Hrisostomos’un entrikası

Hrisostomos’un entrikası

Bugün 2010 yılının son günü.


İyisi ile kötüsü ile bir koca yılı daha geride bıraktık.


Yaşam sürmekte, olaylar akıp gitmekte.


Tüm Okurlarımın YENİ YILINI kutlar, sağlık ve mutluluk dolu nice yıllar dilerim.


Kıbrıs’ımızda, 431 yılında kurulan Rum Ortodoks Kilisesi, tarihe entrikacı olarak geçmiş ataları Bizanslıların yolunda yürümeye devam ediyor.


Belli ki hiç akıllanmamış.


Yıllardır Kilisenin Kıbrıs’ın tümünü Rum idaresi altına sokmak ve Helen yapmak konusunda çevirmediği dolap, hazırlamadığı tuzak ve oynamadığı oyun adeta kalmadı.


2006 Eylül’ünde II. Hrisostomos Başpiskopos seçilmesinden sonra kiliseyi iyice Kıbrıs sorununun içine soktu ve son sözü söylemek konusunda önce Papadopulos’la sonra da Hristofyas’la adeta yarışa girdi.


Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesinin ve de ağabeyi Fener Patrikliğinin tarihi, Türklere karşı isyan hazırlıkları, Rum halkını isyana teşvik etmek ve başkaldırı için para ve silah toplamakla doludur.


Kıbrıs’ta, Osmanlı döneminde 14 papazın Vali Küçük Mehmet Paşa tarafından asılması ile son bulan 1821 isyanı ile 1931 yılında İngiliz döneminde Vali Konağının yakılması, bunların en güzel örneklerinden biridir.


II. Hrisostomos, kendisinden evvel Başpiskopos olan I. Hrisostomos’un yaşlanması ve çok hasta olması nedeni ile vekâleten (locum tenens) getirildiği Başpiskopos’luk makamına Sen Sinod Meclisi tarafından seçilmesinden sonra yaptığı ilk iş, ne kendisinin ne de Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin üzerinde egemenliği bulunduğu KKTC toprakları üzerine göz dikmek ve kendini Hıristiyan dünyasına acındırarak topraklarımıza sahip çıkmak için entrikalar düzenlemek oldu.


Bu ülküsüne de KKTC’de dini bölgeler ilan etmek ve bunların başına da Metropolit ve Piskoposlar atamakla başladı.


Tezgahlamak istediği oyun büyük.


Önce dini bölgeler ilan edilecek, sonra başlarına din adamları atanacak, sonra ayinler düzenlenecek, sonra onların bu bölgelerde ikameti istenecek, sonra da kiliselerin boş kalmaması için her ayine güneyden Rumlar taşınacak ve KKTC topraklarında Rumların varlığı olağan ve güncel hale getirilecek.


KKTC hükümeti bu yapılacaklara karşı gelir, yasaklamalar koyarsa, Hıristiyan dünyasında yaygara kopartılacak ve mazlum rolüne bürünülecek.


İşte tezgah bu.


KKTC’ye, silah zoru ile, AB destekli politik düzenbazlıklarla hakim olamayan Rum Yönetimi, dini kullanarak KKTC topraklarına girmeyi ve orada kalmayı planlıyor.


II. Hrisosotomos işe önce Sen Sinod meclisinden çıkardığı kararlarla Salamis (Konstantias) dini bölgesini Metropolitlik, Maraş (Arsinoe) ve Karpaz (Karpasias) dini bölgelerini de Piskoposluk olarak ilan ederek başladı. 


Arkasından Karpaz diyakozluğuna yani piskoposun yönetimi altında bulunan bölgeye, 2007 yılında Christophoros Tsiakas’ı, Maraş diyakozluğuna, 2008 yılında Nektarios Spyrou’yu ve Salamis ve Mağusa diyakozluğuna da 2007 yılında Vasileios Karajiannis’in atanmasını ve resmen seçilmesini gerçekleştirdi.


Hedefi önce KKTC topraklarını kendi yönetimi altında dini bölge olarak ilan etmek, arkasından başlarına uluslararası tanınmışlığı olan Sen Sinod Meclisi tarafından piskoposları seçerek getirmek, sonra da insani açıdan kulağa ve vicdana olumlu gelen ayinler düzenlemek talebinde bulunarak, seçilen piskoposları bölgeye göndererek ayinler düzenlemek ve onların kalıcı ikametlerini sağlamak.


Piskoposlar bir kez bölgeye yerleşince, yanlarına yardımcılarını, kilise papazlarını, keşişleri ve sivil papazlar ile kilise görevlilerini göndererek fiilen mevcut kiliseleri Rum Ortodoks Kilisesinin denetimi altına alacak ve arkasını Hıristiyan dünyasına dayayarak bir daha çıkmamak üzere KKTC topraklarına yerleşecek.


Sonra da cemaatini çağıracak ayin yapmak için.


II. Hrisostomos’un ve Rum siyasilerin, KKTC hükümetinin iznini almadan Dip Karpaz köyünde ve Sipahi köyünde Noel kutlamasını bahane edip ayin yapmak istemeleri ve buna KKTC hükümeti mani olunca da yaygarayı koparıp AB’ye koşmalarının gerçek nedeni bu.
Şimdi de bunu Pınar Karşıyaka-APOEL basketbol karşılaşmasında Rumların Türk kafilesine saldırısı ile bağdaştırmaya çalışıyorlar ve KKTC hükümetinin bu kararı misilleme olarak aldığını yaymaya çalışıyorlar.


Hedefleri her zamanki gibi kendilerini acındırmak ve Türkiye’yi suçlamak.


Rum Ortodoks Kilisesi ve Rum Siyasiler, KKTC hükümetinden izin almadan KKTC topraklarında hiçbir eylem yapamayacaklarını artık bilmeleri gerekmekte.


Dini duyguları sömürerek, hiçbir yere varılamayacağını, bu adada iki halkın barış içinde yaşayabilmesi için birbirlerine saygılı olmaları gerektiğini elbet bir gün öğrenecekler.


O gün artık geldi çattı.

31 Aralık 2010
Hrisostomos’un entrikası için yorumlar kapalı
Okunma 34
bosluk

Rumların gerçeklerle yüzleşmesi

Rumların gerçeklerle yüzleşmesi

Rumların büyük bir çoğunluğu belli ki hala daha adadaki gerçekleri kabullenmiş değiller.


Bunun kökeninde aslında kendilerine yıllardır verilen eksik bilgilendirmeler yatmakta.


Bu nedenle de olaylara ve gelişmelere bakış açıları farklı, değerlendirmeleri de gerçeklerin çok uzağında.


Rum Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas’ın, Pazartesi günü Rum Üniversite Öğrencileri Birliği (POFEN) 37’nci kurultayında yaptığı konuşmada, Rum tarafında Kıbrıs sorununda iki toplumlu iki bölgeli federasyon öngören çözüme karşı çıkanları eleştirmesi ve Rum tarafında milliyetçiliğin ve şovenizmin yükseldiğinden söz etmesi, ortalığı karıştırmaya yetti de arttı bile.


Hristofyas, yıllardır BM kararlarında ve belgelerinde bahsedilen ve de adada kalıcı çözüm olarak önerilen “İki toplumlu iki kesimli federasyon”u, “bazı şartlar ve koşullar altında, vatanımızı ve halkımızı yeniden birleştirmemiz ve yabancılara bağımlılıktan kurtulmamız için tek yol, tek çözümdür, aksi de taksimdir” diye tanımlayarak, federasyonu bir çözüm olarak görmediğini ama adaya Rum çoğunluk olarak hakim olabilmek için bir sıçrama tahtası olarak gördüğünü dile getirdi.


III. Makarios da aynı benzer sözleri 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildiği vakit söylemişti.


“Kıbrıs’ta ortak bir Cumhuriyet kurmak Taksim’den daha iyidir ve biz bu cumhuriyeti Enosis’e giden bir sıçrama tahtası olarak kullanacağız” diyerek aklındakini, günümüzden tam elli sene önce aynen Hristofyas’ın iki gün önce dile getirdiği gibi sözlere dökmüştü.


Dökmüştü dökmesine de, aradan 3 yıl 4 ay 5 gün geçtikten sonra Cumhuriyetin sayıca daha az olanı ortağını adadan silmek girişiminde bulunmuş, Kıbrıslı Türkleri katletmeğe başlamış ve acımasız bir soykırım uygulamıştı.


Sert bir kayaya çarptığını ve bu işin düşündüğü gibi olmayacağını anladığında Türkiye Yunanistan’a ağır bir nota vermiş, neredeyse savaşın eşiğine gelinmişti.


Şimdi de Hristofyas benzer sözleri hem söylüyor, hem de Kıbrıslı Türkleri bölgesel değil küresel izolasyona tabi tutarak daha farklı koşullarda soykırıma uğratmaya çalışıyor.


Rumların her ne kadar kendi aralarında fikirsel ayrılıkları olsa da, adaya tümüyle hakim olabilmek için her tür girişimi yapmak konusunda hem fikirler.


Gerek DIKO Başkanı Marios Karoyan, gerek EDEK Başkanı Yannakis Omiriu, gerekse de EURO.KO Başkanı Dimitris Şilluris Hristofyas’ı, değişik yerlerde ve değişik cümlelerle “İki bölgeliliğin ne demek olduğunu ve hangi koşulları taşıyacağını” konusunda açıklama yapmağa çağırdılar.


Ekologlar’ın bir milletvekilleri var ama onlar sağcılardan daha da sağda oldukları için bu gruba katmayı düşünmedim bile.


Onlar “Kıbrıslı Türkleri hemen ve derhal adadan atalım ve Kıbrıs, safkan Rum adası olsun” düşüncesinde. Bırakın BM Parametrelerine göre kurulacak olan Federal Birleşik Kıbrıs Cumhuriyetinde Kıbrıslı Türklerin “Eşit Ortak” olmasını, azınlık olarak adada kalmalarına bile tahammülleri yok.


DIKO, EDEK, EURO.KO ve Ekologlar, ve bence Hristofyas da, öyle bir “İki Bölgeli”lik istiyorlar ki adada hem iki bölge olduğu BM tarafından kabul edilsin, hem de Rum çoğunluk, yönetime ve devlete her iki bölgede de hakim olarak adayı tek başına yönetsin.


Gelecek aynen, 20 Temmuz 1974’de yaşadığımızın benzeri olağan üstü bir değişime gebe.


Vadesi de en fazla iki veya üç yıl.


Daha fazla değil.


Soykırım yıllarında yaşarken ve gelecekten ümidimizi adeta kesmişken, Rum ve Yunanlı siyasilerin birbirleri ile kapışması ve adayı ele geçirmek için kıyasıya bir rekabete girmeleri veya daha doğru bir tanımlama ile birbirleri ile kapışmaları, bize özgürlüğümüz getirmiş, adanın belli bir bölgesinde toplanmamızı ve devletimizi kurmamızı sağlamıştı.


Şimdi gene aynı kıpırtılar başladı.


Hayırlısı…

29 Aralık 2010
Rumların gerçeklerle yüzleşmesi için yorumlar kapalı
Okunma 29
bosluk

Başpiskopos beni yanıltmadı

Başpiskopos beni yanıltmadı

Müzakereler sürerken, Güney Kıbrıs’taki Rum halkını neredeyse ikibin yıldır koyu bir dini baskı altına tutmayı başarmış Rum Ortodoks Kilisesinin başı II. Hrisostomos’un birkaç gün evvel uluslararası karşılaşma yapan bir Türk takımına karşı yapılan ırkçı Rum saldırısı sonrası söyledikleri, kilisenin gerçek yüzünü ve siyasetçilerinin de akıllarındaki “Kıbrıs Sorununun Çözümü”nün ne olduğunu ortaya koyuyor. 


İster sade bir vatandaş olsun, isterse de siyasi, hiçbir Kıbrıslı Rum’un Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesinin söylediklerinin dışına çıkması, manevi dünya beklentilerinden dolayı olanaksızdır.


Başpiskopos’un elinde hala daha “Seni, dini tören yapmadan gömeriz” silahı bulunmaktadır. 


İnançlarına göre dini tören yapılmadan gömülen bir kişi artık Hıristiyan değildir ve Allah’ın huzurunda da Hıristiyan olarak çıkamaz.


Her Ortodoks Rum’un gönlünde “İyi Bir Hıristiyan” olarak gömülmek vardır ve dini törensiz gömülecek olan bir kişinin de aklında, bırakın “Kötü bir Hıristiyan” olarak gömülmeyi ki buna da razıdır, Hıristiyanlıktan atılmış bir kişi olarak öbür dünyaya gideceği ve cennete giremeyeceği korkusu, yaşamı boyunca kilisenin istekleri dışına çıkmamaya kendisini zorlar, adeta mecbur eder.


Bu nedenle de kim olduğuna ve makamına bakılmaksızın hiçbir Kıbrıslı Rum, Kilisenin istekleri ve görüşleri dışına çıkamaz.


Çıkarsa manevi dünyada başına ne geleceği, daha vaftiz olduğu birkaç günlük yaşından, ölene dek kendisine binlerce kez kilisede söylenir ve “Kiliseye kayıtsız koşulsuz itaat etmesi” yönünde de beyni iyice yıkanır.


19 Aralık Pazar günü Kıbrıs’ın güneyinde yer alan I. Hrisostomos’u anma töreninde Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos, Rum tarafında aşırı ve ırkçı olarak nitelendirilen, Kıbrıslı Türklere ve yabancılara saldırı faaliyetleri ve yabancı düşmanlığıyla kendini gösteren ELAM’ın yani “Ulusal Halk Cephesi”nin çoğu görüşünün kendisini ifade ettiğini açıklamışsa, bilin ki öyledir.


Gerçek adı “Hēródotos Dēmētríou” olan Rum Ortodoks Kilisesinin başı, Başpiskopos seçilince ruhani adını I. Hrisostomos’tan almayı, onun adını devam ettirmeyi ve onun ruhunu kendisinde yaşatmayı tercih etti. Nihayetinde ülküleri tamamen aynıydı.


15 Mayıs 1919’da Yunan ordusu İzmir’e çıktığı vakit, İzmir Metropoliti olan I. Hrisosotomos etekleri uçuşa uçuşa gelir ve ordu komutanının önünde diz çöker, çizmesini öper, önce kendisini, sonra da Yunan ordusunu kutsar ve askerlere hitaben o meşhur vaazını verir:


“Evlatlarım, Elen çocukları. Bugün, İsa’nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda, ne kadar Türk kanı döküp içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız. Ben de bir bardak Türk kanı içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım. Bütün azizler arkanızda. Hadi buyurun”.


Bu vaazdan sonra Yunan ordusu Batı Anadolu’da kıyıma başladı ve öldürmediği Türk, yakmadığı köy bırakmadı.


Daha başka yaptıkları insanlık dışı davranışlar da var ama onları yazmak istemiyorum.


9 Eylül 1922’de Türk ordusu İzmir’e girince, İzmir Halkı I. Hrisosotomos’a yaptıklarının bedelini çok ağır ödetti ve kendisini linç etti, metropoliti olduğu Ayios Fotini kilisesini de temellerine kadar yıktı.


İzmir yenilgisinden sonra Yunanistan’ın başkenti Atina’nın kuzeyinde oluşturulan Nea Smyrna (Yeni İzmir) semtinde bu kilisenin birebir kopyasını inşa etti Yunanlılar ve hem adını Ayios Fotini koydular hem de önüne, kitabesinde “İzmir Şehidi” yazan I. Hrisosotomos’un heykelini diktiler.


İşte adamızın güney kesiminde yaşayan Kıbrıslı Rumların ruhani lideri Hēródotos Dēmētríou, I. Hrisostomos’un ruhunu ve felsefesini Kıbrıs’ta da yaşatmak için II. Hrisostomos adını aldı.


Pazar günü Metropolit I.Hrisostomos’u anma töreninin ardından yaptığı açıklamada Başpiskopos II. Hrisostomos, Kıbrıs’ta amaçlarının Helenizm’in devam etmesini sağlamak olduğunu söyleyerek gerek kendisinin, gerek Rum halkının gerekse de Rum siyasilerinin akıllarında olanı açıkladı.


Boşuna değil 1968’den beridir adaya barış getirmek için müzakereler sürüyor ama bir arpa boyu yol alınmış değil.


Rumlara göre ya adanın tüm Helen olacak, ya da Helen olacak.


Aksi kabul edilemez.

27 Aralık 2010
Başpiskopos beni yanıltmadı için yorumlar kapalı
Okunma 46
bosluk

İngilizler pişman

İngilizler pişman

Geçenlerde yerel gazetelerimizden bir tanesinde usta bir elden çıktığı belli olan bir haber, mesleğimle ilgili olduğu için benim çok dikkatimi çekmişti.


İşin ilginç tarafı mesleklerimin her ikisi ile birebir ilişkiliydi bu haber. Konu olay hem inşaatlarla ilgiliydi hem de politikayla.


İngilizlerin bu adadaki resmi varlıkları, 1878 yılında adayı Osmanlı idaresinden kiralamaları ile yöneticilik düzeyinde başlarken, ticari varlıkları ise birkaç yüzyıl evvelsinden başlamakta.


Adada bir dönem çok yaygın bir tarım kolu olan ve neredeyse her evin geçimini sağlayan ipek böceği kozasından üretilen ipekli mamuller Avrupa’da ünlenince, İngiliz yatırımcılar adaya gelmişler ve ipek böceği kozasından elde edilen ipekten kumaş üreten dokuma atölyeleri açmışlardı.


O gün bu gündür sivil İngilizler adamızda.


Asker İngilizlerin adadaki varlıkları ise 1190 tarihinde Arslan Yürekli Richard’in adayı fethettikten ve nişanlısı Berengeria ile Limasol’da evlendikten sonra başladı.


Diğer şehirlerdeki İngiliz mezarlıklarını bilmiyorum ama Larnaka’daki mezar taşları ile Mağusa’daki İngiliz mezarlığı bu gerçeğin en güzel ve en çarpıcı ispatlayıcısıdırlar.


Yüzyıllar içinde adamızda hayatlarını yitiren İngilizler bu topraklardaki mezarlara gömülerek bizim atalarımızla aynı kaderi paylaşmışlar aynı toprağın altına girmişler. “Kan kardeşi” deyimi benzeri “Toprak kardeşi” olmuşlar da diyebiliriz bu kader paylaşımına.


İngilizleri bu adadan koparıp atmaya veya onları bu adayı terke zorlamaya hiçbir güç yetmemiş bu güne değin. Ne dünya savaşları, ne de cadde ortasında eşi ve çocukları ile yürüyen İngilizleri arkadan sinsice yaklaşıp kalleşçe öldüren EOKA’cı Rum katiller.


İngilizlerin bazıları bu küçücük ama dünya güzeli olan adamızı yüzyıllardır “ikinci vatan” olarak benimsemişler ve belli dönemler içinde yaşadıkları tüm olumsuzluklara rağmen terk etmeyi de hiç düşünmemişler.


KKTC’mizde, küçük denmeyecek boyutta ve az denemeyecek sayıda İngiliz aile yaşamakta.


İngiltere hükümetinden aldıkları emekli maaşlarını burada harcamaktan başka hiçbir suçları olmayan bu insanların bazılarını vatandaş yapmışız, bazılarını da yapmamışız.


Suç nedir bilmeyen, kendi aralarında örgütlenip bizim Sivil Toplum Örgütlerimize, okullarımıza ve hastanelerimize yardımlar yapan bu doğa ve insan dostu insanları artık gücendirmeye ve kırmaya başlamışız ki, şimdilik sayıları az da olsa bazıları ciddi ciddi adamızdan ayrılmayı düşünüyor.


Hele geçen gün okuduğum haberde, İngilizlerin kendi ağızlarından çıkan ve kafasındakileri tanımlayan  “KKTC’nin tek düşmanı kendisi” cümlesi beni çok düşündürdü ve de çok üzdü.


Karşıyaka’da “Kulaksız 5 Sitesi”nde yaşanan ve mevcut yasalara uygun ama benim değerlendirmelerime göre haksızca bir davranış olan ipotekli toprağı alırken üzerindeki evleri de sahiplenmek olayı daha zihinlerden silinmemişken, şimdi de binlerce Sterlin ödeyerek aldıkları ev yüzünden 65 kez mahkemeye gidip gelmek ve durup dururken bir de yüklü miktarda mahkeme masrafı ödemek zorunda bırakılan Mary ve Geoffrey Day çiftinin olayı patlak verdi. Üstelik mahkeme süresince de yurt dışına çıkışları yasaklanan bu çift, iki yıldır görülen davanın sonunda haklı bulundu ve haklarında açılan dava da düştü.


İşin özü, müteahhit, Day çifti ile imzaladığı özel ve teknik şartnameye sadık kalmayıp sözlerini yerine getirmeyince, Day çifti de tıkır tıkır ödedikleri taksitlerinin sonuncusunun kendisine şartlı olarak vermemişler.


Son taksiti alamayan müteahhit de mahkemeye koşmuş ve Day çiftini evin arazisi içinde kalan boya ve kalıp tahtalarını çalmakla suçlayarak dava açmış. Davanın açıldığı zaman İngiltere’de olan Day çifti adaya 31 Ağustos 2008 tarihinde dönünce Ercan Havaalanında polis tarafından “boya çaldıkları” iddiasıyla tutuklanmış. Mahkeme de kendilerini yurtdışına çıkışlarının yasaklanması koşuluyla, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakmış.


Bırakmaya bırakmış ama yasalar gereği de her üç ayda bir oturma iznini yeniletmek zorunda kalmış Day çifti.


Müteahhitin şikayeti sonrasında hem zan altında kalmışlar hem de istemleri dışında günlük cezası 70 TL olan ikamete zorlanmışlar. 
Ve Mahkeme suçsuz olduklarına karar verince de bu yapay kabus sona ermiş.


Ben şimdi, Day çiftinin satın aldığı evi teknik ve özel şartnameye uygun olarak inşa etmeyen müteahhit hakkında devletimizin ve Müteahhitler Birliğinin ne yapacağını gerçekten de çok merak ediyorum.


Bence şimdi davayı açan müteahhit yargılanmalı, adamızda 14 yıldır yaşayan bu insanlara karşı haksızca dava açtığı için.
Devlet olarak bu vatandaşlarımızla hiç ilgilenmediğimiz kesin.


Yasalarımızı değiştirmeli ve KKTC’mizde ikamet eden ve yaşamlarının sonuna kadar burada yaşamlarını sürdürmeyi tercih eden bu insanları kucaklayan yeni yasalar yapmalıyız.

24 Aralık 2010
İngilizler pişman için yorumlar kapalı
Okunma 39
bosluk

AB – Türkiye ilişkileri sarsıntıda

AB – Türkiye ilişkileri sarsıntıda

Yeni bilgi kaynakları, yeni beyinler, yeni görüşler beni hep heyecanlandırır.


Onları bulduğum vakit veya deneme amaçlı bana gönderildiklerinde, içlerindeki pırıltıları keşfettiğimde müthiş keyif alır, haz duyarım.


Son birkaç haftadır bana kısa adı “TAVAK” olan “Türk Alman Eğitim ve Bilimsel Araştırmaları Vakfı”ndan Basın açıklamaları gelmeye başladı.


Hepsi de birbirinden zengin içerikli, bilgi dolu yayınlar bunlar. Altındaki imza da Sayın Prof. Dr. Faruk Şen’e ait. Bayan Zehra Wellman Vakfın Koordinatörü ve Vakfın merkezi de İstanbul’da.


Bana son gönderilen basın açıklamasındaki ana tema Avrupa Birliği ile Türkiye arasında sürdürülen “Katılım Müzakereleri” ve “Müzakerelerin Geleceği”.


AB ile ilgili doğru ve güvenilir bilgiler ile dokümanları AB Haber ve AB Vizyonu siteleri ile Avrupa Birliğinin kendi sitesinden alırken şimdi bunlara “TAVAK”da eklendi. Kütüphanem ve kaynaklarım daha da zenginleşti.


Satırların arasından çıkardığım ilk çarpıcı bilgi, Cuma günü Brüksel’de yapılan AB’nin Aralık Dönem zirvesinde Euro’nun geleceğinin tartışılmış olması.


Daha evvel ortaya atılmış bazı Alman iş insanlarının önerisi gibi, gelecekte Euro’nun “Kuzey-Euro” ve “Güney-Euro” adları altında iki ayrı para birimi şeklinde yürürlüğe konması olasılığı ile bu uygulamanın artıları ile eksileri tartışılmış.


Kuzey Avrupa ülkelerinin, Güney Avrupa ülkelerine güveni olmadıkları ve AB’ye girdiği 1980 yılından beri 107 Milyar Euro hibe alan Yunanistan gibi asalak ülkeleri sırtlarında taşımak istemedikleri ortaya çıkıyor bu tartışmadan.


Zaten şu anda da Avrupa Birliği’nin batak ülkeleri olan Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz, hep güney yarıdan.


Belçika orta batıda, İrlanda ise İngiltere’nin batısında yer alan ve ekonomisini şişirilmiş inşaat sektörüne dayamış, başka göze çarpan bir endüstrisi bulunmayan bir ülke. İnşaat sektörü batınca, İrlanda da onunla beraber battı.


Avrupa Birliği İrlanda, Yunanistan, Portekiz ve İspanya’yı nasıl kurtarayım diye düşünürken 2012 yılında genişleme için öngördüğü Hırvatistan’dan sonra 2014 yılında da Sırbistan gibi Balkan ülkelerini de tam üye yapmanın kararlılığı içinde.


AB, vize konusunda Türkiye’nin önüne 1959 yılından beridir yüksek duvarlar koyarken, daha geçenlerde Arnavutluk’a vizeyi kaldırdı, Rusya ve Ukrayna’ya da vizeyi kaldırmanın hazırlığını yapıyor.


Yapılan bütçe ise geleceği adeta bize söylüyor. 2014-2020 yılları için öngörülen Avrupa Birliği’nin 7 yıllık bütçesi içinde Türkiye ile ilgili herhangi bir kalem yok.


Bu da, Türkiye’nin AB’ye katılabileceği en erken tarih 1 Ocak 2021 olabilir demektir.


Tabii bu öngörünün de geçerliliği ancak, o tarihte Avrupa Birliği diye bir oluşumun hala yaşıyor olmasına bağlı.


Türkiye 2014 yılında Avrupa Birliğine tam üye olabilseydi, bütçesinin AB’den alabileceği toplam katkı 2 milyar Euro’yu hiçbir zaman geçemeyecekti.


Yunanistan’ın 1980-2008 yılları arasında AB’den 107 milyar Euro hibe aldığı ve kaynaklarında artık sonuna gelindiği dikkate alınırsa, Türkiye için Avrupa Birliğine girişin hiç bir kazanımı olmayacağı, gün gibi aşikâr olmakta.


Türkiye’nin geleceği, gerçekte AB yerine, İngilizce adlarının baş harflerinin yan yana yazılımı ile “BRIC”  olarak tanımlanan Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den oluşan dünyanın yeni ekonomik devleri arasında gözüküyor bu önümüzdeki on yılda. Zaten İran’ın nükleer çalışmaları ile ilgili olarak Türkiye ve Brezilya ortak bir adım atmışlardı.


Türkiye’nin dünya üzerindeki siyasi ve ekonomik konumu değiştikçe, Kıbrıs konusunun çözüm şekli de birlikte değişime uğrayacak.


Kıbrıs konusunda, içinde yaşamakta olduğumuz 2010 yılındaki çözüm parametrelerinin ve perspektifinin, yıllar içinde Türkiye’nin küresel olarak ekonomik ve politik güçlenmesine paralel olarak köklü bir değişikliğe uğrayacağı kesin.


Yıllardır Rumların tarafına dönmüş olan ibre, 2010’dan sonra artık yüzünü Türklerin tarafına doğru döndürmeye başlayacak.

22 Aralık 2010
AB – Türkiye ilişkileri sarsıntıda için yorumlar kapalı
Okunma 39
bosluk
  • Sayfa 1 ile 3
  • 1
  • 2
  • 3
  • >
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 kktc-bayrak kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar