Türkiye Rumların asırlık oyununu fena bozdu
1821 yılından başlayarak başta Yunanistan olmak üzere tüm Helenler, Avrupa Devletlerini ve Anglo-Sakson birliğini arkalarına alarak hem devlet kurdular hem de bir tek mermi atmadan, Ege’deki adaların da dahil olduğu topraklarını Mors yarımadasından başlamak üzere kuzeyde Meriç nehrine kadar büyüttüler.
Toprak büyütmek, daha doğrusu gasp etmek için her atacakları adımdan evvel hem Avrupa devletlerinin arkasına saklandılar, hem de 1821 Mora İsyanından başlamak üzere Tesalya’da, Girit’te ve Kıbrıs’ta yaptıkları gibi Türkleri canice boğazladıktan sonra bir de üstünden çıkarak “Türkler bizi kesti, kıyıma uğradık” yalanları ile mazlum rolüne bürünerek dostlarından yardım ve destek istediler. Başardılar da…
Yunanlıların politik yalancılıklarını, düzenbazlıklarını, Bizans oyunlarını ve tüm bunların arkasından elde ettikleri kazanımları takdir etmek gerekir. Gerçekten de yaygarada, mazlum rolüne bürünmekte ve Avrupalılar ile Anglo-Saksonları kandırmakta son derece başarılılar. Onların da bile bile kandığı kesin.
1982 Üçüncü Deniz Hukukundan sonra Rumların ilan ettiği MEB ne denli geçerli ise 1958 Birinci Deniz Hukuku ile 1960 İkinci Deniz Hukuku Konferansı sonrasında Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgesi (MEB) o kadar geçerli. İlan edilen MEB’lerin bazı yerleri üst üste geliyor ve birbirleri ile çakışıyor. Rumlar ve aramızdaki Rum hayranları, Türkiye’nin haklarını görmezlikten gelerek, televizyonlara çıkıp utanmadan sıkılmadan “Türkiye MEB’ini ilan etti ama komşu devletlerle karşılıklı imzalaşmadı, bu nedenle de Türkiye’nin MEB’i geçersizdir” gibi tek yanlı ve saçma iddialarda bulunuyorlar. Oysa aynı iddialar Rumlar içinde geçerli ama bunu ağızlarına almıyorlar.
Rumların, ilan ettikleri MEB’leri ile ilgili olarak sadece İsrail ve Mısır ile anlaşması var. Geçerli olabilmesi için tüm komşu ülkelerle anlaşma imzalaması gerekmekte. Gerçekte Cumhurbaşkanı Mursi, bir evvelki Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in oğullarının Mısır’dan kaçırdıkları paraların Kıbrıs Rum bankalarında aklanması karşılığında karşılıklı imzalanan MEB anlaşmasını “Rumlar haklarımızı gasp etti” diyerek iptal etmişti ama şimdiki Cumhurbaşkanı General Sisi, “Düşmanımı düşmanı dostumdur” felsefesi ile Mısır halkının haklarının göz göre göre yenmesi pahasına, Hüsnü Mübarek döneminde imzalanan MEB anlaşmasını tekrar yürürlüğe koydu.
O nedenle de Rum tarafının ilan ettiği MEB, Türkiye dahil olmak üzere, Suriye, Lübnan, İsrail ve Mısır tarafından imzalanmadığı müddetçe geçerli değil.
Öte yandan; Rumların, Kıbrıs adasının tek hakimi olduklarını ispatlamak amacı ile hem KKTC’nin hem de Türkiye’nin MEB’i içerisinde yer alan 3. Parselde doğalgaz aranması için ENI şirketine izin satması, gerçekte Avrupa Devletleri ile Türkiye ile karşı karşıya getirip, eskiden olduğu gibi mermi atmadan bu denizlerde hükümranlığını ilan etmek ve sürdürmek hedefliydi.
Ne var ki, Rumlar ve Yunanlılar bu sefer politik ve stratejik bir hata yaptılar. Avrupa Devletlerini eskiden arkalarını dayadıkları gibi güçlü, Türkiye’nin de artık bölgenin lideri ve oyun kurucusu olduğunu göz ardı edip hala daha eskiden olduğu gibi güçsüz ve “vur ensesine al lokmasını ağzından” bir ülke varsaydılar ve ona göre strateji belirlediler. Kıbrıs konusundaki konjonktür aniden değişti bu olay nedeniyle.
Bugüne değin, “Kıbrıslı Türklerin doğalgazdan oluşan haklarını, çözüm olduktan sonra vereceğiz” diyen Rumlar, BM Genel Sekreterinin “Kıbrıslı Türklerin de doğalgaz üzerinde hakları var” açıklaması bütün siyasi stratejilerini yerle bir etti.
Rumlara asıl darbeyi ise Türkiye vurdu.
9 Şubat’ta İtalyan şirketine ait Saipem 12000 adlı sondaj platformunun KKTC’nin Gazimağusa açıklarındaki 3. parsele sondaj için gelmesi ve bölgedeki Türk savaş gemileri tarafından engellenmesi sonrasında ENI şirketi yetkililerinin Türkiye’ye görüşme yapmak için başvurmaları, Türkiye Dışişlerinin politik manevrası sayesinde Rumların aleyhine bir gelişmeye dönüştü. Türkiye Dışişleri’nin ENI yetkililerine “Bizimle değil, KKTC ile görüşün” telkininden sonra KKTC Dışişleri Kudret Özersay ile ENI yetkililerin görüşmesi ve bir mutabakat sağlanması, 21 Aralık 1963 günü başlayan Rumların adanın tek hakimi oldukları varsayımını fena hırpaladı.
Bu gelişme KKTC’nin devlet olarak varlığı ve Kıbrıs adası üzerindeki Kıbrıslı Türklerin hakları açısından çok önemli zira bundan böyle Türkiye ile KKTC’nin MEB’leri ile örtüşen parsellerde hiçbir petrol şirketi arama ve sondaj yapmak girişiminde bulunamayacak.
Müzakereler de KKTC’nin istediği şartlar oluşmadıkça da başlayamayacak.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Kıbrıs’ta, 21 Aralık 1963 sabahı kasten başlatılan toplumlararası çatışmaların ada sathına yayılmasından ve Rumların devlet gücünü kullanarak Kıbrıslı Türklere soykırım uygulamaya başlamasından sonra Kıbrıs’ta yaşanan çatışmaların artması ve Rum tarafının silahlanma kararı alması üzerine 2 Haziran 1964 tarihinde Türkiye hükümeti Kıbrıs’a çıkarma yapma kararını açıklamış ve gerekli hazırlıklara başlamıştı. Türkiye’nin bu konudaki kararlığını gören ABD yönetimi, Türkiye’nin bu çıkarma kararını önlemek için ABD Başkanı Lyndon Baines Jonhson imzalı, içeriği çirkin ve diplomatik teamüllere uymayan bir ihtar yazısını Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’ye iletilmek üzere 5 Haziran 1964 tarihinde ,Türkiye’deki ABD Büyükelçisi Raymond Hare’ye şifreli teleks ile göndermişti.
Bu çirkin üsluplu mesaj gerçekte, Türkiye’nin kendisine gelmesini ve uzun vadede ABD’den bağımsız bir diplomasi ve sanayisini geliştirmesinin başlangıcını oluşturdu. Bugün Türkiye kendi gereksinimi olan silahların yüzde altmışını tamamen kendi tasarım ve olanakları ile geri kalan yüzde kırkın yarısının da yüzde seksenini kendi olanakları ile üretiyorsa, bunu ABD Başkanı L. B. Johnson’un söz konusu çirkin mektubuna borçlu olduğumuz kesin.
Gelelim mektuba; Hafta içinde “Kıbrıs’ın 1964-1967 yılları arasında Yunanistan tarafından işgali” ile ilgili Rumca doküman ve belgeleri internette tararken aniden önüme Dimitris Konstantopoulos adlı bir gazetecinin Vassos Lissaridis ile yaptığı röportaj çıktı.
Sosyalist Milliyetçi EDEK’in kurucusu, Makarios’un özel Doktoru olan Vassos Lissaridis’i ben, çocukluğumdan beri tanıyorum. Babamın İngiliz Sömürge İdaresindeki görevi nedeni ile birkaç kez babamın çalışma ofisinde karşılaşmıştım kendisi ile. İngiliz sömürge döneminde EAM ulusal direnişi ile EOKA arasındaki köprü adamı idi ve Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulması kararının alındığı Londra konferansında EOKA’yı temsil etmişti. 21 Aralık 1963 sabahında çatışmaların başlamasından sonra, kendine ait özel birliği ile Çağlayan Bölgesine saldıran, Rum Temsilciler Meclisi Başkanı iken ASALA’ya Trodos dağlarında eğitim kampı açtıran, PKK lideri Öcalan’a ünlü Rum gazeteci Mavros Lazaros adı altında C015918 no.lu Kıbrıs pasaportunu verdiren kişi ve tam bir Helen milliyetçisidir Lissarides.
Gerçekte tarihe “Johnson Mektubu” olarak geçen bu çirkin mektubun perde arkasında da Lissaridis’in yer aldığını öğreniyoruz röportajdan. Özetleyecek olursak, 21 Aralık 1963 sabahı başlayan Rum saldırılarından sonra Türkiye’nin huzursuzluğunu fark eden dönemin Cumhurbaşkanı Makarios, sağ kolu Vassos Lissaridis’i, dönemin Ticaret Bakanı Andreas Araouzo ile birlikte o yıllardaki adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) olan günümüz Rusya’sının o dönemdeki Devlet Başkanı Nikita Kruşçev ile görüşmeye ve yardım istemeye gönderir.
Rusya Devlet Başkanı Kruşçev, kendilerini, dönemin Rus başkanlarının ve Politbüro üyelerinin yazlık köşklerinin bulunduğu, Karadeniz kıyısında, Gürcistan, Abhazya ve Rusya sınırı arasında yer alan Soçi şehrinde kabul eder.
Geçmişteki dostluklarından bahseden Lissaridis konuyu Türkiye’ye getirir ve “Türkiye’den saldırı bekliyoruz, Rusya bizim için ne yapacaktır?” diye kendisine sorar. Tabağındaki Yunanistan’dan gelen zeytini gösteren Kruşçev, “Bak bu zeytin senin vatanından gelmektedir. Size tehdit Türkiye’dendir, güzel hoş ama bizim gibi muazzam bir ülke, Türkiye gibi küçük bir gücün ülkenizi istila etmesine izin vermez.” der.
Lissaridis, “Bunları Makarios’a söyleyebilir miyim” diye sorduğunda da Kruşçev gülerek, “sakın bana buraya turistik bir gezi için geldiğinizi söyleme” cevabını verir.
Sonra da ABD Başkanı L. Johnson’a diplomatik bir mektup gönderir ve şunu der: “Eğer Türkiye, Kıbrıs’ı istila ederse, Sovyetler Birliği’nin Türkiye aleyhinde harekete geçmek için başka bir şeyi kalmaz ve bu hareket askeri amaçlı olacaktır…”
Bu olaydan bir buçuk yıl önce 16-28 Ekim 1962 tarihinde yaşanan Küba krizi ve bu krizin aşılması için Türkiye’nin ABD-SSCB arasındaki gizli bir anlaşmayla harcanmasından sonra askeri, ekonomik ve diplomatik gücünü ABD’ye ispatlayan SSCB’yi bir kez daha karşısına almak istemeyen ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964’te Başbakan İsmet İnönü’ye söz konusu çirkin uyarı/tehdit mektubunu yazmak zorunda kalmıştır.
Bu iddialar Gazeteci Dimitris Konstantopoulos’a ait ama gerçek olma olasılığı çok yüksek.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Anastasiadis’ten gene aynı terane
Güney Kıbrıs’ta Başkanlık seçimini tekrardan kazanan Anastasiadis, müzakereleri dinamitlemek için gene aynı iddialara başladı, hem de bizleri aptal ve ahmak yerine koyarak.
“Bir tarafın güvenliği diğer taraf için tehdit teşkil etmemeli” diyen ve “Türkiye’nin garantörlük ve müdahale hakları ile bir miktar Türk askerinin kalıcı varlığı Kıbrıs Rum toplumu için kesinlikle bir tehdittir” ifadesini kullanan Anastasiadis, bunamaya başlamış olmalı ki geçmişi unutmuş gözüküyor.
1963-1974 arasında nüfus çoğunluğuna ve devlet olmaya sırtlarını dayayarak Kıbrıs adasını, Kıbrıslı Türkler için Cehenneme çevirdiklerini, Kıbrıslı Türklere soykırım uyguladıklarını unutmuş anlaşılan.
1974 Barış Harekatından sonra, Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadaki varlığı nedeni ile bir türlü Kıbrıslı Türklere saldıramadıkları ve adayı Kıbrıslı Türklerden temizleyip, 1791 tarihinde ortaya attıkları Megali İdea’yı yani Büyük Helen Krallığını kurmak yolunda Kıbrıslı Rumların üzerine düşeni, adada TSK’nın varlığı nedeni ile gerçekleştiremedikleri için kafayı Türk Askerinin adadan gitmesine ve Türkiye’nin Garantörlüğüne takmış durumda. İllaki Türk Askeri gidecek ve Türkiye’nin Garantörlüğü kalkacak ki, uygun bir politik ortamda, KKTC’nin varlığına son versinler, Kıbrıslı Türkleri azınlık konumundaki vatandaş seviyesine indirgesinler, adanın mutlak hakimi olsunlar ve zamanı gelince de adayı Yunanistan’a ilhak etsinler.
Çok değil daha 3 gün evvel, 6 Şubat 1964 tarihinde savunmasız küçük bir Türk köyü olan Arpalık’a saldırdıktan sonra şehit ettikleri kardeşlerimizi andık ve ruhlarını şad ettik.
Niye 6 Şubat 1964 günü Arpalık’a saldırmışlardı ben hala çözebilmiş değilim. Akıncılar köyünün yaklaşık 1.5-2 km. güney batısında yer alan küçük bir Türk köyü idi Arpalık ve Rumlara hiçbir şekilde tehdit oluşturmamaktaydı. Düzenli bir ordu, yep yeni silahlar ve her tür askeri olanaklarla saldırdılar bu küçük Türk köyüne. Bütün köyde sadece 3-5 tane av tüfeği bulunmaktaydı. Şahadete eren kardeşlerimiz, köyün erkeklerinin tümü şehit edilene kadar çarpıştılar. Bence en önemlisi de elinde sapanı ile Rumlara taş atan daha Ortaokula yeni başlamış masum bir evladımızı bile, üzerine onlarca kurşun sıkarak öldürmekten çekinmemeleri idi Rumların. Ama Kıbrıslı Türkleri, Rumların her tür canice saldırısından koruyacak TSK o günlerde adada fiilen bu günkü gibi bulunabilseydi, asla saldıramazlardı Arpalık köyüne gözü dönmüş Rum caniler.
Aramızdaki Rum hayranlarına ve Grekofillere sesleniyorum. Geçin Metehan’dan, Ledra Palas veya da Lokmacı kapısından Rum tarafına ve 20 dakikalık bir sürüşle gidin Arpalık köyüne ve gözlerinizle görün köyün bu günkü durumunu. Sanki de zaman 7 Şubat 1964’de durmuş gibi hala. Günümüze kadar, aynen 7 Şubat’ta Kıbrıslı Türkler tarafından terk edildiği halde kalmış Arpalık köyü. Evlerin büyük bir kısmı kerpiçten yapılmaydı o dönemde, 2 katlı olanlar da dahil. Ama hepsi de 6 Şubat 1964 günkü saldırıdan sonra Rumlar tarafından yakılıp yıkıldıkları ve tahrip edildikleri halde. Yollar toprak, elektrik ve su yok. Zaten hiçbir Türk köyünde yol, su ve elektrik yoktu o dönemde, yanı başlarındaki Rum köylerinde hepsi da varken.
İyi ki Türkiye’nin Garantörlüğü var ve TSK adamızda, yanı başımızda.
Türkiye’nin Garantörlüğü ve TSK olmasaydı, bu gün tüm Türk köyleri aynı halde olacaktı. Kıbrıslı Türkler evlerinden ve topraklarından kovulmuş, yerlerine de 15 Mayıs 1919’dan sonra Karadeniz kıyılarındaki şehirlerimize Rum nüfusunun artması için Yunanistan tarafından gönderilmiş ve Kurtuluş Savaşından sonra Rusya’ya kaçmış, adları da “Pontus’lu Rumlar” olan çakma Pontuslular yerleştirilecekti aynen günümüzde sayıları 40 bini aşmış çakma Pontuslu Rumların Baf’taki Türk köylerine yerleştirildikleri gibi….
Ya böyle işte Anastasiadis efendi.
Sen daha çok sayıklarsın Türkiye’nin Garantörlüğü”nün çok güvendiğin ve sırtını dayadığın Batılı Devletlerin, Osmanlı döneminde yaptıkları gibi, baskısı ile kaldırılmasını ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin adayı terk etmesini…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Nijeryalı cinayetinin sorumlusu sadece çocuklar mı?
Yurdagül ATUN
28 yaşında üniversite öğrencisi Nijeryalı Kennedy Taomwabwa Dede’nin birçoğu 16 yaşında olan 8 genç tarafından, sopalarla döverek öldürülmesinin artçıları sürecek ve bu ülkedeki eğitim sektörü başta olmak üzere birçok şeyi kökünden değiştirecek. Zira bu olayın sorumluları sadece cinayeti işleyen çocuklar değil.
Öncelikle bugün bir gazetede yayımlanan, Nijeryalı öğrencilerin, “siyahi öğrencilere ayrım yapılıyor” şeklindeki açıklamalarının asla ve asla gerçeği yansıtmadığını söylemeliyim. Herkesin çok iyi bildiği gibi, Kıbrıs Türkü renk, din ayrımı yapmaz, renginden ötürü kimseyi ötelemez.
Peki bu öğrencileri bu düşünceye iten ne?
Haberde de ifade edildiği gibi Nijeryalıların bir kısmı, (eğitim için gelenleri tenzih ediyorum. Zaten hemşerilerinin yaptığı yasadışı işlerden en çok onlar şikayetçi) eğitimden ziyade çalışma amacıyla KKTC’deler. Aracı kurumlar, bırakın yaşamını asgari seviyede idame ettirmeyi, okul parasını ödeyemeyecek durumda olanları dahi “orada iş hazır” diyerek KKTC’ye getirdiler, getiriyorlar. Bu niyetle gelenlerin birçoğu okula gitmediği gibi, istediği parayı kazanacağı işler bulamamasından ötürü, yasadışı işlerle iştigal etmekte. Birçok habere konu olduğu üzere, uyuşturucu ticareti ve fuhuş bunların en yaygını. Bunların getirdiği sonuçlardan biri ise babasız, terkedilen bebekler. (Annesi tarafından hastanede terkedilen Judi bebeğin dramını unutabileceğimizi sanmıyorum.)
Ki, bundan iki yıl kadar önce, Nijerya Büyükelçisinin KKTC ziyaretinde Doğu Akdeniz Üniversitesi yetkililerine 500 kişilik öğrenci listesi vererek yetkilileri uyardığını hatırlatalım. Okula devam etmeyen bu öğrencilerin çeteleştiği ve bu şahısların KKTC’ye okumak amacıyla gelen Nijeryalı öğrencileri de rahatsız ettikleri iddia edildi zaman zaman. Nitekim Nijeryalıların ev ve sokak kavgaları defalarca gazetelerimizin üçüncü sayfalarında yer aldı, alıyor.
Mahkeme muhabiri olduğum dönemlerde de bazı Nijeryalı öğrencilerin KKTC’ye girişlerinde beraberlerindeki uyuşturucuyu- narkotik köpeklerini yanıltmak amacıyla- balık kafalarına, sabunlara sararak getirdiğine şahit olmuşluğum var. Bunun yanısıra geçtiğimiz yıl merkezi cezaevinde yaptığım röportajda, mahkumlara sıkıntılarını sorduğumda, cezaevindeki Nijeryalıların yüksek sesle konuşarak, bağırıp çağırarak kendilerini rahatsız ettiklerini, kumandanın hep onlarda olduğunu, kimsenin bunlara ses çıkar(a)madığını söylemişlerdi.
Velhasıl, “çok öğrenci, çok para” mantalitesiyle hareket eden bazı okullar, bilerek veya bilmeyerek suç olaylarına katkı koydular. Tabi bu olaylarda, öğrencilerin devamsızlıklarını veya her dönem kayıt yaptırıp yaptırmadıklarını takip etmeyen Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere, öğrencileri KKTC’ye yönlendiren aracı kurumların, YÖDAK’ın, Çalışma Bakanlığı’nın da payı olduğunu söylemek zorundayız. Okullara konacak kartlı “öğrenci takip sistemi”yle, transkriptle ve kayıt dönemi denetimleriyle, işyerlerine/inşaatlara yapılacak denetimlerle bu tür olayların önüne geçilebilecekken, -farklı nedenlerle- ortada bir sorun olduğunu kabul etmeyen yetkililer hazırladı bu sonu. Kafasını kuma gömen, palyatif çözümlerle günü geçiren yetkililer…
**
Bu olayda yüzümüze çarpan diğer gerçekler;
16 yaşındaki çocukları cinayet işleyecek hale getiren cinnetin mahiyeti…
Uyuşturucunun küçücük çocukları nasıl esir aldığının nişanesi öfke…
“Adalılar sakin ve hoşgörülüdürler” mitini yerle bir eden realite…
Çocuklarımıza en iyi telefonları, giysileri, arabaları almanın onların içindeki boşluğu doldurmadığına dair bir fotoğraf…
Çocuk yetiştirmede çok başarılı olamadığımız, bir şeyleri yanlış yaptığımız gerçeği…
Ailelerdeki, eğitimdeki, sosyal ilişkilerdeki çatlak…
(Cinayeti işlediği iddia edilen kişinin cinayetten sonra doğum gününe giderek eğlenmesi üzerine) Merhamet, vicdan gibi duyguların kayboluşu, cinayetin kanıksanması-sıradanlaşması…
Toplumsal yozlaşmanın ve ahlaki çöküşün son sürümü…
Nitekim bu olay birçok boyutuyla ele alınması gereken ve ne kadar farklı yorumlar yaparsak yapalım, meşruiyet kazandıramayacağımız bir durum. Başta üniversitelerimiz olmak üzere hiçbir paydaş kelime avına çıkıp sıyrılamayacak bu işten. Hakeza “üniversiteler adası” olmayı hedefliyorsak, bu çıbanı temizleme, kendimize çeki düzen verme zorunluluğumuz var. Hele hele içte ve dışta açığımızı ararlarken…
Yurdagül ATUN
Afrika gazetesinin Afrin operasyonuyla ilgili manşetini ve CTP Milletvekili Doğuş Derya’nın Meclisteki yemin töreninde attığı slogan ve Afrin Harekatı ile ilgili yaptığı açıklamaları sonrasında yapılan protesto eylemleri nedeniyle, Lefkoşa’da 22 Ocak günü bir yürüyüş gerçekleştirildi.
Rum tarafında 4 Şubatta sonuçlanacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında Crans Montana’da kopan ve kapanan müzakere sürecini tekrardan başlatmak için, Emperyalist güçlerin her zaman, ve her yerde yaptıkları provokasyon gösterileri düzenlenmek istendi.
Maksat Kıbrıs Türk halkı ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmek ve fırsattan istifade ederek Kıbrıs adasının kuzeyinde kurulmuş olan KKTC’mizi lağv ederek, bölgeyi tümüyle Rum işgali altına sokmak.
Oyun belli. Benzerleri birçok yerde oynandı.
Adına Arap Baharı denip, Emperyalist güçlere kafa tutmak ve onların boyunduruğu altından çıkmak isteyen Libya Halk Cemahiriyesi Devlet Başkanı Muammer Kaddafi ve Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin gibi liderleri yok edip bölgenin zenginliklerine el koymak ve başka devlet başkanlarını da uyandırmamaları için muhalifleri temizlemek.
KKTC’mizde de oynanmak istenen oyun da benzeri bir senaryoya sahip. Silah, ekonomik ambargolar, savaş ve yaptırımlar ile Kıbrıs Türkünü Türkiye’den koparamayan Emperyalist güçler, çıkar yolu KKTC’de kaos yaratmak ve Kıbrıslı Türkleri Türkiye aleyhine kışkırtıp, Kıbrıslı Türkler Türkiye’yi istemiyor diyerek Türkiye’yi uzaklaştırmayı hedefliyorlar.
22 Ocak günü yapılan yürüyüş çok iyi niyetli olmasına rağmen bazı kişiler tarafından iyi niyet kapsamından çıkarılmaya ve Türkiye aleyhtarı bir gösteriye dönüştürülmeye çalışıldı. Yürüyüşe katılan sendikaların başkanları arasında sağduyulu ve deneyimli başkanlar olmasaydı ve atılacak sloganlar ile kimlerin konuşacaklarına ağırlıklarını koyup müdahale etmeselerdi, bir kargaşa çıkacağı ve belki de iç çatışmaların yaşanacağı kesindi. Zaten de istenen buydu. Bunun arkasından özellikle batı dünyasındaki medya, öncelikle Türkiye’ye saldıracak ve boy boy aleyhte yazılar ile görseller yayınlayacaktı. Sonra da sıra Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmanın planları yapılacaktı.
Zaten BM’nin, Türk tarafının “Müzakereler kopmuş ve bitmiştir” açıklamalarına rağmen Mayıs ayında tekrar Kıbrıs müzakerelerini başlatmak istemeleri, oynanan oyunu ortaya koymakta.
Türkiye ve KKTC Dışişleri Bakanlıklarının Çarşamba günü akşamı, Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün (UNFICYP) görev süresinin BM Güvenlik Konseyi (BM GK) tarafından 31 Ocak tarihinde KKTC’nin veya da Kıbrıslı Türklerin oluru alınmadan tek taraflı olarak uzatmaları sonrasında yaptıkları açıklamaları, gerçekte BM’ye bir uyarı niteliğinde. Adada sadece Kıbrıslı Rumların olmadığını ve Kıbrıslı Türklerin de olduğunu, BM GK bu konuda bir karar alacaksa her iki tarafa da danışması ve her iki tarafında olurunu almasını gerektiğini hatırlatan bir uyarı. Gerçekte fiilen var olan KKTC’nin artık dikkate alınması gerektiğini vurgulamakta bu her iki açıklama.
Ülkemizde el birliği ile kargaşa çıkarılmasına mani olmamız gerekmektedir.
Türkiye’de bu senaryo yıllarca sahneye konmaya çalışıldı ve her seferinde de hüsranla sona erdi. Aynı dirayeti ve akıllı davranışı bizlerin de göstermesi ve anavatan Türkiye ile el ele, kol kola özgürlüğümüz ve egemenliğimiz yolunda yılmadan ve ayak oyunlarına alet olmadan ilerlememiz gerekmektedir.
Artık Batı, yıllardır uyguladığı Emperyalizminin sonuna gelmiş durumadır. Biraz sabır, biraz birlik, biraz da cesaret bizleri çok daha iyi günlere taşıyacaktır…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1