Ege adalarındaki soydaşlarımız asimile ediliyor
Kıymetli bir akademisyen arkadaşımın, Rodos, İstanköy (Kos) ve On İki Ada’larda yaşayan soydaşlarımız ile ilgili yazdığı kitapları bana göndermesinden sonra konu ile ilgili bulabildiğim tüm kitapları okumaya başladım ve Yunanistan’ın uyguladığı korkunç denilebilecek düzeydeki soydaşlarımızı asimile etmek çabalarından haberim oldu, derinlemesine bilgi edindim.
Araştırmalarıma göre Yunanistan, hiçbir uluslararası kurala uymamakta, Avrupa Birliği üyesi olmasına rağmen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını takmamakta ve ülke sınırları içinde yaşayan azınlıkları, özellikle de Türk soyluları asimile etmek için elden gelen yasal veya yasal olmayan herşeyi yapmakta.
Konuyu özetleyeyim; Yunanistan’daki Türklerin varlığı yalnızca Batı Trakya’yla sınırlı değil. Şu anda Oniki Adalarda yaşayan, özellikle Rodos ve İstanköy’de yaşayan 6.000 kişilik bir Türk nüfusu var.
Ege adalarında yaşayan kardeşlerimizin durumu gerçekten tam bir fecaat. Türklüklerini kaybetmelerine çok az bir zaman kalmış. Söz konusu adalardaki atalarımız Osmanlıların bıraktığı tarih ise silinmek üzere.
Batı Trakya’da yaşayan soydaşlarımız, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Anlaşması içeriğince “Kabul edilmiş Azınlık” sınıfında olmasına rağmen Yunanistan devletinin hukuk tanımamazlığından dolayı halen daha “asimilasyon yöntemi ile yok edilmek” tehdidi altında yaşamaktalar.
Ege adalarında yaşayan kardeşlerimiz ise maalesef Lozan Anlaşması kapsamında olmadıkları için, Batı Trakya’da yaşamlarını sürdüren kardeşlerimiz, uygulanan asimilasyon çabalarının yüz misli daha fazla uygulama, tehdit ve baskı altındalar.
Daha işin başında Yunan Hükümetleri, son 95 yıldır Yunanistan sınırları içinde Türklerin yaşadığını kabul etmiyorlar. Dönemin Başbakanı Konstantinos Mitsotakis, 1990 yılında Washington’a yaptığı bir ziyaret esnasında, Yunan asıllı Amerikalı bir gazeteci ile yaptığı röportajda, Lozan Anlaşmasına göre “Türk Azınlık” olarak tanımlanan soydaşlarımızı, “Yunanistan’da Türk yok. Batı Trakya’da sadece Müslim Rumlar vardır” sözleriyle tanımladığını hatırlatalım.
Yunanistan’da yaşayan Türklerin etnik ve kültürel kimliğini yok etmeyi amaçlayan Yunanistan Hükümetlerinin uyguladığı asimilasyon politikası, Türklere ait ahlaki değerlere karşı kültürel soykırım veya kültürel temizlik uygulamalarını -en geniş şekli ile- içermekte. Yunanistan makamları, Batı Trakya’daki ve Ege adalarındaki Türk etnik azınlığın Osmanlı dönemine ait mimari eserlerinin restorasyonunu bilinçli olarak yasaklamakta ve sudan bahanelerle engellemekte.
Rodos, İstanköy ve On İki Adalar’da yaşayan Türkler, Yunanistan’ın insanlık dışı asimilasyon uygulamalarından dolayı vatandaşlık, Türkçe öğrenme hakkı, dinin serbest bırakılması, nefret ve baskı atmosferi, vakıfların durumu ve aynı zamanda kültürel mirasın korunması gibi çeşitli sorunlarla boğuşuyor.
Kültürel asimilasyon, Rodos ve İstanköy Türklerinin yaşadığı sorunların başında geliyor. Türklerin kimliklerini unutması ve kültürel asimilasyonunu sağlamak için Yunanistan hükümetleri bilinçli bir şekilde çeşitli uygulamaları hayata geçiriyor. Bunlardan en önemlileri ise kültür ve eğitim politikaları üzerinde yaşanıyor.
Rodos ve İstanköy’de iki dilli Türkçe eğitim veren okullar, 1972 yılında Albaylar Cuntasının aldığı insan haklarına aykırı bir kararla kapatıldı. Türk okullarının kapatılması, söz konusu ada topluluğunda yaşayan kardeşlerimizi büyük sıkıntıya sokmuş oldu.
Günümüzde Rodos ve İstanköy’de yaşayan Türk ailelerin çocukları, zorla Yunan devlet okullarına gitmeye mecbur bırakılmış durumda. Her ne kadar bu devlet okullarında Türk çocukları Hristiyan dini ile ilgili derslerden muaf tutulsalar da, kendi dini eğitim haklarını kullanmalarına ve İslam dinini öğrenmelerine izin verilmiyor.
İşin garibi; Yunan hükümetlerinin Rodos ve İstanköy Türklerinin Türk kimliklerini son 95 yıldır tanımamaları ve kendilerini “Müslim Rumlar” olarak tanımlamalarına rağmen Rodos ve İstanköy’de yaşamlarını sürdüren Türklerin İslam dinini öğrenmeleri yasaklamaları.
Bir taraftan soydaşlarımıza “Siz, Türk değil, Müslümanlığı seçmiş Rumlarsınız” denilirken, diğer taraftan da AB’nin ve doğal insan haklarının tüm geçerli olan kurallarına aykırı olarak soydaşlarımızın “İslam dinini öğrenmelerine” izin verilmiyor.
KKTC’de yaşayan Grekofillere, hayallerindeki Rum idaresi altında yaşamak istek ve çabalarında başlarına nelerin geleceğinin en güzel örneklerinden bir tanesidir Rodos ve İstanköy’de yaşayan soydaşlarımızın çektikleri. Neyse ki Kıbrıs Türklerinin çoğu başına geleceklerin bilincinde olduğu için sahip olduğu –egemen- devletine ve Anavatanı Türkiye’ye sıkı sıkı sarılmış durumda.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen,
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Geçmişte, imparatorluk, padişahlık, hanlık, krallık ve benzeri gibi kelimelerle tanımlanmış her devlet, doğmuş, büyümüş ve zamanı gelince de tarihten silinmiş.
Ekonomik katakullelerle dünyanın süper gücü olma şansına erişen Amerika Birleşik Devletleri de (ABD) bu makus sona yaklaşmış gibi…
ABD, 1944 yılında, İkinci Dünya savaşının bitmesine çok az kala oluşturulan Bretton Woods Anlaşması ile küresel piyasaya girdi. Önceleri karşılığının altın olduğu garantisi ile dünya piyasasına kabul ettirdiği Dolarının altına bağımlılığını ve garantisini, 1968 yılında Fransa ve Almanya’nın ellerindeki Dolara karşı altın talebi ile kopardı ve iptal edince gerileme başladı. ABD’nin yükselişi sadece 42 yıl sürdü ve 1968 yılında da gerileme dönemine girdi.
ABD, Rezerv Bankasına bastırdığı karşılıksız Dolarlarla askerini sınırları dışına gönderdi, birçok ülkede üsler kurdu, savaşlara girdi, teknolojisini geliştirdi, memurlarını ödedi, kendi ile uyum sağlamayan liderleri devirmek için suikastlar tertip etti, ihtilaller yaptı, darbeler düzenledi. Bunların tüm masraflarını da karşılıksız aldığı petrolü üreten ve kullanan ülkelere ödetti.
Son 75 yıldır küresel güç rolünü üstlenmiş olan ABD’nin bu “küresel iktidarı” çok kısa sürdü. Ki, Dünya tarihine baktığımız vakit hiçbir küresel boyuttaki imparatorluğun, krallığın veya padişahlığın 75 yıl gibi, bir insanın ortalama ömrü kadar olduğu görülmemekte. Artık uzatmaları oynayan ABD’nin çöküşü ve yok oluşu en fazla yarım asır daha sürecek gibi. Zaten günümüzde ABD’yi parçalamak, mevcut 50 Eyaleti 5’e düşürmek ve geri kalanları da kendi başlarına küçük Cumhuriyetler halinde kendi kaderleri ile başbaşa bırakmak düşüncesi var. Bu düşünce büyük bir olasılıkla da, IMF’nin aldığı son kararla uygulamaya konmuş, ABD’yi parçalama sürecinin düğmesine basılmış da olabilir.
Uluslararası Para Fonu’nun (IMF – International Monetary Fund) Çin para birimi Yuan’ı döviz sepeti içine kabul etmesi ve ABD Doları ile aynı seviyeye getirmesi, ABD Dolarının küresel etkisini ve dünyanın yegane rezerv para birimi olmak ayrıcalığını da elinden alacak. Daha doğrusu küresel gücünü bayağı sarsacak bir gelişme zira IMF’nin Yuan’la ilgili bu kararı, tarihte ilk defa IMF’nin döviz sepetindeki para birimini artırması ve Çin para biriminin şimdi ABD dolarına uyarlanabilir bir küresel alternatif olacağı anlamına geliyor.
(IMF, dünyadaki en gizli ve güçlü organizasyonlardan biri. 185’ten fazla ülkenin mali sağlığını izleyen bir kuruluş olup, küresel para kuralları koyuyor ve iflas eden devletlere (güya) “kurtarma” yardımı sağlıyor. Bunun “kurtarmak” olarak tanımlanan operasyonu gerçekte söz konusu ülkeleri soyup soğana çevirmek, yeraltı ve yer üstü zenginliklerine el koymak ve batmakta olan bu ülkeyi gözle görülmeyecek şekilde politik, ekonomik ve askeri olarak yandaş ülkelerin yönetimi ve denetimi altına sokmak.)
Günümüzde yaygın olan kanı ve düşünce, IMF’nin ABD dolarını destekleyecek herhangi bir hamle yapmasının Amerikan yatırımları için kötü sonuçlar doğurabileceğidir. Bu nedenle de Yuan’ın Dolar’a bir alternatif haline gelmesi ile oyunun kurallarının da değişeceği kesin. Çin’in an itibarı ile elindeki döviz rezervi 3.12 Trilyon Dolar.
Uluslararası Para Fonu (IMF) 2018 sonu verilerine göre, küresel kamu borcu 2018 sonunda 71 trilyon 325,4 milyar dolar olup bunun neredeyse üç buçukta biri 22.1 Trilyon borç ile ABD’ye ait. Bilindiği üzere, ABD’de, Kongrede yaşanan anlaşmazlıktan dolayı Federal Hükümet kapatıldı ve harcamalar durdu.
ABD, birçok ülke üzerindeki yaptırım ve etki kabiliyetini kaybetmiş durumda. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak gibi petrolünü sınırsız olarak yönettiği ülkeler hariç yanında pek bir ülke yok. Günümüze değin kayıtsız şartsız yanında yer Avrupa Birliği bile kendi ekonomik sorunları ve içindeki huzursuzluk nedeni ile artık eskisi gibi her konuda ABD’nin yanında durmuyor.
Orta Doğu’da ise ABD, sadece karizmasını çizdirmemek ve kendine yakışır bir şekilde çekilmek düşüncesinde. Zaten başka bir seçeneği de yok…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen,
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
KKTC’de büyük oyun oynanıyor
KKTC’de yaşayan Kıbrıs Türklerini Rum egemenliği altına sokmak için 17 yıl önce önce senaryosu yazılmış ve sonra da uygulamaya konulmuş, uzun vadeli sinsi bir plan, istikrarlı bir şekilde yürütülmekte.
Planın amacı Kıbrıs Türk halkını bölmek, Türkiye ve Türk halkı ile olan milli, dini, edebi, kültürel ve ırksal bağlarını koparmak, Kıbrıs adasını, KKTC toprakları dahil olmak üzere tümü ile birlikte Avrupa Birliği, diğer bir deyimle Hristiyan dünyasının egemenliği altına sokmak, adanın yer altı zenginliklerine el koymak ve coğrafi konumunu Hristiyan dünyasının çıkarlarının hizmetine sunmak.
Türkiye’yi Kıbrıs adasından çıkartmak için bu güne değin gerçekleştirilen yaptırımlar, konulan ambargolar, AB’ye girişi önüne çıkarılan engeller ve ekonomik yaptırımlara rağmen başarılı olunamayınca, çare, Kıbrıs Türk halkını Türkiye’ye karşı kışkırtmak ve uzun vadede Türkiye’ye karşı hasmane ve düşmanca duygular beslemelerini sağlayarak tereyağdan kıl çekercesine Türkiye’den kopartmak.
Son 17 yıl içinde, 2002 yılından beridir, Kıbrıslı Türkleri parçalamak, birbirine düşürmek ve anavatan Türkiye düşmanı haline getirmek için sinsice aşağıdaki uygulamalar yürürlüğe konmuş ve devam ettirilmektedir.
• Orta Eğitimde Kıbrıs Türk Mücadele tarihinin ders kitaplarından çıkarılması,
• Türkiyeli Türk, Kıbrıslı Türk ayırımının körüklenmesi,
• Türkiye düşmanlığının yaratılması ve canlı tutulması,
• Kıbrıslı Türklerde benlik ve aidiyet sorununun yaratılmaya çalışılması,
• Bazı kesimlerce PPK terör örgütüne destek verilmesi,
• Bazı kesimlerce dini inanç düşmanlığının ortaya atılması ve körüklenmesi,
• Askerlik süresi, Vicdani Ret gibi konuların bilinçli bir şekilde gündeme sokularak Güvenlik Kuvvetlerimizin ve savunma sistemimizin yıpratılması,
• Rumların için kuzeye yerleşimin kapısını açacak olan “Maronit’lerin KKTC’ye geri dönüşleri” nin gündeme sokulması,
• 450 yıllık Vakıflar İdaremizin çeşitli dedikodularla yıpratılmaya çalışılması, Rumların çeşitli evrakta usulsüzlük yaparak geçmişte el koydukları toprakların sahipliliğini meşrulaştırmak,
• Bazı çevrelerin kayıtsız şartsız Rum egemenliği altına girmenin adaya barış getireceği propagandasının yapılması,
• KKTC toprakları üzerindeki kiliselerde, her yıl sayısı ve yeri artacak şekilde ayinlere isin verilmesi,
• Türkiye’den su ve elektriğin gelmesine bilinçli bir şekilde karşı çıkılması,
• Bazı kesimlerce sürekli olarak Türk Askerinin adadan gitmesinin talep edilmesi ve dile getirilmesi,
• Bazı sendikaların KKTC’yi içten zayıflatıcı girişimlerde bulunması, yurtdışı gezilerinde Türkiye’nin kötülenmesi,
• Müzakerelerde Türkiye’nin garantörlüğü ile TSK’nın adadaki varlığının tartışmaya açılması,
• WRI örgütü tarafından, Lefkoşa’da BM’nin ara bölgedeki tesislerinde düzenlenen “Akdeniz Vicdani Ret Buluşması” toplantısında, “Rumların Kuzey’den sürüldükleri, KKTC’nin şiddet tekeli ile oluşturulduğu, Kuzey’in işgal altında, Türk askerinin ise işgalci olduğu” iddialarının ortaya atılarak basında ve medya da yer almasının sağlanması,
KKTC’de yaşamlarını sürdüren ve ataları 16’ıncı yüzyılda adanın Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmesinden başlayarak günümüze kadar Anadolu’dan göç etmiş olan Kıbrıs Türk halkının bu büyük resmi görememesi ve uygulamada olan planın farkına varamaması için küçük küçük, dilimler halinde büyük planın parçalarını piyasaya sürülmekte, nifak tohumları ekilmekte, akıllar ve duygular bulandırılmakta ve bu halkımızı parçalamaya yönelik fikirler, güncel olayların üstüne bindirilerek veya da olayların içlerine sokularak kalıcı olmaları sağlanmakta.
Çok dikkate edilmesi gereken bir dönem içine girildiği kesindir.
Dört koldan KKTC topraklarını ve Kıbrıslı Türkleri direkt veya endirekt olarak Rum egemenliği altına sokmak için organize bir şekilde Kıbrıs Türk halkı üzerinde oynanan bu oyunlara hep birlikte karşı koymamız gerekmektedir.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen,
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Yunanistan’dan Türkiye’ye bakış
Eskiden, daha doğrusu 20 Temmuz 1974 Barış Harekatı öncesi yıllarda Türkiye’yi “Anavatan” olarak tanımlarken, İngiltere’yi de “Üvey anavatan” (Motherland in law) olarak tanımlar ve gülümserdik.
21 Aralık 1963 sabahı Rumlar Türklere karşı silahlı saldırıya geçtiği zaman, adadaki İngiliz Ordusu “Barış Gücü” adı altında müdahale etmişti çatışmalara. Anavatanımız olamasa da, 1878’den itibaren egemenliği altında yaşadığımızı için, kültürel, yönetsel, yargısal ve yaşamsal bağlarımızın direkt veya endirekt oluştuğu bir ülkeydi İngiltere.
Kıbrıs adasında yaşayan Rumların anavatanı olan -Rumların aslına bakıldığında tartışmalı olsa bile- Yunanistan da bizler Kıbrıslı Türkleri çok yakından ilgilendiren bir ülke. Ne zaman Rumlardan bir kötülük görsek, düşmanca tavırlarla karşılaşsak, yok edilmek, köle yapılmak, ezilmek, ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürülmek istensek, hep bu kararların altından Yunanistan’ın planları ve askeri desteği çıkıyordu. Bu nedenle de daha çocukluğumdan beri Yunanistan’ı “Çok iyi tanınması ve bilinmesi gereken ülke” sınıfına sokmuştum kafamda İngiltere ile birlikte. Kıbrıs adasında yaşadığımız hayatımızın her aşamasında ve gününde illaki birinden birinin illaki etkisi oluyordu yaşamımıza. O yüzden de bu iki ülkenin dillerini öğrenmek farz olmuştu. Rumcam, sokak Rumcası. Yazılanları okuyabiliyorum ama yazamıyorum. Benim için Rumca küçük harf yazı yazmak ve vurgularını doğru yerlere koymak neredeyse imkansız olsa da konuşulanı anlayıp, derdimi anlatabilirim.
Uluslararası İlişkiler, bütün dünyaya da sürekli olarak günlük yaşanan politik ve siyasi olayları ve inceleyen bir bilim dalı. İnşaat mühendisliğimin yanında, uluslararası ilişkilerde akademik kariyer yapmam ve Doğu Akdeniz ile Orta Doğu’yu kapsayan, Türkiye, Yunanistan ve İsrail’i içine alan coğrafyadaki siyasi ve politik gelişmeler konusunda uzmanlaşmak istediğim için de her gün Yunanistan ve İsrail ile ilgili haberlere göz atarım. Ki, bir inşaat mühendisi olarak ne denli “Analitik” isem, uluslararası ilişkiler hocası olarak da konulara o denli vakıf olmam şart.
Neler mi var haberlerde? Mesela Yunanistan basını bu ara tam bir paranoya içinde. Ege’de, Türkiye kıyılarına yakın veya da Türk kara suları içinde yer alan ve Lozan Anlaşması ile 7 Mart 1948 tarihinde Yunanistan’ın İtalya ile imzaladığı Ege adalarının Yunanistan’a devri ile ilgili protokolün ekindeki haritanın (The Integration of the Dodecanese with Greece Agreement) içinde yer almayan, Münhasır Ekonomik Bölgeleri olabileceği varsayımı ile ada olarak nitelenebilecek küçük kaya parçalarının Türkiye tarafından işgal edildiklerine dair inanç tavan yapmış durumda. Bu inanca ilaveten de Türkiye’nin artık kendi gelişmiş saldırı ve savunma silahlarını da üretebilen bir ülke olduğu korkusu da çok yaygın.
Birçok sıradan Yunan vatandaşı Türkleri “kendilerine asla zarar vermeyecek asırlık dostlar” olarak görürken, bazı siyasiler ve gazeteciler de tam aksine Türkiye düşmanlığını körüklüyorlar.
Şimdilerde bu siyasiler ve gazeteciler kafayı, Türkiye’nin kendi imkan ve hammaddeleri ile kendi fabrikalarında ürettiği ve yazılımını da kendi mühendislerinin yazdığı İHA olarak tanımlanan, “Silahlı”, “Silahsız” ve “Keşif özellikli” İnsansız Hava Araçlarına, MİLGEM adlı korvetlerine, Fırkateynlerine, Denizaltılarına, Milli Piyade Tüfekleri ve benzerlerine (MPT), Atmaca Füzelerine, Karadan karaya, Havadan havaya, Karadan havaya ve Havadan karaya atılan balistik füzelere, Elektro Manyetik Top’a (EMT) ve diğer dünya üzerinde Türkiye dahil olmak üzere çok az ülkenin üretebildiği gelişmiş ve son teknoloji ile üretilebilen silahlara takmış durumda.
Bu paranoya tartışmalarına şu sözlerle yansımış;
– Türk ve Yeni-Osmanlıların donanmaları… Bu silahları Münhasır Ekonomik Bölgelerin kontrolünün sağlanması için kullanacaklar…
– Türkler bu silahları, Fırat ve Dicle’ye (Güneydoğu’ya) ya da Lübnan’a çıkarma yapmak için üretmediler… Hayır, bizim için üretildiler. Bu şunu gösteriyor, Anadolu’daki hesaplarını kapattıktan sonra tekrar batıdaki ilk hedeflerini hatırlayacaklar. En sondaki hedefleri de Selanik. El koymaya Ege’den başlayacaklar…
– 2018 ile 2023 arasında, bizim donanmamız sadece sona değil, Türkçe’de söylenilen ‘Aman’ durumuna ulaştığında, yani söylenene göre yedek parça yetersizliği gibi birçok şeyde zor duruma geldiğimizde ve özellikle gemilerin, silah sistemlerinin, sensörler vb. yaşlanmış materyal sıkıntıları gösterdiklerinde, Türkler askeri çıkarlarını korumak, Mavi vatan doktrini temelinde, MEB’lerini, bizden ve Kıbrıs’tan yağmalayacakları MEB’lerimizi kontrol etmek ve bizden koparacakları kaynakları fethetmeye yönelik olarak tehdit etmek için hazır olacaklar…
Bu korku dolu söylemler, Türkiye’nin kendi savunma sistemi enstrümanlarını üretmesi ve dışarı bağımlılıktan kurtulması üzerine kurulu. Bu söylemlerini, her gün, her platformda dillendirip, halkın kalbine korku salmalarının tek nedeni Türkiye’nin ürettiği silahlar, helikopterler, savunma sistemi ekipmanları. Çöpe atılacak durumdaki silahların kakalandığı, Batı ve ABD’nin, yazılımlarını yaptıkları savaş uçaklarının gelişini teröriste haber ettikleri günler geride kaldı şükür. Ne derler, kötü komşu mal sahibi edermiş…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
(Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=TkK4Fmcpbz4 veya https://www.youtube.com/watch?v=WZAcH5fiKdw
veya https://www.youtube.com/watch?v=DW7BEc7jAu0 )