Filistin, KKTC Ve Garantiler

Filistin, KKTC Ve Garantiler

Filistin, KKTC Ve Garantiler 


Dünkü gazetelerde çıkan haber, bir felaketi haber veriyordu.


Habere göre;


“1974 Barış Harekatı ile adaya yıllardır huzur getirmiş olan “Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin” Kıbrıslı Türklerin “Hayır” oylarına rağmen politik baskılar sonucu Kıbrıs adasından geri çekilmesinin üzerinden daha bir yıl bile geçmeden sözde dağıtılmış olan Rum Milli Muhafız Ordusu, Lefkoşa’nın Türk kesimi ile civarındaki Kıbrıslı Türklerin evlerini havadan füzelerle vurdu. Rumlar, saldırılarına kentin merkezini ve kuzey kesimlerini vurarak devam ediyor. 200’den fazla kişinin yaşamını yitirdiği saldırılarda, 120’si ağır olmak üzere yüzlerce kişi de yaralandı.


 Saldırılarda kentteki bütün güvenlik tesislerinin yerle bir olduğu belirtildi. Hedef alınan karakolların birinde yerlerde yatan onlarca üniformalı güvenlik görevlisi cesedinin görülebildiği ve onlarcasının da yıkılan binaların enkazı altında olduğu bildiriliyor.”


Yukarıdaki haberin ilk üç satırı hayali olup, geri kalan satırlar İsrail’in, Hamas ile ateşkesin sona ermesinden bir hafta sonra, 27 Aralık Cumartesi günü düzenlediği hava saldırısında, Gazze kenti ile civarındaki güvenlik noktalarını hedef almasını dünyaya duyuran haberden alınmış olup, “İsrail” kelimesi “Rum Milli Muhafız Ordusu”, “Gazze” kelimesi “Lefkoşa’nın Türk Kesimi” ve “Filistinlilerin” kelimesi de “Kıbrıslı Türkleri” kelimeleri ile değiştirilmiştir. Haberde başka her hangi bir değişiklik yapılmamıştır.


Bu üzücü olayın ve kabul edilemez saldırının nedeni, Filistinlilerin bir anavatanı ve bu anavatanın da “Etkin ve Fiili Garantisinin” bulunmaması.


İsrail hiç kimseyi ve uyarıları dinlemeden, BM kararları, AB istekleri ve İKÖ bildirilerini de dikkate almadan, kendi istediği zaman Filistinlilere saldırmakta ve açıkça masum insanları oturdukları evlerinde katletmektedir.


Ne soğuk, ne ayaz, ne yağmur, ne de fırtınayı dikkate alıp, korumasız Filistinlileri evsiz, barksız, elektriksiz, aç ve susuz, her tür asgari yaşam ortamından yoksun bırakarak isteklerini silah gücü ile dikte ettirmeye çalışmaktadır.


Rumlar bunun bilincinde olarak, ısrarla “Tek Halk” konusunu üzerinde durmaktalar ve hayallerinde olan “Kıbrıs Rum Üniter Devleti”ni kurabilmek için de her tür baskı yolunu  denemektedirler.


“Adaya barışın gelebilmesi için Türk askerinin adadan gitmesi ve Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinin” kaldırılması gerektiği iddiasını ortaya atmışlar ve bunu gerçekleştirebilmek için de her tür politik entrikayı bıkmadan usanmadan çevirmekteler.


Türkiye’nin ada üzerine garantör hakları olduğu müddetçe ve Türk askerinin de adada bulunduğu sürece, adanın tümüne sahip olamayacaklarını ve Kıbrıslı Türkleri aynen Girit’te bundan 100 sene önce yaptıkları gibi adadan atamayacaklarını çok iyi biliyorlar.


Geçmişte adanın tek hakimi olabilmek ve adayı Yunanistan’a bağlayabilmek için her yolu denediler. Yüzlerce, binlerce masum Kıbrıslı Türkü, aynen İsrail’in Filistinlileri acımasızca öldürdüğü gibi katlettiler ve işi 16 Temmuz 1974 günü “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni ilan edebilmeye kadar getirdiler ve ilan ettiler de.


Adanın garantörlerinden birisi olan Türkiye, 1960 Anayasası, Ek 4’ünde belirtilen uluslararası haklarını kullanıp müdahale etmeseydi şimdiye Kıbrıslı Rumlar adanın Yunanistan’a ilhakının (ENOSİS) 34.cü yılını kutlamış, 35.ci yılın da kutlama hazırlıklarının plan ve programını yapıyor olacaklardı. Biz Kıbrıslı Türkler de, büyük bir olasılıkla bu kutlamaları öbür dünyadan topluca seyrediyor olacaktık.             


Türkiye gibi garantör bir Anavatanları ve kendilerini savunacak egemen bir devletleri olmayan Filistin halkının bu gün başına gelenlerin, Türk ordusunun geri gitmesi ve Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılması sonrası bizim de başımıza geleceği kesindir.


Üstelik katliamlardan sonra Rumların İsrail’i örnek gösterip, haklı konuma geçmesi de kaçınılmaz politik bir gelişme olacaktır. Elleri ve kolları bağlanmış Türkiye ise gözyaşlarını içine akıtıp, Kıbrıs’taki katliamı sadece seyredebilecektir.  


Kıbrıslı Türklerin Cumartesi ve Pazar günü Gazze’de olanlardan gerekli dersi alması, Türk ordusunun kıymetini ve Türkiye’nin garantörlüğünün ne demek olduğunu iyice öğrenmesi ve Anavatanı ile tanınmasa da, kan ve göz yaşı ile 20 yıllık bir mücadele sonrasında kurmayı başardığımız küçücük ama hepsi de bizim olan devletimiz “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ne ne pahasına olursa olsun sahip çıkması gerekmektedir.


Bunu yapmayıp da anavatanımıza, ordumuza ve devletimize sahip çıkmadığımız için pişmanlık duyduğumuz zaman geldiği vakit ise artık çok geç olacaktır.

28 Aralık 2008
Filistin, KKTC Ve Garantiler için yorumlar kapalı
Okunma 43
bosluk

Elazığ’ın Fahri Hemşehrisi Oldum

Elazığ’ın Fahri Hemşehrisi Oldum

Elazığ’ın Fahri Hemşehrisi Oldum


24 Aralık’ta Elazığ’da görkemli bir tören yapıldı ve “Şehit İlhanlar” Anıtı açıldı.


Ben de oradaydım. Daha doğrusu biz de oradaydık.


Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Hasan Erçakıca, DAÜ Rektörü prof. Dr. Ufuk Taneri, Kıymetli hocamız Türkolog Harid Fedai, TMT Derneği Temsilcisi Metin Aybars ve Genç TV’den Artun Korudağ.


1963 Kumsal katliamında kahpece şehit edilen Elazığ’lı Binbaşı İlhan’ın (Emekli Tuğ General Doktor Nihat İlhan) eşi Mürüvet İlhan ve oğulları Murat İlhan, Kutsi İlhan ve Hakan İlhan anısına şehrin ana caddesi olan “Şehit İlhanlar” caddesine Elazığ’lılar çok anlamlı ve gurur duydukları bir anıt diktiler.


Elazığı’lı “İlhan” ailesinin 24 Aralık 1963 tarihinde hunharca katledilmesinden sonra Elazığ’lılar “İlhan” ailesini bağırlarına basmışlar ve onları ilelebet yaşatmak için Binbaşı İlhan’ın ve ailesinin evinin üzerine bulunduğu şehrin en önemli caddesine “Şehit İlhanlar” adını vermişler. 


Anıt’in gövdesi Elazığ mermerinden, figürler ise Elazığ’ın kendine has dünyaca ünlü Kiraz rengi mermerinden yapılmış.


Sağ üst kısımdaki yan yana, birbirine yaslanmış üç tane su damlası, Murat’ı, Kutsi’yi ve Hakan’ı temsil ediyor. Solda ve daha yukarıdaki dairesel figür ise anne Mürüvet İlhan’ı simgeliyor.


Anıt, daha ilk karşılaşmamızda bana konuşmuştu.


Bana hiç kimsenin anıttaki figürlerin ne manaya geldiğini açıklamasına gerek kalmamıştı.


Damlalardan en küçüğü ben Hakan’ım demişti. Ortadaki ben Kutsi’yim diye seslenmişti. En sağdaki de, ben de abi Murat’ım diyerek bana gülümsemişti.


Yavrularını korumak isteyen bir kartal gibi yukarıda duran, onları kanatları altın alıp, bağrına basmış olan sol üstteki dairesel figür ise “Ben anne Mürüvet’im. Kıbrıs’tan hoş geldiniz kahraman Mücahitler. Biz hep burada, sevgili Elazığ’lılarla olacağız ama kalbimiz de sizinle olacak” demişti bana.


Bizim de kalbimiz hep onlarla oldu. Onları hiç, ama hiç unutmadık.


Şehitlerin babası, şehide Mürüvet İlhan hanımın eşi, sevgili komutanımız Emekli Tuğ General Doktor Nihat İlhan’la (Binbaşı İlhan) ve ona kol kanat germiş kızı Dr. Şebnem hanımla da tanıştık, görüştük ve hasret giderdik. Hem geçmişi konuştuk, hem de geleceği. Kalpleri hep bizimle birlikte atıyor. Kıbrıs onlar için bir vatan olmuş sanki. Bizimle ağlayıp, bizimle seviniyorlar. Kıbrıs’la ilgili her olay onları çok yakından ilgilendiriyor. Dr. Şebnem ise bizden daha da Kıbrıs’lı. Binbaşı İlhan bana hep Kıbrıs ile ilgili hatırlarını anlattı. Bazen güldük, bazen de gözlerimiz yaşardı. 
  
Elazığ’ın Kıbrıs’la, Kıbrıslı Türklerle çok yakın bağları var.


Kıbrıs Türkçemizde kullandığımız birçok kelime halen Elazığ’ın kendine has yerel Türkçesinde de kullanımda. Hiç yabancılık çekmedik.


Elazığ’ın bir başka gururu da 20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekatında verdikleri 6 şehitleri ve iki yüzün üzerindeki Gazileri. Önümüzdeki yıllarda “Barış Harekatı Şehitleri”ni temsil eden bir anıt dikmenin hazırlığına da başlamışlar. 


Elazığ’lılar çok sıcak, güler yüzlü, sevecen ve çalışkan insanlar.


Benim için de büyük bir sürpriz hazırlamışlar. Törenin ertesi günü, Babam Prof. Dr. Hakkı Atun’un, 1953 yılında kurduğu ve “Kurucu Müdürlüğünü” yaptığı “Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü”ne götürdüler bizi. Kapıda bizleri Müdür Eyüp bey ve Enstitünün tüm ekibi karşıladı. Büyük bir gururla babamın elleriyle kurduğu, Doğu Anadolu’nun en gelişmiş ve bir numaralı araştırma merkezi olan Enstitüyü gezdim,  babamın masasına oturdum ve minicik bir çocukken diktiğim çam ağacını ziyaret ettim. Boyu benim boyumu çoktan geçmişti. Enstitü şimdi araştırmalarıyla ve çalışmalarıyla Türkiye’de nam yapmış bir yer. Çalışanları, genç ve pırıl pırıl bilim adamları.
 
Elazığ’ın kültür adamlarının, yazarlarının ve şairlerinin toplandığı Manat Yayınevi veya benim tabirimle “Elazığ’ın kültür fabrikası” ise bir başka gururu duyulan yer. Anıtın yapılması ve dikilmesini onlar gerçekleştirmişler. Elazığ Valisi ve Belediye Başkanı bu güzel düşünceye ve girişime gerekli olan tüm desteği vermişler. Elazığ halkı ve yöneticileri “Şehit İlhanlar”ına sahip çıkmışlar ve onları bağırlarına basmışlar.       


En güzel sürpriz de, Fahri Elazığ Hemşehriliğim oldu.


Her ne kadar şakadan da olsa artık ben de bir Elazığ’lıyım.

27 Aralık 2008
Elazığ’ın Fahri Hemşehrisi Oldum için yorumlar kapalı
Okunma 119
bosluk

Kumsal Katliamı Nasıl Oldu

Kumsal Katliamı Nasıl Oldu

Kumsal Katliamı Nasıl Oldu


Tarih 24 Aralık 1963, günlerden Salı. Yer Lefkoşa’nın Kumsal bölgesi, Mehmet Akif Caddesi ve Mürüvet İlhan Sokak (olay günkü ismi İrfan Bey Sokak). Saat akşam üstü 18.00 civarı. Hava kararmış, ısı yaklaşık 8o C.


Pazartesi gecesi, yani bir gün evvelki 23 Aralık gecesi,  ev sahibi Hasan Yusuf Gudum, karısı Feride Hasan Gudum, Meriç’li (eski ismi Mora) Ayşe (Cankan), kucağında iki yaşındaki kızı Işıl (Cankan) ve Ayşe hanımın kız kardeşi Növber İbrahimoğlu daha güvenli olduğu düşüncesi ile Kıbrıs Türk Alayında görevli Tabip Binbaşı (Em. TuğGn) Nihat İlhan ile eşi Mürüvet hanımın evine sığınmışlardı.


EOKA milisleri ve Yunan Subaylarının komutasındaki küçük bir Rum birlik ise evin 120 m. kuzeyindeki Severis un fabrikasına mevzilenmiş, fabrikanın en üst katına da kum torbalarından yüzü Türk bölgesine dönük küçük bir korugan yaparak içine 1 adet A4 tipi makineli tüfek yerleştirmişti. A4 tipi makineli tüfek binanın damına, ellerinde 1959 yapımı CZ vz.52/57 tipi otomatik tüfek, 1936/57 yapımı M1 Garand tipi yarı otomatik tüfek ve Stengun makineli tabanca olan Rum çetecilere, masum Türk evlerine yaptıkları saldırılarda atış desteği vermek ve düşman ateşinden korumak amacı ile kurulmuştu.    


Hasan Yusuf Gudum dışarıda durup bir nevi gözcülük yaparken, Mürüvet hanım da çocuklarını pijamalarını giydirmiş, kahvaltı türü bir şeyler yedirmiş ve onları yatırmaya hazırlanıyordu. Evdeki komşu bayanlar ise hep birlikte yiyecek bir şeyler hazırlayıp masaya oturmuşlardı.


Evin batı tarafından geçen Kanlıdere’nin diğer kıyısından silah sesleri duyulmaya başladığı vakit Hasan Bey büyük bir telaşla içeri girmiş ve “Rumlar bizi basıyor” diyerek heyecanlı bir şekilde bağırarak evdekileri uyarmıştı.


Çok geçmeden Kanlı Dere tarafından eve kurşun yağmaya başladı. Kurşunlar yağmur gibi geliyordu. Mutfağın önündeki yemek odasının tehlikeli olduğunu ve eve pencerelerden giren kurşunlardan kendilerini koruyamayacağını hisseden masum ve savunmasız dokuz insan, elektrikleri kapattılar ve evin güvenli olduğunu düşündükleri yerlerine saklanmak çabası içine girdiler.
 
Dr. İlhan’ın eşi Mürüvet Hanım, eşi kendisine “Eğer ateş olursa duvardan duvara geçecek kurşunlara hedef olmazsınız, banyo sizi korur” dediği için hemen daha 6 aylık olan Hakan’ı kucaklar,  6 yaşındaki Murat ile 4 yaşındaki Kutsi’yi de ellerinden sıkı sıkı tutarak evin sol arka köşesinde yer alan banyoya doğru koşar. Arkasından Növber hanım ve kucağında kızı Işıl’ı sıkı sıkı tutan Ayşe hanım ve Hasan dede, hep birlikte banyoya girerler ve saklanmaya çalışırlar. Kalın taş duvarları ve küçük de bir penceresi olan banyo gerçekten de iyi bir korugan gibidir.


Üzerinde gri bir palto olan Mürüvet hanım, çizgili pijamalarını giymiş olan çocuklarını kucaklar ve hep birlikte banyo küvetinin içine uzanarak pencerelerden giren mermilerden kendilerini korumaya çalışır. Ayşe hanım, kucağında kızı Işıl ile sağ köşeye, lavabonun sağ tarafına çömelir. Növber hanım ise kapıyı eli ile sıkı sıkıya kapatabilmek için kapının hemen yanına sağ tarafa oturur.   


Ev sahibi Hasan Efendi eşi Feride Nine’yi tuvalete kapının arkasına saklar ve banyoya gelerek lavabonun sol tarafına büzüşür.


Kumsal bölgesinde yıllarca Türklere kapı komşuluğu yapan Ermeniler, bölgenin savunmadan yoksun olduğunu telsizle Rumlara bildirdikten sonra, Akritas Planı, Genel Harekat Planı bölümü, Birinci Kesim (Ayios Pavlos, Ayios Demetios bölgeleri) bölge komutanı “Terezepilos” kod adlı Yunan subayının komutasında sayıları 150 olan EOKA’cı milisler,  Severis Un Fabrikası’ndaki makineli tüfeğin koruması altında önce içinde su seviyesi az olan Kanlıdere’yi yürüyerek geçmişler ve sonra da Akritas Planında belirtildiği şekilde bölgelere dağılmışlardı.


Mehmet Akif caddesi, Mürüvet İlhan Sokak (eski ismi İrfan Bey sokak), Murat İlhan sokak ve Gültekin Şengör sokak, Kıbrıs ordusunda teğmen olan (Emekli Binbaşı) Savvas Selis ve Thisoas kod adlı EOKA’cının komutasındaki ekibin görev alanı olarak belirlenmişti.


Savvas Selis’in grubu, “Enosis” naraları atarak ateş açmaya başlar ve İrfan Bey sokağı tarafından Türk bölgesine saldırıya geçerler. Severis Un fabrikası üzerindeki makineli tüfeğin koruması altında evlere önce uzaktan ateş ederler. Özellikle de köşedeki beyaz tek katlı evin kuzeye bakan, kapının hemen yanındaki odasının pencerelerini ateş yağmuruna tutarlar, olmaya ki eve yaklaşırken o odada olan birisi kendilerine ateş edip vurabilir düşüncesi ile.  Üç kişi yolun solundaki eve doğru yönelirken, beş kişi de sağ köşedeki beyaz tek katlı binaya yönelir. Ermenilerden gelen bilgiye göre bu binada Türk Alayında görevli bir Türk subayı, eşi ve üç çocuğu yaşamaktadır. Bu aile yok edilmelidir ki, Rumların, Kıbrıslı Türklerden ve Türkiye’den korkmadıkları dünyaya gösterilsin.  


Beyaz evden kendilerine karşı ateş açılmayınca daha da cesaretlenen Rum caniler, giriş kapısının önüne gelip kilidine ateş ederler ve sonra da tekmelere kapıyı kırarak içeri girerler.


Ellerinde otomatik tüfek tutan iki cani, “Taksim istersiniz ha!” diye bağırarak her tarafa gelişi güzel ateş eder ve soldaki odaya çabucak göz attıktan sonra ileri seğirterek, önlerindeki kapıdan hole geçip soldaki yatak odasına yönelirler ve tekrar ateş etmeye başlarlar. İçlerindeki hınç önlerine çıkan her tür canlıyı öldürmelerini emrediyordu. Bu odada işleri bitince hızla önlerindeki ara kapıdan geçip, mutfağın önündeki hole gelirler ve soldaki ikinci yatak odasına da ateş ederler. Yataklara, yatak altlarına ve dolaplara.  


Arkadaki grup da önce sağdaki misafir odasına dalar, sonra da ateş ederek mutfağa geçer.


Ufacık banyo odasının içine sığınan masum ve savunmasız Türkler ise birbirlerine sarılmış Rumların kendilerini bulmaması için dualar ediyorlardı. Küvetin içinde Mürüvet hanım, üç çocuğuna sıkı sıkı sarılmış, bedenini siper etmişti. Ayşe hanım kızı Işıl’ı kolları ile sarmalamış, sırtını köşeye dayamış, lavabo ile köşe arasına sokulmuştu, Növber hanım, kapının açılmasına mani olabilmek için kapının dibine çökmüştü. Hasan dede de, o küçücük banyonun içinde, lavabonun sağ tarafı ile küvetin arasına büzüşmüştü. Nefes bile almıyorlardı. Sadece Allah’a dua ediyorlardı.


Evin sol tarafındaki odaları boş bulan iki Rum cani, evin arka sol tarafındaki kapıları sıkı sıkıya kapalı olan banyo ve tuvalete yönelirler ve “Enosis” çığlıkları altında tüm mermilerini kontrplak kapıların üzerinden içeriye boşaltırlar.


Kapıyı eli ile sıkı sıkı kapalı tutmaya çalışan Növber hanım, elinden kötü bir yara alır ve yana kaykılarak kapının önüne yığılır. Kapının tam karşısında yer alan banyo küvetinin içindeki Mürüvet hanım ve üç çocuğu ise küvetin içine yığılırlar. Kapıyı kırarcasına açmaya çalışan Rumlar, Növber hanımın kapının önüne yığılması nedeni ile kapıyı birazcık aralayabilirler ve o aralıktan sağa ve öne doğru tekrar ateş ederler. Vefakar anne ve çocukları o anda şehit olurlar. Etraf bir anda kan gölüne döndüğü için Rum caniler hepsini öldürdüklerini sanarak hemen yan taraftaki tuvalete yönelirler. Kapıyı açamazlar ama kontrplak kapıdan içeriye onlarca mermi sıkarlar.  Kapının arkasına saklanmış olan Feride nine başına isabet eden kursunlar nedeni ile anında şehit olur ve yere yıkılır.



İçerdekilerin öldüğüne inanan iki cani geri çekilir ve diğer üç cani de banyo kapısının önüne gelip sıra ile aralıktan içeriye ateş ederler. Acımasızca silahsız, korumasız ve masum insanlara ateş eden Rumların silahından çıkan kurşunlardan birisi, önce kızı Işıl’ın dizini parçalar sonra da Ayşe hanımın bir bacağından girip diğer bacağından çıkar.  Ayşe hanımın ayağında büyük bir yara açılır.


Feride nine ile banyoya çocukları ile saklanan Mürüvet hanım ve çocukları şehit olurken, Hasan Yusuf Gudum ile birlikte Ayşe hanım, kucağındaki kızı Işıl ve Növber hanım ağır yaralanırlar. 


Eve kimlerin ya da kaç kişinin girdiğini tam olarak bilen yok. Baskın sırasında CZ vz.52/57 tipi otomatik tüfek ile 15 el, Stengun otomatik tabanca ile 12 el ve 1936/57 yapımı M1 Garand tipi yarı otomatik tüfek ile de 6 olmak üzere toplam 33 el ateş edildiği, şehitlerin vücutlarındaki yaralardan ve duvarlarda hala yeri belli olan kurşunların izlerden anlaşılmaktadır. Bilahare incelenen kovanlar, iğnenin vuruş yerlerindeki farklılıklarından dolayı olayda 5 ayrı silahın kullanıldığını göstermektedir. Kovanlar bilahare Albay (Major) Meysi tarafından eve ilk giren (GA Kurucular Kurulu Bşk)  Memduh Erdal’dan alınmış ve kayda geçirilmiştir.


24 Aralık gecesi Lefkoşa’nın batı mahallesi Kumsal’ a yapılan baskın arkasında, Yunan Alayı’na mensup subayların ve askerlerin de katliama bilfiil katıldıklarını belgeleyen kanıtlar bıraktı. Saldırganların geri çekilirken terk ettikleri malzeme arasında, özellikle de  Severis Un Fabrikası damında, Yunan subay şapkaları, Yunan ordusuna ait çelik başlıklar ve NATO’ya ait bazuka mermileri ile mermi kovanları vardı.


Kumsal bölgesinde yıllarca Türklere kapı komşuluğu yapan Ermenilerin bölgenin savunmadan yoksun olduğunu telsizle Rumlara bildirdikleri, daha sonra TMT tarafından belirlenmesi nedeni ile Kumsal, Köşklüçiftlik ve Arabahmet bölgelerinde oturan Ermeniler, bu hainliklerinin ortaya çıkmasından sonra evlerini terk etmek ve Rum bölgesine kaçmak zorunda kaldılar.


Rum çeteciler, Kumsal bölgesinden çekilirken, kadın, erkek, yaşlı ve çocuk ayırımı yapmaksızın yüzlerce Türkü de dipçik darbeleriyle önlerine katıp götürdüler. Kaçırılan Türklerin bir bölümü kurşuna dizildi.


Rumca gazetelerde son zamanlarda çıkan itiraflara göre, beraberinde erkek, kadın çocuk ve yaşlı yaklaşık 200 Kıbrıslı Türk esir getiren EOKA’cı Tasos Marku, operasyonu fiilen idare eden Rum Bakan’a telefon eder ve ne yapması gerektiğini sorar. Eli silah tutabilecek erkeklerin öldürülmesi talimatını verir kendisine telefonun öbür ucundaki Rum Bakan. 


Akritas Planının mimarlarından o dönemde Bakan olan sadece Yorgadjis ve Papadopulos’dur. İtiraflar, Yorgadjis’in öldürülmesinden çok seneler sonra yapıldığından, emri veren Bakanın Yorgadjis olması durumunda, dile getirilmesi sorun yaratmaz, konuşanı sıkıntıya sokmazdı. Geriye “Kumsal Katliamı”nın mimarının Papadopulos olduğu varsayımı kalmaktadır.  


Katliamdan sonra eve ilk giren kişi ise 25 Aralık 1963 Çarşamba günü öğleden sonra Severis Un fabrikasından açılan makineli tüfek ateşine rağmen eve ulaşmayı başaran, TMT’nin o dönem en gözü pek kişilerinden olan Memduh Erdal ve fotoğrafçı Mustafa Mehmet Özünlü olur. Resimleri Memduh Erdal çeker.


Severis Un fabrikasındaki Rum makineli tüfek yuvası da ertesi gün, 26 Aralık 1963, Perşembe günü, Kıbrıs Türk Alayı’ndan gelen küçük bir ekip tarafından susturulur ve fabrika Türklerin eline geçer. Aynı gün Türk jetleri Lefkoşa üzerinde alçaktan uçarak Makarios’a ihtar verirler.   


Not: Bu yazıda anlatılan “Kumsal Katliamı”nda geçen olayların derlemesi, SAMTAY VAKFI arşivindeki belgelerin ve o günü yaşayan kişilerin anılarının, Prof. Dr. Ata ATUN tarafından derinlemesine incelenip, kronolojik olarak sıralanması ile yapılmıştır.  

23 Aralık 2008
Kumsal Katliamı Nasıl Oldu için yorumlar kapalı
Okunma 741
bosluk

Seçim Startı Verildi Bile

Seçim Startı Verildi Bile

Seçim Startı Verildi Bile


Bunu ben söylemiyorum.


Gelişen olayların kendileri bana söylüyor.


Siyasetin içinde geçen 33 yılın deneyimleri artık benim beynimde bir “Kıbrıs Siyaseti Bilimi” oluşturdu. Öngörülerimdeki doğruluk oranları çok artmaya başladı. Yanılgılarım ise neredeyse yüzdelik olarak tek haneye indi.


Sayın Başbakanın “2009 yılı Seçim yılı olacaktır” demesine bakmayın. Şimdiden taraftarını ve tabanını buna alıştırmaya çalışıyor. Siyaset Biliminin yazılı olmayan kurallarında buna “Taraftarları yemlemek” deniyor.


Önce konu, nereye çeksen oraya uzayan “Genel bir başlık” ile ortaya atılıyor. Çok fazla tepki olmazsa veya kulaklar alışıp, tepkiler azalmaya başlayınca da ufak ufak bu başlığın içine detaylar eklenmeye başlanıyor.


Bu yönteme uygun olarak önce “2009 yılı Seçim yılı olacaktır” denerek “Normal seçim takvimine göre 2010 Şubatında yapılacak seçimlerin kararı 2009 yılında alınacaktır” açıklaması ile kulaklara 2009 yılında seçimlerin ne vakit yapılacağının kararının alınacağının mesajı verilmiştir. 


Sonra, ikinci aşamada vatandaşa 2009 yılında seçimlerin yapılabileceği mesajı verilerek, halkın önüne 365 günden oluşan geniş bir zaman dilimi ortaya konacaktır. Sonraki aşamalarda da, zamanla gün sayısı önce 180 güne, sonra 90 güne düşecek ve en sonunda da kesin seçim günü açıklaması yapılacaktır.


İşaretler yaz başını göstermektedir.    


Mecliste, Milletvekili sayısının yarısına sahip bir siyasi partinin “Erken Seçim”e mi gereksinimi olur.


Tüm komisyonlarda ve KİT’lerle yarı KİT kuruluşlarının Yönetim Kurullarında çoğunluğu elde tutan bir iktidar partisinin erken seçime gitmek kararı alması için, başarısızlığın ve seçilememe korkusunun gittikçe yükselen bir grafik çiziyor olması gerekmektedir.


Tabandaki çözülmelerin ve perde arkasındaki parti içi suçlamaların büyük boyutlara ulaşmış olması demektir.


Eğer iktidar partisinin parti meclisi, olağan toplantılarını yapamamış ve aylardır da toplanamıyor ise tehlike çanları çalıyor ve partinin ağır topları, gerçek partililerle yüzleşmek cesaretini gösteremiyor demektir.


Erken seçim havasını koklamak için “Dış ve İç Olaylara” bir göz atmak yeterlidir. Yaşananlar ve gelişmeler bu kanıyı ve saptamayı iyice pekiştirmektedir.


Rum Yönetimi Başkanı ve AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas’ın, AKEL örgütlenme kurultayı çalışmasında, gözyaşları içerisinde, parti Genel Sekreterliği’ni devretme zamanının geldiğini söylediği duygusal konuşmasında “Kıbrıs Türk liderliğinin iki halk ve iki devletin varlığında ısrar etmesinden dolayı üzgünüm. Biz, uzun yıllardır Cumhuriyetçi Türk Partisi’yle, Kıbrıs’ta iki toplumdan oluşan tek halk bulunduğu konusunda anlaştık” sözleri birçok bilgiyi içermekte ve geçmişteki ilişkilerin ipucunu vermektedir. 


Sayın Başbakan ısrarla “bizim AKEL ile hiçbir ilişkimiz ve işbirliğimiz yoktur” derken, ki bir TV programında şahsen bana da bu sözleri söylemiştir, AKEL Genel Sekreteri ve Rum Lider Hristofyas, uzun yıllar işbirlikleri olduğunu ve hatta bir anlaşma bile yaptıklarını açıkça, bir kurultayda ve de TV’lerin önünde söylemiştir. Hem de iki gün önce.  


Bu durum hangisinin doğruları söylemediği sorusunu kafalarda yaratırken, AKEL’in seçimlerde söz konusu partinin arkasında olacağı işaretini de vermektedir. AKEL iktidar değişikliği durumunda, müzakerelerin istediği gibi gitmeyeceğinin bilinci içindedir.      


Belli ki her ikisi de kendilerini “Yes be Annem”, “Evet de, Avrupalı ol”, “Evet de, herkese iş ve aş”, “Evet derseniz İzolasyonlar kalkacak” gibi sahte rüzgarların estirildiği 2003, 2004 ve 2005 yıllarında zannediyorlar.


Bu seçim döneminde, bir olasılıkla iktidar partisine destek vermek için ve “Annan dönemi” rüzgarlarının tekrar estirilmesi amacı ile, AB’nin baskısı, Hristofyas’ın ve de AB komisyonlarında görevli Rum komite üyelerinin “danışıklı” başarısızlığı sonrasında veya önde gelen bir AB üyesi devletin “göstermelik” olağanüstü baskısı ile KKTC’de “AP Milletvekilliği Sandıkları” kurulacak ve “AP Milletvekilliği seçimleri” yapılacak.


Mantık bu uygulamanın aynı günde, biri “AP Milletvekilliği” diğeri de  “Yerel Milletvekilleri”ni seçmek için iki seçimin birden yapılacağını ön görmektedir.


Rumlar 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası uyarınca 2 tanesi bize ait olan 6 sandalyenin tümünü de Haziran 2009’da yapılacak AP seçimlerinde doldururken, biz de statüsünün ne olduğu daha kesin olarak belirlenmemiş “Avrupa Parlamentosu Gözlemcileri”miz için güya seçim yapacağız ve onları KKTC Milletvekilliği seçimlerinden ayrı olarak seçerek, bir yerde sanki “Avrupa Birliği” üyeliği kabul edilmiş bir devletin vatandaşları havasına sokulacağız. Kaç tanemiz artık bu aldatmacaya kanar bilemem ama çoğunluğun akıllandığı ve bu yanıltıcı propaganda ile düzmece tiyatroyu yutmayacağı kesin.


Zaten şu anda iki tane Milletvekilimiz AP toplantılarına ve komisyon çalışmalarına “Gözlemci” olarak katılmaktadır. Oy kullanmanın dışında konuşmak ve öneri sunmak gibi hakları da bulunmaktadır.


Ayrı “AP (Gözlemci) Milletvekilliği” seçimi yapmak için, her ne kadar Anayasamız  yurtiçi Milletvekili sayısını belirlemişse de, Anaysa değişikliğine gerek kalmadan, sayının belli olması ve işin içinde AB’nin de bulunmasından dolayı, maaş ve özlük hakları bakımından Meclisten geçecek bir yasa ile “AP (Gözlemci) Milletvekilliği”  seçimlerini yaptırmak mümkün olacaktır.


Şimdiden bu konuda yapılacak propaganda ve kulağa hoş gelen sloganlar, gözümün önünden şerit gibi geçmeye başladı bile.           
 
Erken seçim havasını kokladığım “İç Olaylar”da ne gibi ipuçlarının olduğuna ise bir başka yazımda değineceğim.

22 Aralık 2008
Seçim Startı Verildi Bile için yorumlar kapalı
Okunma 28
bosluk

Kim KKTC’yi İdam Edebilir Ki

Kim KKTC’yi İdam Edebilir Ki

Kim KKTC’yi İdam Edebilir Ki


Avrupa Toplulukları Adalet Divanı, ATAD Savcısı Juliane Kokott’un Orams davası ile ilgili olarak tavsiye niteliğinde açıklanan raporu “KKTC’nin idam kararı” olarak yorumlamak biraz abartılı bir benzetme.


Böylesi bir raporun KKTC’nin idam kararı olabilmesi olanaksız.


Bir insanın bir kere idam olabileceği gibi, bir ülke de ancak bir kez idam edilebilir.


KKTC’miz, bu kimseye zararı olmayan küçücük devletimiz, ilan edildiği 15 Kasım 1983 tarihinden günümüze kadar zaten 5 kez idam edildi. Daha kaç kez idam edilebilir ki.


Bundan sonra KKTC’nin aleyhine yapılacak olanların veya Orams raporu benzer raporların ne kadar daha zararı olabilir ki kanla, gözyaşıyla ve soykırıma uğramak pahasına kurduğumuz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetimize.


Devletimiz, doğduktan 3 gün sonra, 18 Kasım 1983 tarihli ve 541 No.lu BM Güvenlik Konseyi kararı ile daha henüz 3 günlükken zaten boğularak idam edilmişti. Hatırlayın o meşum ve lanet kararı. Cumhuriyetimizin ilanını kabul etmiyordu, hiçbir ülkenin KKTC’yi tanımamasını ve ilişki kurmamasını emrediyordu. O gün bu gündür yaşadığımız izolasyonların kökeninde de bu lanet karar yatıyor.


İki ay sonra 15 Aralık 1983’de alınan 544 No.lu karar, 4 Mart 1964 tarihli kararın geçerli olduğunu ve adanın tanınan tek devletinin Kıbrıs Rum Cumhuriyeti olduğunu tekrar vurguluyordu.


Aradan daha altı ay bile geçmeden, 11 Mayıs 1984 tarihinde alınan 550 numaralı karar ise KKTC’nin üçüncü idam kararı idi. TC ile KKTC’nin karşılıklı Büyükelçiler atamasını kınıyor ve 541 No.lu kararı tekrar edip birazda genişletiyordu.


Bu karardan on yıl sonra, KKTC hükümeti ile AB arasındaki ticari ilişkiyi düzenleyen 1972 Ortaklık Anlaşması’na rağmen -ki birincil hukuk olmuştu- 1994 yılında Rumların istekleri ve hedefleri doğrultusunda, Kıbrıs Türk Halkını baskılarla dize getirebileceğini ve azınlık haklarına mahkûm edebileceğini düşünen AB, Kıbrıs’lı Türkler aleyhine çaktırmadan yoğun bir baskı kampanyası başlattı ve ihracatımızı engelleyip, ekonomimizi çökertmek amacı ile de kendi mahkemelerinde bir takım kararlar aldı.  Ne ki, kısa süre içinde KKTC ekonomisi yeniden toparlanınca bu kez narenciye, patates ve konfeksiyon ihracatımızı engellemek için Rumlar tarafından İngiliz Mahkemelerinde davalar açıldı. İngiltere Mahkemelerinde açılan bu davalar daha sonra, aynen Orams davasında olduğu gibi, ATAD’a aktarıldı ve 5 Temmuz 1994’de ATAD’ın verdiği kararla da narenciyemizin ve patatesimizin AB üyesi ülkelere ihracı yasaklandı, konfeksiyon ürünlerimize de %14 oranında gümrük uygulaması başlatıldı. KKTC üzerindeki gerçek ticari ambargo, 1994 yılında ATAD’ın aldığı bu karar ile başladı.


Türkiye aleyhine açtığı davayı kazanan Myras Ksenidis-Aresti’nin kocası Yorgos Arestis, ATAD yargıcı. Yunanlı Vasilios Skouris da Baş yargıç. Tabi Aresti’nin kocası Yorgos ile Vasilios’un, Orams ile ilgili kararın Rumların lehine çıkması için her tür kulis faaliyetini yapacağından hiç kimsenin şüphesi olmaması gerekir. Rumlar ATAD’dan, AB Katılım Sözleşmesi’nin 10. Protokolü ile AB normlarının uygulanmadığı bir bölgede yapılan bir işlemle ilgili olarak Rum Mahkemelerinde alınan bir kararın AB üyesi ülkelerde uygulanabileceği kararını alabilirlerse, bunu baz alarak derhal Türkiye aleyhine kendi mahkemelerinde işgalci kararı alacaklar ve bu kararı önce AB’ye sonra da BM Güvenlik Konseyi’ne götürerek “Türkiye’nin derhal adayı terk etmesini” talep edeceklerdir.


AB’nin Kıbrıslı Türklere attığı son kazık ise, 10-23 Eylül 2003 tarihli (AB) Kıbrıs ile ilgili Protokolü’nde, KKTC topraklarını Kıbrıs Rum Cumhuriyeti egemenliği altında AB toprağı olarak kabul etmesi ve “AB müktesebatının Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümetinin etkin kontrolü dışında bulunan Kıbrıs Cumhuriyetine ait bölgelerde askıya alınmasının gerekli olduğunu” vurgulaması.


Aslında AB’nin bu kararı,  KKTC hükümetinin Yunanistan’ın kuzey kısmında yer alan Batı Trakya bölgesinin KKTC toprakları içinde olduğuna dair karar alması kadar mantıksız ve saçma. Ama siz bakın ki, AB’nin, şimdilik kağıt üstünde olsa da adanın tümünün Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin kontrolü altında olduğuna dair bir karar almış. 


Tabii İngiliz hükümeti Orams davası ile ilgili bu zokayı yutar mı.


Benim bildiğim İngiliz Hükümeti, Rum’un menfaati için kendi vatandaşlarının zarar görmesine göz yummaz.


Belki bu rapor üzerine inşa edilecek karar ile Rum Mahkemelerinin kararları, AB ülkelerinde geçerli olacak ama Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde yaşayan İngiliz vatandaşları ile ilgili olanları, İngiltere’de İngiliz vatandaşlarını mağdur edecek şekilde uygulamaya konamayacak. İngiliz Mahkemelerinin ve deneyimli yargıçlarının kendi yazılı olmayan hukuk sistemleri içinde bulacakları ve uygulamaya koyacakları kararları, Rum Mahkemelerinin kararlarının ne İngiltere’de ne de KKTC’de, kendi vatandaşlarının aleyhine uygulanmasına olanak tanımayacak.  


KKTC’yi ne AB, ne BM ne de başka bir güç idam edemez. BM’nin 541 No.lu kararı KKTC’yi öldüremedikten sonra onun altında olan hiçbir kuruluşun kararı, KKTC için idam kararını alamaz.


KKTC’yi ancak biz kendimiz idam edebiliriz, ancak biz kendimiz varlığına son verebiliriz.


Bizden başka hiç kimsenin gücü bunu yapmaya yetmez.


Zaten aramızda sayıları az da olsa Rum’a inanan ama KKTC’ye inanmayan ve yok etmek isteyen kişiler de var. Ya bizler gibi düşünenler KKTC’nin yaşamını sürdürmesini sağlayacaklar, ya da canlar pahasına büyük bir mücadele sonunda kurduğumuz bu devletimizi, Rum idaresi altında yaşamak isteyen bu insanlar idam edecek. 

20 Aralık 2008
Kim KKTC’yi İdam Edebilir Ki için yorumlar kapalı
Okunma 60
bosluk
  • Sayfa 1 ile 3
  • 1
  • 2
  • 3
  • >
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-amblem kktc-bayrak kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar