Sıra kimde?
Prof. Dr. Ata Atun
İsrail’in Lübnan’a saldırısı, İkinci Dünya Savaşının sudan nedenlerle başlaması ve başta Avrupa olmak üzere sanayi, ticaret ve ekonomide dünyanın önde gelen ülkelerinin yeniden yapılandırılması ile benzeşiyor.
Özellikle ABD’nin sanayide gelişmiş olmasına karşın ürettiği mallarını Avrupa’ya ve Avrupa’nın kanını emdiği sömürgelerine satamıyor olması ve savaş sonunda bu durumun değişmesi, savaşın dünyayı yeniden şekillendirdiğinin bir göstergesi olmuştu.
Görünen o ki ABD, İsrail’in lehine ve rahat edeceği şekilde Orta Doğu’yu yeniden dizayn etmek istiyor.
İsrail’in 1948 yılında devlet olarak tanınmasından sonra 1948, 1952, 1967 ve 1973 yıllarında birleşerek 4 kez İsrail’e ortak bir ordu ile saldıran Mısır, Libya, Suriye, Ürdün ve Irak gibi Arap ülkeler, bölgede İsrail için potansiyel tehdit olarak algılandı. Özellikle 1973 yılında yer alan Yom Kippur savaşında, ABD’nin sınırsız desteği ile yenilgiden kıl payı kurtulan İsrail, bölgede varoluşunu sağlamlaştırmak ve garantilemek için ABD ile uzun vadeli bir plan yaptı. Çareyi de söz konusu Arap ülkelerinin bir kez daha birleşip İsrail’e saldırmaması için bu ülkeleri kontrol altına alarak pasifize etmek, pasifize edemediklerini de içten, bir daha birleşememek üzere parçalamakta buldular.
İlk etapta İngiltere’nin gizli sömürgesi olan Ürdün, bu birlikten ayrıldı ve Atlantik ittifakının kontrolü altına girdi.
İkinci adımda Mısır, ABD’nin Maryland eyaletinde yer alan Camp David’de Mısır devlet başkanı Enver Sedat ile İsrail başbakanı Menahem Begin’in, 12 gün süren gizli pazarlık sonrasında 17 Eylül 1978’de el sıkışmaları ile ABD’nin güdümü altına girdi ve birlik içinde pasif kalmayı tercih etti.
Bu tarihten sonra Libya, Suriye ve Irak’ta, MOSSAD’la CIA’in çalışmaları ile pasif hücreler kuruldu, satın alınan siyasilerin yardımı ile de yavaş yavaş ülke içinde işsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü, usulsüzlükler ve kötü yaşam koşulları yaratıldı. Zamanlamanın ve ortamın uygun olduğu 2010 yılında pasif hücreler harekete geçirildi ve hedef dışı olan Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla hükümete karşı bir başkaldırı hareketi başlatıldı. Bu başkaldırının ardından, pasif hücrelerin aktif hale getirilmesi ile benzer sorunlar yaşayan hedef ülkelerde eşzamanlı olarak başkaldırılar başlatılmıştı. Sonuçta, geçmişte Birleşik Arap Ordusuna katılan Ürdün ve Mısır Atlantik İttifakının denetimi altına girerken, Libya, Irak ve Suriye üçe bölündü, kısmi olarak Atlantik İttifakının işgali altına girdi, geçmişte Birleşik Arap Ordusunu oluşturan tüm devletler bir daha birleşememek üzere saf dışı bırakıldı.
Günümüzde Orta Doğu, İsrail ve ABD tarafından, tamamen İsrail’in bekası ve ABD’nin bölgesel çıkarları doğrultusunda tekrar şekillendirilmeye çalışılıyor.
Bu ikinci etabın hedefinde Hizbullah, Hamas ve Yemen’deki Ensarullah Hareketi yer almakta. İsrail bu üç Arap örgütünü de imha ederek rahat bir soluk almak istiyor. Bunun için ilk hedefi Gazze ve Hamas oldu.
Hamas yapısı itibarı ile gerilla örgütü ve gerektiğinde de düzenli orduya dönüşebilecek yetenekte olduğu için İsrail Hamas’ın üst düzey yöneticilerini hedef aldı. Ardından Hizbullah lideri Nasrallah’ı saf dışı bıraktı, Hizbullah’ı yönetim zafiyetine sokmak için hedefine üst düzey Hizbullah komutanlarını koydu.
Üçüncü hedef de Yemen ve Ensarullah gibi duruyor.
Umalım ki ABD ve Batı şimdiye kadar sürdürdüğü “İsrail’e her koşulda destek” politikasından vazgeçsin ve Orta Doğu, daha da sıkıntılı günler yaşamasın.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili
Prof. Dr. Ata Atun
İsrail’in Lübnan’a saldırı gerekçesi olarak, Hizbullah’ın Lübnan’ın güney kesimlerinde konuşlanma ve İsrail için bir tehdit oluşturması olarak gösteriliyor. Ama gerçek bu mu, yoksa İsrail güç sarhoşluğuna kapılarak 1948, 1952, 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarının intikamını alıp bir daha savaş yaşamamak ve olası Arap Birliği Ordularının saldırısına maruz kalmamak için mi şuursuzca yeni cepheler açıyor, bir bakalım.
Esasen İsrail’in güney cephesinden asker çekerek, hava ve deniz kuvvetlerini kuzeyde toplaması bana İkinci Dünya savaşının güç sarhoşluğuna ve zehirlenmesine uğrayan Almanya’yı hatırlattı.
Hikâyeyi baştan alırsak;
Paris Barış Konferansı’nda alınan kararların sonucu Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşa katılan ülkeler arasında birçok anlaşma imzalandı.
Bunların arasında İtilaf Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden İttifak Devletleri için yaptığı anlaşmalardan biri de Versailles Antlaşması’ydı. Gerçekte Versailles Antlaşması, Almanya için oldukça zor şartları içeren bir antlaşmaydı ve Almanya’yı bir daha ayağa kaldırmayacak, başkaldıramayacak koşullar içermekteydi.
Düşünülenlerin ve planlananların aksine Versailles Antlaşması, süreç içinde Alman halkının desteklediği faşizmin yükselişini ateşledi. Nazi Almanya’sının temellerinin atılmasını körükledi ve dünyayı ölümcül bir felakete sürükleyen, havai fişek görevini gördü. Versailles Antlaşması sayesinde Almanya’da ırkçılık ortaya çıktı. Sürecin sonunda Adolf Hitler’in başta olduğu Nazi hükümeti kuruldu ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olan süreç yaşandı.
Adolf Hitler’in, sıra dışı bir geçmişi ve kişiliği vardı. Hatiplik yeteneğinin inanılmaz derece de iyi olması nedeni ile de kısa sürede Alman halkını arkasına takmayı başardı. İlk icraatlarından birisi de ırkçılığın arkasına saklanıp özel kamplar kurarak, soykırım yapmaya başlaması oldu. Buna paralel olarak da demir ve kömür madenlerine sahip olması ve bu hammaddelere dayalı sanayide, silah, araç üretiminde önde olması nedeni ile askeri araç ve silah üretimine başladı.
Adolf Hitler, yeteri kadar güçlendiğine karar verdikten sonra Versailles Antlaşmasının öcünü almanın adımlarını atmaya başladı. 6 Nisan 1941’de Yugoslavya ve Yunanistan’a saldırarak Balkan bölgesini güvence altına aldı. Haziran ve Temmuz 1941’de Almanlar Baltık ülkelerini de işgal ederek kuzeyini güvence altına aldı. 22 Haziran 1941’de Alman-Sovyet Paktını doğrudan ihlal ederek Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Bu saldırı “Alman ordusu yenilmez” düşüncesinin hâkim olduğu güç zehirlenmesinden kaynaklanmıştı ve Almanya’nın sonunu getirdi.
1941 yazında Alman birlikleri Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Sonbaharda da içerilere doğru ilerlemeye başladı. Kıta Rusya’da kış başlayınca, soğuğa ve dona karşı dayanıksız olan Alman askeri araçları adeta felç oldu ve kıpırdayamaz hale geldi. Bunu fırsat bilen Sovyet ordusu 6 Aralık 1941’de büyük bir karşı saldırı başlattı. Almanlar 1942 yazında Doğu Cephesi’nde saldırıya geçtiler ama başarılı olamadılar. Sovyet birlikleri Kasım ayında Stalingrad’da bir karşı saldırı başlattı ve 2 Şubat 1943’te Alman Altıncı Ordusu Sovyetler Birliği’ne teslim oldu.
Alman Ordularının yenilmezliği efsanesi yıkıldı, II. Dünya savaşının sonu belli olmaya başladı.
Avrupa’da 85 sene evvel yaşanan bu güç zehirlenmesi bana İsrail’in de aynı tuzağa düştüğünü ima ediyor sanki. Liderlerin davranışları, kendilerine olan güvenleri, İsrail ordusunun yenilmez olduğu imajının verilmeye çalışılması, savunmasız, silahsız, masum insanlara uygulanan soykırım, şehirlerin fütursuzca yakılıp yıkılması ve insanların göçe zorlanması sanki de 85 sene önce yaşanılmış bir trajedinin birebir tekrarı.
Umarım insanlığın geleceği için bu vahşet bir an önce sonlanır. Aksinin, bölge için bir felaket olacağı kesin.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili
Prof. Dr. Ata Atun
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi güya bağımsız olduğunu iddia ediyor ama yönetim, mali bütçe, ekonomi, finans, ticaret, gümrük, dolaylı ve dolaysız vergiler, insan hakları ile ilgili kuralları belirleyen Avrupa Birliği. Egemenim dese de, 20 sene önce egemenliğini kendi elleri ile yalvar yakar ve de Yunanistan’ın AB’nin 3. genişleme uygulamasında veto şantajı ile hem AB’nin kendi kuruluş yasasını hem de uluslararası kuraların çiğnenmesi pahasına Avrupa Birliğine zorla kabul ettirdi.
4 Temmuz 1990 tarihinde bütün Kıbrıs adına Topluluğa tam üyelik için hadsizce başvuruda bulunarak aklınca adanın tümünü AB toprağı yapacak ve AB’yi arkasına alarak Kıbrıs Türklerini ve Türkiye’yi adadan atacaktı. Dönemin DISY Başkanı Glafkos Klerides yaptığı açıklamada “AB’yi arkamıza alacağız ve Türkiye’yi adadan atacağız” demiş ve AB’ye hangi amaçla başvurduklarının ipuçlarını vermişti.
Kıbrıs Rum Yönetimi büyük heveslerle egemenliğini AB’ye teslim ettikten sonra AB’yi arkasına alıp Türkiye’yi Kıbrıs’tan atmayı ve adanın tümüne sahip olmanın girişimlerini yaparken aniden fark etti ki, Avrupa Birliği Kıbrıs Rumlarının ve Yunanistan’ın uğruna Türkiye ile çatışmayı göze almıyor ve Türkiye ile bozuşmak istemiyor.
Kıbrıs Rumları ve Yunanistan İkinci Dünya savaşından sonra komünizmin yaratıcısı/uygulayıcısı olan Rusya’yı kendileri gibi Ortodoks dininden olmalarından ötürü, siyasi çıkarları doğrultusunda kullanabileceklerini düşünmüşlerdi. Her konuda, özellikle de Birleşmiş Milletlerde, Yunanistan, Kıbrıs konusunu BM Güvenlik Konseyi daimi Üyesi Rusya’yı kullanarak gündeme getirirken, kendisi de Avrupa Birliği ve NATO içinde Rusya ile ilgili konularda veto hakkını kullanarak, Rusya’ya yaptırımlar uygulanmasını önlemekte, AB ve NATO içinde Rusya’nın çıkarlarını savunmaktaydı.
1991 yılında Sovyet sosyalist Cumhuriyetlerinin dağılması, soğuk savaşın son bulması ve süreç içinde Rusya’nın siyasi, ekonomik ve askeri güç kaybına uğraması sonrasında 21. yüzyılın başlarında dünya üzerindeki dengeler hızla değişmeye başladı.
Kıbrıs Rumları ve Yunanistan önceleri SSCB’nin sonra da Rusya Federasyonu’nun en büyük dostu, müttefiki, AB ve NATO içindeki savunucuları ve Truva atları iken sırtlarını dayadıkları Rusya gücünü kaybedince başka bir kapı aramaya başladılar. Türkiye’ye karşı AB’nin arkalarında durmayacağını net bir şekilde anladıktan sonra da 2008 yılında yavaş yavaş ABD’ye yaklaşmaya, ABD’nin siyasetini benimsemeye, kapısını çalmaya başladılar. Yunanistan, NATO üyeliği nedeni ile ABD’ye siyasi ve askeri olarak tam bağımlı hale gelirken, Rumlar da ABD siyasetinin etki alanı altına girmeye başladılar.
Geçen hafta, (9 Eylül 2024) ABD’nin Uluslararası Güvenlik İşlerinden Sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı Celeste Wallander, “Avrupa ve Doğu Akdeniz’in istikrar ve güvenliği için önemli” diyerek, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Savunma Bakanı Vassilis Palmas ile Lefkoşa’nın Rum kesiminde “Savunma İşbirliğine İlişkin Yol Haritası” anlaşmasına imza attı.
Bu imzayla ABD Kıbrıs adasın üzerinde “ikinci” bir askeri üs kurmanın kapısını araladı ve garantiledi.
Bunlardan ilki yarım asrı aşkın süre önce kurulmuş, gözlerden, kayıtlardan- belgelerden uzak, adı pek duyulmayan ve bilinmeyen, Trodos dağlarının en yüksek yeri olan Apollo tepesindeki “Dinleme Üssü”. Bırakın buraya yerlilerin girmesini, 1 km çapındaki güvenlik çemberinin içine görevlilerin dışında herhangi bir kişinin adım atması bile yasak. ABD’nin izni olmadan Rum lider Hristodulidis bile sınırdan içeriye adımı atamaz. Bu Amerikan üssü, Echelon sistemin beyni ve kulağı konumunda.
Şimdi de ABD, Yunanistan ile imzaladığı “Savunma İşbirliğine İlişkin Yol Haritası” anlaşması ile resmi olarak Yunanistan toprakları içerisine adım atıp, Dedeağaç’taki Yannuli Kışlası ve Girit Adası’ndaki Suda Körfezi’nde bulunan Girit Deniz Üssü’ne yerleşip askeri yığınak yaparken, Kıbrıs Rum Yönetimi ile imzaladığı anlaşma ile resmi olarak Güney Kıbrıs’a yerleşecek ve askeri yığınak yapacak.
Kıbrıs Rumları, ABD’yi arkalarında zannedip Türkiye’ye karşı horozlanma düzeylerini arttıracakları, gerekirse de 1974’de yaptıkları gibi, arkalarını ABD’ye dayayıp Türkiye’ye göz dağı verebileceklerini ve fırsat bulunca da Kıbrıs Türklerine saldırabileceklerini sanıyorlar ama çok yanılıyorlar zira ABD oraya Rumlar için değil, İsrail için konuşlanıyor.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili
2 Eylül Pazartesi günü TV24’de, BENGÜTÜRK TV’de ve TVNET’de katıldığım programlarda NETFLIX ve FAMAGUSTA adlı dizi ile ilgili olarak gerçeklerin saklandığı ve anlatmadığına, dizinin yalana dayalı olduğuna, 1963-1974 arasında bizler Kıbrıs Türklerine uygulanan soykırıma değinilmediğini, 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan’ın organize ettiği darbeye, Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’nin ilanına ve Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhak edildiği açıklamasına yer verilmediğini, gerçeklere dayanmayan hayali bir senaryo ile tamamen Rum ve Yunan propagandası doğrultusunda dizi yapıldığına, katliamları yapanların Rumlar olduğunu ve Türk askerinin ve milletinin fıtratında sivillere ve silahsız düşman askerlerine ateş edilmediğinin bulunduğunu Barış Harekatında bizzat yaşadığım bir olayı örnek vererek anlattım.
Dizi ve film Platformu Netflix, senaryonun içeriğini araştırmadan belli ki Yunan ve Rum propagandasına alet olmayı yeğlemiş.
Basında çıkan yazılara göre Andreas Georgiou’nun yönetmenliğini yapıp başrolünü oynadığı “Famagusta” adlı dizi Eylül ayının sonlarına doğru yayınlanacakmış.
Kıbrıs sorununun 1974’te başladığını iddia eden, tarihi istedikleri şekilde tahrif eden Rumlar, şimdide yalan dolan ve anlata anlata kendilerinin inandığı mitomanik senaryolarla 1974 mağduru olduklarını dünyaya ilan etme derdinde.
Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından finanse edilen ve yapımına katkı konan dizide, Yunanistan’ın 15 Temmuz 1974 tarihinde darbe yaparak Makarios’u devirmesi ile başlayan iç çatışmalar yok.
Darbeyi gerçekleştiren EOKA B teröristleri tarafından solcu Rumların katledilmesi, terörist başı Nikos Sampson’un darbe lideri ilan edilmesi yok.
Türkiye’nin, Yunanistan’ın ve İngiltere’nin garantörü olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıkılarak yerine “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”nin ilan edilmesi ve Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’nin yönetimindeki Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhak edildiğinin açıklaması yok.
Tabi ki bunlar olmayınca, Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhak edildiği açıklaması sonrasında Rum Milli Muhafız ordusunun ve terör örgütü EOKA B’nin silahlarını Kıbrıs Türklerine yöneltmeye başlandığı, uluslararası tanınırlığı olan Kıbrıs Cumhuriyeti anayasası EK I, Garanti ve ittifak Anlaşması’nda belirtildiği üzere Türkiye’nin garantör devlet olduğu ve EK I, Madde 4’e göre garantör devletlerin, Kıbrıs Cumhuriyetinde statü değişikliği olduğu vakit müdahale yetkisi olduğu da yok.
Yayınlanacağı iddia edilen dizi hakkında çıkan haberler, dizinin tamamen yalan üzerine inşa edilmiş kurguya dayalı olduğuna işaret etmekte.
Hadi dünyayı kandıracaksınız diyelim, bizi nasıl kandıracaksınız?
Ben 20 Temmuz 1974 tarihinde başlayan uluslararası hukuka dayalı askeri müdahaleye mücahit olarak katıldım.
“Türk ordusunun sivil yerleşim yerlerini bombaladığını ve Türk askerinin sivillere ateş ettiğini” hiç görmedim ve duymadım.
Bu iddia tamamen yalan ve itibar zedelemeye yönelik.
Türk askerinin fıtratında “silahsız kişilere ateş etmemek” var, “yardıma muhtaç asker de olsa düşmana yardım etmek” var. 1974 Barış Harekatında bu insani davranışları çok gördüm ve çok uyguladım. Annesinin babasının evlerinin avlusundaki ağaca bağlayıp terk ettiği, bizi görünce inleyerek dondurma isteyen zihinsel engelli Rum çocuğu eve götürüp temizlememiz, karnını doyurmamız ve yetkililere teslim etmemiz bunlardan biridir. Hem Rumların yaptığı gibi masa başında yazılmamış, bizzat yaşanmış bir hikayedir.
Anlaşılan o ki bizim bunları anlatmamız, filme çekmemiz, geniş kitlelere ulaştırmamız gerekiyor zira propaganda içerikli diziler, silahlı mücadeleden daha etkin hale gelmiş durumda.
Propaganda ve tanıtım eksikliği nedeni ile 1963-1974 yılları arasında bizler Kıbrıs Türklerine uygulanan soykırımdan bırakın dünyayı, soykırımı uygulayan Rumların ve kendi yeni yetme gençlerimizin bile haberleri yok.
50 sene önce, 15 Ağustos 1974 tarihinde, Muratağa, Atlılar ve Sandallar köylerinde Rumlar tarafından 3 aylık bebekten, 93 yaşındaki yaşlılara kadar hunharca katledilen kardeşlerimizin uğradığı katliamdan, Rumların bile daha geçen hafta haberleri oldu.
Muratağa, Atlılar, Sandallar gibi katliamların yanısıra Türkeli katliamı, Taşkent katliamı, Kumsal katliamı gibi katliamları da yaşadık biz.
Bizim 6 aydan 90 yaşına kadar insanımız yakılıp kör kuyulara atıldı.
Bizim okullarımızda öğretmenlerimiz karne verdikleri öğrencilerinin katlinin yasını tuttu.
Bizim arabalarımız yollarda kayboldu.
Bizim otobüslerimiz, binek araçlarımız içindeki yolcularla birlikte gömüldü.
Biz 13 yıl adanın yüzde 3’lük kısmına hapsedildik.
Bizim köylerimiz yakıldı.
Ekonomik baskıları, Rumların tüm yönetimi ele alıp Kıbrıs Türklerini göçe zorlamalarını anlatmıyorum bile.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, bu katliamları ve 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta Kıbrıs Türklerine uyguladıkları soykırımı büyük bir başarı ile kendi halkından ve dünya kamuoyundan saklamayı, gündemden, gazetelerden, medyadan, basından ve TV’lerden uzak tutmayı başardı.
Mağdur olan ve soykırıma uğrayan bizler Kıbrıs Türkleri iken, propaganda sonucunda mağdur koltuğuna Kıbrıs Rumları yerleştirildi.
Özellikle “Kıbrıs konusunda” haklılığımızı ortaya koyacak, dünyaya bizleri istilacı olarak değil, mağdur taraf olduğumuzu ortaya koyacak ve haklı gösterecek dizilerin yapılması artık kaçınılmaz olmuştur. Bizim yapmamız gereken, bize yapılanları anlatacak diziler ve filmler yaparak Netflix’te paylaşmak.
O zaman Netflix ve bu tür platformların gerçekte eğlence platformu mu, propaganda aracı mı olduğunu anlayacağız. (Biliyoruz bilmesine de, sağlamasını yapalım.)
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili