanalı geçmek için kullanacakları dubaları da taşıyarak çölü birkaç günde yaya olarak aştığını öğreniyoruz.  Bu imkânsız yaya çöl geçiş harekâtı, Von Kressentein’ın daha önce giderek çölde birkaç su kuyusu açması sayesinde mümkün oldu.  İngilizlerin daha önden haberleri olmuştu ve Türkleri bekliyorlardı. Türkler, 2.000 askerini bu harekâtta kaybetti ve odu yenilmiş olarak Filistin’e geri döndü, fakat çölün gidiş-geliş olarak yaya aşılmış olması tarihe geçti.

 

Bağdat cephesinde 6’cı Ordu, Bağdat’ı almak niyetiyle Hindistan’dan gelen General Townsend kumandasındaki İngiliz ordusunu çembere aldı. İngiliz Ordusunun yiyeceği  ve hariçten de yardım imkânı kalmadı. Ordu koşum hayvanlarını keserek yemeye başladı fakat Hintli askerler bu eti yemediler. Beş aylık bir muhasaradan sonra 13.400 kişilik ordu Türklere teslim oldu. 6’cı ordunun 1916 yılında kazandığı bu Kut zaferi tarihe geçti.  General Townsend İstanbul’a yollandı ve Büyükada’da esir tutuldu. 1918’deki Mondros ateşkesinden sonra serbest kalmasına rağmen  adada yaşamayı tercih  etti ve 1924 yılında burada öldü.

 

6’cı Ordu Kumandanı Colmar van der Goltz, Bağdat şehrinde tifüs hastalığı nedeniyle yüksek ateş altında yatmaktaydı ve ordusunun zaferini göremeden hastalıktan öldü. İstanbul, Tarabya ’deki Alman Elçiliği bahçesinde, tabutu üzerine Alman ve Türk bayrakları konularak gömülmeyi vasiyet etti. Olayın tuhaflığı Goltz’un tifüsten dolayı ölümüydü. Bilindiği gibi, tifüs mikrobu bir giysiden diğerine mikroplu bitin geçmesi ve hastayı ısırması ile yayılır ve dolayısıyla insan ve elbiseleri yıkanmadığı ve temiz tutulmadığı hallerde bulaşır.  Tifüs hastalığı bütün ordu koğuşlarında melek Cebrail’in en etkin hizmetkârıydı ve askerleri koğuşlarında savaşa gitmeden öldürmekteydi. (Son Amerikan Elçisi Abraham Elkus, iki ülke arasındaki siyasi münasebetler 1917’de kesildiği vakit gidemedi. Sebep, o da tifüs hastalığına yakalandı fakat sonra iyileşebildi).

 

Türk ve Almanların, yoldaş sadakatiyle birlikte savaşmalarının ve ölmelerinin hatıraları, her türlü takdirin üzerindedir. Ancak, Birinci Dünya savaşı bitiminde Almanya ve Türkiye’nin teslimlerinden sonra kurulan linç mahkemeleri, adaletsizlik, ikiyüzlülük ve rezalete gömülmüşlerdi. İstanbul’da Kurulan Askeri Mahkeme,  vatanı savunan birçok kişiyi gıyaplarında ölüme mahkûm etmişti ve bunların içinde Atatürk ve tüm yardımcıları da vardı. Mahkeme edilenlerin savunma için avukat tutmak hakkı yoktu, yazılı zabıtlar tutulmuyordu ve duruşmalar adeta linç davalarına benziyordu.

 

İttihat ve Terakki Hükümeti üyeleri, bir denizaltı ile Almanya’ya iltica etmişlerdi. Cemal Paşa Tiflis’e gitti ve orada bir Ermeni suikastçı tarafından öldürüldü. Talat Paşa, kimliğini saklayarak Berlin’de kaldı fakat Ermeniler onu da bularak Mart 1921’de evinin önünde onu öldürdüler. Bu cinayetler artık haber bile değillerdi çünkü Ermeni Nemesis teşkilatı buldukları Türkü öldürüyordu ve bunların içinde Roma’da öldürülen baş vezir Sait Halim Paşa da vardı.

 

1921 yılı Birinci Dünya Savaşından sonraki yıllarda da Almanya kasvet içindeydi ve Adolf Hitler güç kazanmaya başlamıştı. Siyaset hayatı,  halkın uzun yıllardır alışkın oldukları otoriter hükümetin devrilmesi şokundan henüz sıyrılamamıştı.  Yeni kurulan Parlamento sistemi,  partizanlığın vahşetine kurban ediliyordu ve bu nedenle istikrarlı hükümet kurulamıyordu.

 

Talat Paşa cinayetinin mahkemesi, reziline bir komediye dönüştü. Talat Paşa Ermenileri daha önce Türkiye’de öldürmekten dolayı suçlu bulundu; onun katili Tehlirian ise suçsuz bulundu. Alman hâkimler, galiplerin ve Ermenilerin tazyikine teslim oldular.

 

Liman von Sanders ve Protestan Alman vaiz Dr. Johannes Lepsius, bilirkişi olarak mahkemeye çağrıldılar. Liman von Sanders, kendi devrindeki Alman Büyükelçisinden ve kendisinin Osmanlı Ordusunun Başkumandanı olmasından bahsetmedi. Talat Paşa aleyhinde şahitlik yapmadı fakat hakikatlerin yalnız bir çeyreğini söyledi. Bu nedenle, ifadesi lehte olacağına aleyhte oldu.

 

Bronsart von Schellendof’a daha önce bir haber yollanmış olmasına rağmen, şahitlik için mahkemeye çağırılmadı. Mahkemenin karar almasından sonra, gazetede yayınlanan bir makale ile mahkeme kararına tepkisini bildirdi.

 

Sonuç

 

Mevcut tarihi olaylar şunları göstermektedir:

 

1- Türk ve Alman Devletleri ve halkları arasındaki ilişkiler oldukça sakin, işbirlikçi ve her zaman bütün tarafların yararına olmuştur.

 

2- Osmanlı İmparatorluğu içindeki Protestan ve Katolik Misyonerler, barışı bozamayacak kadar az sayıdaydılar. Fakat fanatik Dr. Lepsius’un ithamları bunun haricindedir. İstanbul’da geçirdiği bir ay içinde Alman Elçiliği tarafından bile hoş karşılanmamış ve yalnız Ermeniler ve Morgenthau tarafından bilgilendirilmişti.

 

Franz Werfel trafından yazılan “Musa Dağımda 40 Gün” kitabı gerçeklere dayanmıyordu fakat genelde Türklere karşı olan düşmanlık ve ön yargılara büyük katkılar sağladı.

 

3- Bu konuda Alman Basını ve Hükümetinin, “tarih hakkındaki kara-delik bilgi boşluğu” bu gün dahi dergilerde, TV programlarında, haberlerde ve bilgisiz siyasetçilerin konuşmalarında devam etmekte ve iki cesur onurlarına düşkün halk arasındaki mükemmel dostluğu gölgelemektedir. Sahte veya tahrif edilmiş belgelerin karşısında, ret edilmesi mümkün olmayan gerçek belgeler mevcuttur. Maalesef Alman akademik kuruluşlar, basın ve diğer kurumlar bu konunun yeteri kadar derinine inmemişler ve şunları keşfedememişlerdir:

 

a-  Solomon Tehlirian davasına ait tüm tutanaklar,

http://armenians-1915.blogspot.com/2009/06/2893-full-transcript-of-soghomon.html  linkinde

İngilizce lisanda mevcuttur. Bunu okuyanlar bütün şahitlerin yalnız davalı tarafından gösterildiğini, bunların jüriye masallar anlattıklarını, fakat her şeyi A dan Z’ ye kadar bilen General Liman von Sanders’in Başkumandan olarak bütün askeri harekâttan sorumlu olduğunu, diğer taraftan Osmanlı Harbiye Nazırı adına resmi belgeleri imzaya yetkili General Bronsart von Schellendorf’un da mahkemeye davet edilmediğini ve bildiklerini söylemesine fırsat verilmediğini anlayabilirler. Osmanlı ordusunda bir kısmı subay olarak yaklaşık 10.000 Alman asker vardı ve bunlardan hiçbiri görgü şahidi olarak çağrılmadı.

 

İlgili olanlar “The Genocide of Truth” kitabının sayfa 363’te 37 no.lu notu da okuyabilirler.

Gerçeği arayanlar, http://armenians-1915.blogspot.com/2005/07/78-german-officers-genocide-eyewitness.html

Linkinde General Von Schelledorf’un  “Deutsche Allgemeine Zeitun, Nr. 342, 24.7.1921”

Gazetesindeki Almanca yazısını veya bunun İngilizce tercümesini görebilirler.

 

1921 yılının buhranlı safhasında ve Hitler’in çare olma arayışlarında, Alman mahkemesi ve Jürisi şüphesiz bir hukuk cinayeti işlemiş ve Berlin sokaklarında öldürülen maktulü suçlu bularak, katili alkışlar ile mahkemede salıvermiştir.  Acaba Almanya’nın kendi kayıtlarını, kitap ve kendi Generalleri ile subaylarının otantik belgelerini tetkik etmek için bu gün uygun zaman değil midir? Hâlbuki bu subaylar İmparatorluğun her tarafında hizmet görmekteydi ve bu nedenle hükümet yetkilerini aşan emirlerin uygulanmasında sorumlu değil miydiler?

 

Bu sunum, araştırmacılar tarafından yapılan açık bir davet olup, “soykırım söylentisi ve ilgili propaganda dokümanlarının”, doğrulukları ispat edilmemiş yalandan başka bir şey olmadıklarını, bunlardan bir tekinin bile aslının olmadığını ve uluslar arası cinayetler için gerekli olan yasalara ve kurallara uymadığını duyurmaktadır.

 

b- Alman basını acaba, Hitler devrinde 22.000 Alman Lejyonu askerinin (bunların 4.800’ü SS)

Yahudilerin derlenmesinde ve ölüm kamplarına yollanmasında kullanıldıklarını bilmiyor mu? Bu devrede,  Birinci Dünya Savaşında Almanların Birinci dereceden Demir Salip madalyasını kazanan emekli albay ve Fransa Vichy hükümeti nezdinde Türk büyükelçisi olan Behiç Erkin’in on binin üzerinde Yahudi’yi ölümden kurtararak Türkiye’ye yolladığını da mı bilmiyorlar?

 

Bütün bunlar birçok kitapta, internet ve sair belgelerde mevcuttur.  Ermeni Lejyonunu artıklarının 1950’lerde Berlin karaborsasına hâkim oldukları ve sonra temin edilen yazılı davet mektupları ile Amerika’ya hicrete başladıkları da mı bilinmemektedir?

 

Nasıl oluyor da Almanya’da bulunan Nazi-Ermenilerden (yurtsuz muhacir durumunda) hiç biri, geçmişlerinde Türkler tarafından soykırıma uğradıklarını ifade etmedi?

 

Bu “para dolandırmak için mağduriyet sanayi 1960’lardan sonra başladı”.  Yeryüzünde küresel sulh ve uyum için, en asgari şart olarak “hakikatleri ve dürüstlüğü” savunmak istemeyenler, başka millet veya kişileri dedikodulara dayanarak ve “karşı görüş isteyememek ayıbı ile” suçlamadan önce, iki defadan fazla düşünmelidirler.  Gıyapta alınan kararlar belli menfaatler içindir ve bu çok büyük bir ayıptır. Bu sunumun yazarı, “bütün hassasiyet ve tepki gösterecek tarafları”, bu sunumu bir giriş olarak değerlendirmeye ve gerçeklerin araştırılmasına saygıyla davet eder.

 

Birinci Dünya Savaşındaki kayıplar 37 milyon olarak tahmin edilmektedir ve bunların 16 milyonu ölenlerdir. Bu büyük kayıpları yaşayan devletler, geçmişi unutarak sulhu yeniden tesis etmişlerdir. Ermenistan’ın adı, büyük kayıplara maruz kalan ülkeler arasında yoktur. Fakat bunlar geniş çapta uydurularak dünyaya yayılmıştır ve bugünün dünyası gerçekleri unutarak Daşnakçıların bir geçim kaynağı yaptıkları soykırım mızıkacılarının bu türkülerinin reklamını yapmaktadırlar.  Ermeni ve tarafsız kaynaklarda yazılı kanıtlar pek çoktur. Gerçekleri doğrudan kendileri öğrenmek Yalancılara (siyasetçiler, medya, basın, akademi vs.)  güvenmeyerek gerçekleri doğrudan ve kendileri öğrenmek zahmetine girenler,  bu tür kaynakların kendi okuyucularını enayi yerine koyduklarını görebilirler.

 

 

SON SÖZ:

 

İki millet arasındaki bu “kara sayfalar” yeterince derin araştırılmamıştır. Bu günün Alman basın ve medyası güncel ve yaygın Ermeni propagandasına o derece sempati göstermektedirler ki Ermenilerin Alman Eğitim sistemine sokmaya gayret ettikleri kitaplarla, yeni bir “Alman – Türk düşmanlığını” yaratmaya gayret ettikleri ve bu büyük saptırmaların, temelde tüm Türk otorite ve kurumlarının ilgisizliğinden doğduğu görülememektedir.  Günümüzde “gerçeği öğrenmek isteyen kişiler” çok azdır; buna mukabil kolay yayılan propagandalarla yaratılan yalanlara karşı “gerçekleri savunarak” husumetleri önlemek uğruna yaşam sürelerini harcayanlar ise çok daha azdır.

Üzülerek görülüyor ki bazı siyasi partiler (bunların içinde Almanya’daki bazı Türk siyasetçiler de vardır) yalnız rivayetlere dayanarak, linç edici güruhlara kolayca katılmaktadırlar.

 

Almanya Türkiye’nin hemen her konuda ticaret ve moral ortağıdır, örneğin teknik eğitim, sağlık ve sayılamayacak kadar çok konu. Türkiye’de yatırım yapmış olan 4000 ‘in üstünde Alman Şirketi vardır. Almanya’da yaşayan ve çoğunluğu Almanya için çalışan 3.500.000 Türk vardır.

Özetle, Almanya, medeniyet yolunda Türkiye’nin her konudaki ihtiyacını sağlayan Bir Numaralı ülkedir.  Yukarıdaki sual, Orta Doğuda yaşanılan adalet eksikliği nedeniyle tevcih edilmiştir. Bu sunum çok samimî olarak şu anlamda bir sual olarak da yorumlanabilir:

“son asırdaki bilinen kusurlarınızı ve sonraki diktatörlük devri hukuk arızalarını şimdilerde telafi ettiniz ise”,  bu en kıymetli değerin/edemin, size dost olan ülkelere ihraç veya bağış yolu ile teminini ve eski arkadaşlarınızı siyaseten ve hukuken boğulmaktan kurtarmayı düşünmez misiniz?

 

 

 

 

 

 

 

 

19 Kasım 2013
OSMANLI – ALMAN İLİŞKİLERİNDE SİYASİ, EKONOMİK ve ASKERİ ALANLARDA FARKLI DÜŞÜNCELER için yorumlar kapalı
Okunma 2.307
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 Şehitlerimiz-amblem kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar