Medya ve Hapis Cezası

Medya ve Hapis Cezası

Düşünürler, filozoflar ve teorisyenler sanki de ağız birliği etmişçesine bir ülkede yönetim tarzının “Demokrasi” olarak tanımlanabilmesi için altı koşulun fiilen ve kısıtlanmadan bulunması gerektiğini söylerler. Bazıları da ikisini bir sepete koyup, koşulları beşe indirgerler.

 

Bu “Demokrasi” için olmazsa olmaz olarak tanımlanan koşullar her ne kadar hayatımızın ve yaşadığımız ülkenin koşulları içinde olağan görülse de, BM’ye kayıtlı 196 ülkenin büyük bir kısmında yok. Olmayınca, yaşanmadığı içinde bu ülkelerde yaşayan halklar tarafından pek de bilinmiyor. Getirilmek istendiğinde de müthiş bir direnç gösteriyorlar, son 23 yılda Irak’ta yaşananlar gibi.

 

Halâ daha Irak’a demokrasinin bu koşulları getirilemedi. Belki de bir yirmi yıl daha giremeyecek ve uygulanamayacak. Nedeni de çocuk yaştan bu kültürün hem eğitimi verilmemiş, hem de yıllar içinde kısıtlı da olsa demokrasi deneyimi yaşanmamış olması.

 

Bu koşullar sırası ile;

Kendilerine anayasa ile yönetim erki verilmiş güçlerin, Türkçede kısaca 3Y olarak tanımlanan Yönetim, Yasama ve Yargı’nın ayrık, bağımsız ve birbirlerini denetleyici konumda olmaları. Zaten bu birinci koşul kendi başına, demokratik bir düzenin olmazsa olmazının temel direği.

 

İkinci koşul söz konusu 3Y Güçlerinin dengeli olmaları ve birbirlerini kontrol edebilmeleri.

Üçüncü koşul kişisel özgürlük haklarının garanti altında olması.

Dördüncü koşul sivil toplum kuruluşlarının bağımsız ve özgür olmaları.

Beşinci koşul medyanın özgür ve bağımsız olması.

Altıncı koşul demokrasi kültürü eğitiminin ilkokuldan itibaren çocuklara verilmesi.

 

Her ne kadar “Kişisel Özgürlük haklarının garanti altında olması” ile “sivil toplum kuruluşlarının bağımsız ve özgür olmaları” birbirlerinden farklı başlık altında sınıflanmış olsalar da, gerçekte birbirlerini tamamlıyorlar. Kişisel özgürlükler kısıtlı ise, Sivil Toplum örgütleri bağımsız çalışamıyor. Sivil Toplum Örgütleri bağımsız değilse, kişisel özgürlükler bir şekilde kısıtlanmış demek oluyor.  Bu nedenle de bazı filozof, teorisyen ve düşünürler bu iki maddeyi birleştirmeyi tercih edip, demokrasi koşullarını beşe indirgiyor.

 

Beşinci koşul olan medyanın özgür ve bağımsız olması ise ikinci, üçüncü, dördüncü ve altıncı koşullar ile birebir bağlantılı ve çok önemli.

 

Gazete, dergi ve benzeri yazılı yayınlar, görsel,  işitsel, radyo ve televizyon yayınları ile internet haber sitelerinde faaliyet gösteren medya kuruluşlarının ve bu kuruluşlarda çalışan basın mensuplarının özgürce düşünce ve görüşlerini, basın etiği çerçevesinde, kişisel haklara ve kişilerin şahsiyetine tecavüz etmeden halka ulaştırmaları ve halkı bilgilendirmeleri de demokratik bir düzenin olmazsa olmazlarından ikincisi.

 

Elbette bu maddede konusu edilen kişilik haklarının nerede başlayıp nerede bittiği de çok önemli ve devamlı olarak tartışılan bir konu. Bu nedenle de “kişilik hakları”nın kesin bir tanımı yok ve her dönemde de tartışılmakta.

 

Bugüne değin kişilik haklarına saldırı olup olmadığını kendi kıstasları içinde mahkemelerimiz değerlendirmekteydi. Saldırı varsa sivil ceza, saldırı yoksa davanın düşmesi sözkonusuydu.

 

Geçmiş haftalar içinde KKTC Meclisinde  oy birliği ile kabul edilen ve KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu tarafından da KKTC Meclisinde “Oy Birliği” ile kabul edilmesi nedeni ile imzalanarak yürürlüğe giren “Özel Hayatın ve Hayatın Gizli Alanının Korunması Yasası”nın içerdiği maddeler demokrasimizi yaralayacak güç ve içerikte.

 

Böylesi bir yasa ile uzun yıllardır demokrasinin ana kurallarını eksiksiz bir şekilde uygulamış ve bu kuralları yaşamının bir tarzı haline getirmiş olan Kıbrıs Türk halkının ve Kıbrıs Türk Medyasının, yıllardır sahibi oldukları ve yaşamaktan zevk duydukları “Demokrasinin Ana Kuralları”ndan bir tanesi direk olarak,  bir kaç tanesinin içeriğinin de bir kısmı, endirekt olarak elinden alınmış olmakta.

 

Bu yazının konusu olan “Özel Hayatın ve Hayatın Gizli Alanının Korunması Yasası”,  KKTC Meclisi tarafından ivedilikle ele alınmalı ve kısıtlamalar ile hapis cezaları kaldırılmalıdır…

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

19 Mart 2014

 

19 Mart 2014
Medya ve Hapis Cezası için yorumlar kapalı
Okunma 50
bosluk

Beyaz Saray ve KKTC

Beyaz Saray ve KKTC

Günümüzde yaşanan süreç içinde KKTC Dışişleri Bakanının ABD’ye, ABD’nin Lefkoşa Büyükelçisi ile birlikte gitmesi ve ABD yönetiminin üst düzey yetkilileri tarafından kabul edilip görüşmeler yapması iyi bir gelişme.

 

Bu ziyarette nelerin konuşulduğu ise çok daha önemli. Bilgi mi verdi, talimat mı aldı eğer tutanak tutulduysa, ortaya çıkar, yok tutanak tutulmadan görüşmeler yapıldıysa zaten hiçbir siyasi değeri ve geçerliliği yoktur bu “resmi” görüşmelerin. Ya Kahve içilmeye gidilmiştir ya da talimat almaya… Gerçekte nelerin olduğunu ve nelerin konuşulduğunu zaman gösterecek.

 

Rum basınında geçmiş aylarda yer alan bir yazı içerisindeki kelimelerin arasında, KKTC bakanlarından birinin Rum lider Anastasiadis ile “KKTC’de mevcut bir siyasi partinin üst düzey yöneticisi” sıfatı ile görüştüğü ve kendisinden KKTC Cumhurbaşkanı “Eroğlu’nun Müzakere ekibinde yer almasına itirazının olmadığını” iletmesini rica ettiği yazıyordu. Bugüne değin bir yalanlama veya tekzip çıkmadığına göre bu satır araları içindeki bilgide doğruluk payının bulunduğu yüksek bir olasılık.

 

Sayın Dışişleri Bakanının ABD’nin Lefkoşa Büyükelçisi ile ABD’ye gitmesi ve görüşmeler yapması, bana yukarıdaki paragrafta belirttiğim olayı hatırlattı. Basında yer alan bilgilere göre, şimdiye kadar KKTC Dışişleri Bakanı veya herhangi bir Bakan, yabancı bir ülkenin Lefkoşa Büyükelçisi ile birlikte söz konusu elçinin ülkesine giderek resmi sayılabilecek görüşmeler yapmamıştı.

 

Ne var ki, resmi olarak tanımlanan bu görüşmenin Beyaz Saray’da yapılan kısmının bir ilk olarak tanıtılıp pazarlanmaya çalışılması ise pek de doğruları yansıtmıyor.

 

20 Ocak 2001 ve 20 Ocak 2009 tarihleri arasında Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. başkanı olarak görev yapan George Walker Bush (Oğul Bush) döneminde, 2002 ile 2007 tarihleri arasında Washington’da KKTC Temsilcisi olarak görev yapan Osman Ertuğ, Beyaz Saray’da, dönemin Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in odasının hemen bitişiğindeki odada bulunan Ulusal Güvenlik Konseyi Avrupa ve Avrasya Direktörü Matthew Bryza ile resmi bir görüşme yapmıştı. Matthew Bryza o dönemde özellikle Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’tan sorumlu kişiydi.

 

Ulusal Güvenlik Ajansı, ABD hükümet sisteminde son derce önemli bir birim. Savunma Bakanlığından çok daha ileri konumda. Yönetim yeri Beyaz Saray’da ve hemen ABD Başkanının yanı başında.

 

Cumhuriyetçi olan Matthew Bryza, 2005 yılında İngilizce adı “Deputy Assistant Secretary of State for ve European and Eurasian Affairs” olan “Dışişleri Bakanı Avrupa ve Avrasya Konuları Vekil Yardımcısı” görevine getirildi.

 

2004 yılında Osman Ertuğ ile Matthew Bryza arasında gerçekleşen bu resmi toplantıya, Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’ndan da iki seçkin subayımız katılmıştı. Subaylarımızın resmi elbiseli olup olmadıkları hakkında bir bilgim yok ama genelde bu tür resmi görüşmelerde resmi elbiseler giyilmekte.

 

KKTC Washington Temsilciliğinin İngilizce resmi tanımlaması “Representative of the Turkish Cypriot Community in Washington DC”, yani “Kıbrıs Türk Toplumunun Washington’daki Temsilcisi” şeklinde. ABD Dışişleri Bakanlığı Temsilciliğimize ve Temsilcimize diplomatik statü vermemiş olmasına rağmen resmi bilgi alış verişlerini Washington Temsilcimiz ile yapmakta ve iletişim kurmakta herhangi bir sakınca görmemekte.

 

Sayın Dışişleri Bakanı Nami, bu nedenle hem Beyaz Saray’a resmi olarak giren ilk Kıbrıslı Türk diplomat değil, hem de ABD’li siyasiler ve üst düzey bürokratlar ile resmi görüşme yapmış ilk Kıbrıslı Türk siyasetçi de değil. Sayın Bakandan önce en az iki tane resmi sıfata sahip diplomatımız ve bürokratımız ABD üst düzey siyasi ve bürokratları ile resmi görüşmeler yapmıştır.

 

Siyasi tarihimizi iyi bilmekte fayda var…

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

17 Mart 2014

16 Mart 2014
Beyaz Saray ve KKTC için yorumlar kapalı
Okunma 122
bosluk

Vicdani Ret ve Cezaevi

Vicdani Ret ve Cezaevi

Evvelki gün sabahın erken saatlerinde üniversiteye giderken yerel bir radyomuzda ilginç bir konuyu dinledim.

 

Konuşanlardan biri, daha doğrusu soruları soran yılların başarılı program sunucusu ve medya mensubu, benimde eski ve kıymetli dostum İsmet Özgüren idi. Konuk ise Murat Kanatlı… Vicdani Ret konusunu gündeme taşıyan ve Mahkeme tarafından 10 gün hapis cezası verilen Yeni Kıbrıs Partisi (YKP) Örgütlenme Sekreteri…

 

Çocuklarım ile yaklaşık aynı yaş grubunda olduğu için kendisine yazımda “Murat” olarak hitap edeceğim. Umarım kızmaz ve gücenmez.

 

Murat’ın babası eski bir politikacı. Yaşamını sürdürdüğü yerde herkese iyiliği dokunmuş saygın bir doktor. Benim de hem Larnaka Bekir Paşa Ortaokulu’ndan hem de Mağusa Namık Kemal Lisesi’nden okul arkadaşım. Annesinin gelinlikle uçaktan inişi o günlerde gazetelerimizin ön sayfalarında yer almıştı. Özetle ailesini çok iyi tanıdığım bir kişi Murat.

 

Fikirlerimiz, görüşlerimiz, ideallerimiz Murat’la bağdaşmasa da, farklı kulvardaki bir siyasi görüşe sahip olsak da, konuşmalarını dinler, yazılarını ve açıklamalarını daima okurum. Kullandığı kelimelerdeki ve cümlelerdeki mesajı almaya, kavramaya ve değerlendirmeye çalışırım.

 

Yolda keyifle dinlediğim bu radyo programı, benim kıstaslarıma göre haftanın en iyisiydi. Zaten İsmet Özgüren dostumun yılların verdiği deneyimi ve yetenekleri ile hep iyileri yapan bir medya mensubu olduğunu tekrarlamama gerek yok. Hoparlörden sesini duyduğum anda veya da kendisini ekranda gördüğüm kanala çakılır kalırım. Bilirim ki muhakkak bir şeyler öğreneceğim yaptığı programdan.

 

Murat’ın Vicdani Ret konusundaki görüşleri ve söylemleri, benimkilerle bağdaşmasa da, Merkezi Cezaevi konusunda söylediklerini canla başla dinledim.

 

Eğitimini, kültürünü ve araştırmacı karakterini yansıtan güzel Türkçesi ile Merkezi Cezaevi hakkında söyledikleri çok ilginç ve acı vericiydi. Bu programın kopyasının ilgili medya kuruluşundan alınıp, deşifre edilerek kağıda geçirilmesinden sonra bence, İçişleri Bakanı ve Müsteşar da dahil olmak üzere İçişleri Bakanlığının tüm üst düzey bürokratlarının Murat’ın söylediklerini en azından beş kere okumaları gerekecek, neleri anlatmak istediğini anlayabilmeleri ve gerekli tedbirleri alabilmeleri için.

 

Murat’ın Merkezi Cezaevinde yattığı 10 günlük süre içinde bire bir yaşadıklarını, edindiği izlenimlerle harmanlayarak anlattıklarına göre KKTC’de suçluların ıslahı ile ilgili olarak artık yeni bir “Islah Evi”nin yapımına ve suçluların topluma “suç işlemeye meyilli olmayan düzgün insanlar olarak” kazandırılabilmeleri için yeni bir kavramın uygulanmasına gerek var.

 

Merkezi Cezaevi’ni özelleştirmeyi ciddi ciddi ele almalı hükümetimiz. Özel sektörün bu soruna en çağdaş çözümü getireceğine ve en insani yöntemi uygulamaya koyacağına kuşku yok. Örnekleri ABD’de var. Hapishane ismi eskilerde kalmış ve çağdaş tanımını artık “Correction Center” yani “Düzeltme veya da Topluma Kazandırma Merkezi”  şeklinde. Hapishane sözünü ağza almak adeta yasak.

 

Murat’ın ortaya koyduğu gerçek şu ki, Merkezi Cezaevi bugünkü yapısı ve kapasitesi ile yaklaşık iki yüz yönetici ve gardiyanı ile birlikte, bu görevlilerin tüm iyi niyetine ve çabalarına rağmen, suçluların ıslah edildiği ve topluma kazandırıldığı bir yer olmaktan çıkarak tam tersi bir konuma girmiş ve suç işlemeye meyil kazandıran insanların üretildiği bir merkez haline dönüşmüş.

 

Hapis cezasına çarptırılarak cezaevine giren kişilerin “Avukatları” ile olan mahkeme sürecindeki ilişkileri ile ceza aldıktan sonraki ilişkilerinin bir düzenlemeye konması da artık kaçınılmaz bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

 

Ceza alan kişileri cezaevinde iyi hal ve davranışta bulunmaya teşvik eden “Şartlı Tahliye” konusunda kimlerin bu haktan yararlanabileceğine dair tespit kurallarının değiştirilmesinin ve hayal edilen verimli sonuçlara yol açacak çağdaş bir düzenlemeye gidilmesinin de artık kaçınılmaz olduğu anlaşılıyor Murat’ın anlattıklarından…

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

14 Mart 2014

 

13 Mart 2014
Vicdani Ret ve Cezaevi için yorumlar kapalı
Okunma 73
bosluk

Soğuk Savaş Kapıda

Soğuk Savaş Kapıda

80’li yılların sonuna doğru Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması ile “Soğuk Savaş” devrinin kapandığını ve bir daha da kolay kolay başlatılamayacağını sanıyordum.

 

Çin, dünya üzerindeki kıymetli maden ocaklarını sessizce ele geçirip patlayan ihracatı ile dünya ekonomisi üzerinde söz sahibi olmayı başardıktan sonra bir ara dünyanın 2. büyük ülkesi olmaya soyundu ama kasasındaki 3 trilyon Dolardan fazla ABD Devlet tahvili bulunması nedeni ile de buna pek cesaret edemedi.

 

Çin’in elindeki kozlar ve mali güç gerçekte iki tarafı keskin kılıç gibi. ABD Devlet tahvillerini düşük fiyattan piyasaya sürmesi ABD’yi ekonomik krize sürükleyip batırır ancak kendisi de ABD ile beraber batar. Elindeki kıymetli maden kozunu ABD’ye karşı kullanmak amacı ile ABD’ye ambargo uygulaması, anında kendisine petrol ve doğalgaz ambargosu olarak geri döneceğinden, enerji açlığı başlayacak ve ekonomisi de hemen çökecek. Bu nedenlerden dolayı Çin, kutuplaşmanın dışında kalmaya çalıştı hep.

 

Rusya ise 1945 sonrası yaşadığı dünya liderliği günlerinin hayalini kurmakta. 80’li yılların sonunda dağıldıktan sonra tekrardan aynı güce ve konuma ulaşabilmek için canla başla uğraşıyor ABD seviyesinde, gücünde ve zenginliğinde bir ülke olabilmek için.

 

Bu nedenle de Çin ile yakın bir işbirliği var ve 6 ülkenin bir araya getirdiği AB benzeri bir örgüt olan Şanghay İşbirliği Örgütünün de (ŞİÖ) liderliğini yapıyor. Hedefi adına “Batı” denilen “ABD + AB” gücünün karşısına adına “Doğu” denen “Rusya + ŞİÖ”nü çıkarmak.

 

Şu anda dünya da “Batı” birliği tek bir siyasi ve askeri güç konumunda. Rakip olmadığı için de kutuplaşma pek yok ama Rusya’nın da tüm bu dengesizliğe rağmen kısmi de olsa, bölgesel başarıları mevcut.

 

ABD ile perde arkasında masaya oturup Suriye ile Mısır’ın kendi kontrolünde kalması koşulu ile Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarını “Batı” birliğinin kontrolüne bırakması büyük bir siyasi başarı bence.

 

2011 yılının Mart-Nisan aylarında Suriye’de başlayan çatışmalar sonrası ABD ile Rusya arasında ortaya çıkan ciddi fikir ayrılığı ve bölgesel rekabet daha sona ermeden, üzerine 2014 yılının Mart ayında ortaya çıkan Ukrayna ve Kırım Özerk Cumhuriyeti krizinin eklenmesi, İkinci Dünya savaşının bitiminden sonra neredeyse 45 yıl devam etmiş olan “Soğuk Savaş”ın geri dönüş habercisi gibi.

 

Bundan sonra dünyanın diğer bölgelerinde var olan veya da ortaya çıkacak olan sorunlarda, ABD ile Rusya’nın veya da “Batı” ile “Doğu” ittifaklarının karşı karşıya gelecekleri ve fikir ayrılıklarına düşecekleri kesin. Elbette ki fikir çatışmaları ve “Soğuk Savaş”, milyonların canını kaybettiği silahlı çatışmalardan ve savaşlardan çok çok daha iyidir.

 

Rusya, son 20 yıl içinde Balkanlarda, Yugoslavya’nın dağılış sürecinde, Tunus ve Libya’da yaşanan Arap Baharı sonrasında ve Irak ile Afganistan’ın ABD tarafından işgali edilmesi sırasında yaşadığı saygınlık kaybını, güçsüzlük sendromunu ve bölgesel nüfuz kayıplarını, Ukrayna halkının AB’ye yaklaşım ve işbirliği isteğine karşı Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin Rusya’ya bağlanması Meclis Kararı ve Referandumu ile geri almaya çalışıyor.

 

Rusya, sıcak denizlere açılan kapısı olması nedeni ile Kırım’dan vazgeçemez. Çar Büyük Petro’dan beri gündemde olan “Sıcak sulara çıkmak” kavramının ve uygulamasının başlangıç noktası Kırım. Bu nedenle zaten nüfusunun yüzde 62’si taşıma Rus. Referandum da “Evet” diyecek olanlar da bu “Taşıma Rus”lar. Kırım Yönetimi, Meclisten karar çıkartmak ve Referandum yapmak yolunu boşuna seçmedi. Sonuç daha baştan belli.

 

Kırım sorunu hem “Soğuk Savaş”ın başlangıcı olacak hem de yarattığı türbülans Kıbrıs adasına kadar uzanacak…

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

12 Mart 2014

11 Mart 2014
Soğuk Savaş Kapıda için yorumlar kapalı
Okunma 91
bosluk

Ukrayna ve Kıbrıs

Ukrayna ve Kıbrıs

Uluslararası Politika dünyasında, güçlü devletlerin, hak hukuk çerçevesinde değil, kendi çıkarları doğrultusunda masaya koydukları kurallar insan, ülke, millet, kavim, ırk, demokrasi, özgürlük ve dokunulmazlık haklarına uysa da uymasa da geçerli oluyor. Zaten buna itiraz edeni de bir şekilde pasifize ediyorlar, kendilerine has yöntemlerle.

 

Bölgemizin yakın tarihinde bu tür uygulamaların örneğinden bol miktarda bulmak mümkün.

20’nci yüzyılın başından başlarsak, Mekke Şerifi Hüseyin’e Fransız-İngiliz işbirliği ile atılan kazığın tarihi 1916.

 

İngilizlerin “Seni Birleşik Arap Devleti’nin Kralı yapacağız” vaadine kanarak Osmanlı’ya isyan bayrağını açan ve İngilizlere köle gibi hizmet eden Mekke Şerifi Hüseyin’in İngiliz ve Fransız diplomatları Syces ile Picot’un -kendi devletleri adına- Ortadoğu’nun paylaşımını içeren 1916 yılında imzaladıkları Antlaşmanın 1918’de, Lenin Rusya’sı tarafından açıklanması sonrasında “Aldatıldım” demesi, “Güçlü devletlerin uluslararası politikada, etik olmasa da, kendi kurallarını uygulamasının” en güzel örneklerden bir tanesi.

 

Sonraki yıllarda yaşanan olaylarda da bu örneklere sıkça rastlamak mümkün.

 

Son günlerde Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi sonrasında bu iki ülkenin uluslararası politika dünyasına kadar uzayan sorunları, aralarındaki benzerlikleri de öne çıkarmaya başladı.

 

Kırım Özerk Cumhuriyeti Parlamentosu’nun aldığı Rusya’ya ilhak kararı, 16 Mart’ta yapılacak referandumda Kırım halkı tarafından da onaylanırsa, Kırım’ın Rusya’ya ilhakı ya da katılımının yasallaşma kapıları açılacak.

 

Korkuların en büyüğünü belli ki Rum lider Anastasiadis taşıyor.

İrlanda’nın başkenti Dublin’de, Avrupa Halk Partisi’nin (AHP) AB Komisyonu Başkanı adayını belirlemek amacıyla yapılan toplantıya katılan Rum lider Anastasiadis, arada Almanya Başbakanı Angela Merkel’le yaptığı görüşmede “Ukrayna’da yaşanan kriz akıllara Kıbrıs’ı getiriyor” demesi hiçte tesadüf değil.

 

Rusya askeri gücüne, ekonomisine, nüfusuna, zengin maden kaynaklarına ve dış satımından elde ettiği gelire güvenerek ABD ile AB’nin oluşturduğu “Batı İttifakı”na karşı, Çin dahil olmak üzere sınır komşuları ile birlikte oluşturduğu “Şangay İşbirliği Örgütü” ile karşı cephe veya “Doğu İttifakı”nı oluşturmaya çalışıyor. Bunda son derece başarılı da oldu.

 

Suriye’nin, Irak’ın, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Libya’nın ve benzeri sorunlu ülkelerin toprak bütünlüğünü destekleyen, ayrılmaları kabullenmeyeceğini her zaman dile getiren Rusya, Gürcistan’da oynadığı oyuna bir adım daha ekleyerek, aynısını şimdi Ukrayna’da sahneye koydu.

 

Meclisin aldığı “Rusya’ya İlhak kararı”nı Kırım özerk Cumhuriyeti halkı 16 Mart’ta yapılacak referandumunda onaylarsa- ki nüfusunun yüzde 62’si Rus olduğu için kesinlikle referandumdan “Evet” kararı çıkacaktır- 21. yüzyılın başında “Uluslararası Politika Uygulamaları”na yeni bir kavram ve eylem girmiş olacaktır.

 

Kalabalık nüfusların içinde yer alan azınlıklar, kendi Meclislerinde alacakları ilhak kararları ve kendi bölgelerinde yapacakları referandumla anavatan saydıkları ülkelere bağlanabilecekler.

 

İşte Anastasiadis’in korkusu da burada başlamakta ve kaygıları da günbegün yükselmekte. Anastasiadis’e göre Kırım’ın Rusya’ya ilhak etmesi, Kıbrıs Türkleri için de Türkiye’ye ilhak kapılarını yasal yollardan açacaktır. KKTC Meclisi benzeri bir şekilde “Türkiye’ye ilhak kararı” alır ve yapılacak Referandumda da aynen Kırım’da olduğu gibi Kıbrıslı Türkler “Türkiye’ye ilhak kararı”nı onaylarlarsa, ABD’nin ve AB’nin karşı çıkmak olanakları artık olmayacak ve adanın üçte biri de elden ebediyen uçacaktır…

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

10 Mart 2014

9 Mart 2014
Ukrayna ve Kıbrıs için yorumlar kapalı
Okunma 124
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 Şehitlerimiz-amblem kktc-bayrak kktc-tc-bayrak-2 kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar