Gerçek Bir Barış Harekatı Anısı

Gerçek Bir Barış Harekatı Anısı

İKİ ÇİPİL GÖZDEN ANILARIMDA KALAN 


    Mehmetçiğin Mağusa’ya ulaştığı 15 Ağustos gününün ertesinde gittiğimiz Karpaz’daki Rum köylerine teslim deklarasyonlarını tek tek resmi olarak bildirdikten sonra akşam vakti, Mağusa’ya, kale içine dönmüştük. Asker de bizim arkamızdan Karpaz yarımadasının en uç noktasına kadar ilerlemeye ve güvenliği sağlamaya başlamıştı.


    Kaleye girişte, kapıda bizi durdurmuşlar ve Sancaktarımızın vermiş olduğu genel emir uyarınca, kaleye giren her kişinin arandığı gibi bizler de, askeri üniforma içinde olmamıza rağmen aranmıştık. Hem üstümüz başımız hem de aracımız.


    Sancaktarımız olan Kemal komutanımız, yağma yapılmasını ve haksız kazanç elde edilmesini istemiyordu ve bunu önlemek için de bu konuda çok sıkı tedbirler almıştı.


    Karargaha gidip tekmil verdikten sonra Sancaktarımız beni tekrar çağırttı ve ertesi gün ile ilgili yeni emirlerini bildirdi.


    Rumların ikamet ettiği Maraş bölgesinde, bir kısım Rum askerlerinin sokak savaşına hazırlandığını, evlere ve sokaklara bubi tuzakları kurduklarını ve Barış Gücü ile birlikte gelen İngiliz heyetinin verdiği bilgiye göre de Maraş’ta ikamet eden bir kısım İngiliz üslerinde çalışan İngiliz askerlerinin ailelerinin, evlerinde mahsur kaldıklarını söyleyerek onları bulmamız talimatını verdi.


    Ben mücahitlikten terhis olduktan sonraki dönemde, mesleğim icabı Maraş’taki bir çok inşaatta çalıştığım için Maraş’ı avucumun içi gibi biliyordum. Komutanımız bana hem İngiliz ailelerin kaldıkları evlerin adres listesini verdi, hem de bu ailelerin kapılarına, kağıttan yapılmış (Union Jack dediğimiz tipdeki) İngiliz Bayrağını asacaklarını söyledi.


    Benim için bu İngiliz ailelerin evlerini bulmak çocuk oyuncağı idi. Normal zamanda olsa en fazla bir, bir buçuk saat içinde hepsini dolaşabilirdim.


    Ama şimdi koşullar farklı ve savaş dönemiydi. Gelen istihbarat bilgisine göre de Rum askerleri sokak çatışması için mevzilenmişlerdi, etrafı da bubi tuzakları ile donatmışlardı.


    2.ci Barış Harekatından sonra Birlemiş Milletler “Ateş Kes” çağrısı yaptığı için, harekat sona erdirilmiş ve çatışma da durmuştu.


    Komutanımız, Rum askerlerle karşılaşırsak onları teslim olmaya davet etmemizi ve zorunlu olmadıkça da çatışmaya girmememizi, hele hele de ilk kurşunu katiyen sıkmamamızı sıkı sıkıya tembih etmişti. Zaten tembihe de gerek yoktu. Ağzından çıkan her kelime bizim için bir emirdi.


   Karpaz köylerine beraberce gittiğim ekip arkadaşlarımı topladım ve verilen emri tebliğ ettikten sonra hepsinden ayrı ayrı görüş aldım ve ertesi sabah buluşmak üzere dağıldık.


    Zaten hurda gibiydik. Dağılmasak, her birimiz Sancak binasının önündeki yol içinde, Polisin bahçesi içindeki ağaçların altında veya içinde 25 gün geçirdiğimiz savaş dönemindeki mevzilerimizde kıvrılıp uyuyacaktık.


    Kale içindeki hayat, savaş düzeninden barış düzenine daha yeni yeni geçmeye başlamıştı. Kaymakamlık, Elektrik Dairesi, Su dairesi, Planlama İnşaat Dairesi ve Belediye gibi sivil idari birimler de yeni yeni toparlanıp işler hale getirilmeye çalışılıyordu. Ne de olsa şehirde, sığınaklarda geçirilmiş 25 günün sıkıntısı, pisliği düzensizliği ve harabiyeti vardı.


    Yollar, evler ve bahçeler, Rumların çarpışmalar süresince ortalama olarak bir dakikada attıkları 45-50 havan mermisi nedeni ile delik deşik olmuş, adeta sürülmüş tarlaya dönmüştü. Kopuk elektrik telleri, patlamış su boruları, devrilmiş ağaçlar, ölmüş köpekler, kediler ve tavuklar ortalığa saçılmıştı. Yıkılmış evler, damları çökmüş binalar ve ağır hasar görmüş yapılar onlarla değil yüzlerle ifade ediliyordu. Sivil hayata tekrar dönebilmek için kale içinde tam bir seferberlik başlatılmıştı. Sivil Savunma Merkezi, rahmetlik Binbaşı Aydemir Erdoğan komutasında İkiz Kiliselerde kurulmuştu.


          


    Ben dosdoğru eve gittim ve şimdi boyu beni geçmiş olan minicik oğlumu öpüp kokladıktan sonra yattım. Yatmak ne kelime, göçtüm gittim. Sabah gün ağarırken uyandım ve müthiş bir kahvaltı yaptım.


    Kahvaltı kelimenin tam manası ile müthişti. 25 gün zaten kahvaltı yüzü görmemiştik. Bir gün evvel, komutanımız bizlere ödül olarak yumurta tozu dağıtmıştı. Daha evvel hiç görmemiştim yumurta tozunu, ne olduğunu bile bilmiyordum.


    Söz konusu yumurta tozu, teneke bir kutu içindeydi ve üzerinde “Egg Powder” yani “Yumurta Tozu” yazıyordu. Tarifesi de altındaydı. Yoğun bir gece çatışmasından sonra limana giren ve limanı ele geçiren mücahitlerin, liman ambarlarının bir tanesinde buldukları gıda malzemelerinin içinden çıkmıştı bu yumurta tozları.


    Eşim Suna, etiketteki tarife yazısını okumuş ve aynen tatbik ederek bana sabahleyin bir yumurta ziyafeti çekmişti. Tanrım!, ne kadar da lezzetliydi. Tadı hala damağımda. 26 günlük savaştan sonra, aklınıza gelebilecek herhangi bir hayvanın etini bile yemiş olsaydım, eminim bana kuzu eti gibi enfes ve lezzetli gelecekti.    


    Yumurta ziyafetinden sonra hemen çıktım ve Canbulat sahası önünde arkadaşlarla toplandık. Hepimiz yeni göreve hazırdık.


    Ağustos’un asfaltı bile erittiği sıcağında susuz kalmamak için mataralarımızı ağzına kadar doldurduk. İnsan açlığa dayanabiliyor ve ağza atabilecek ne olursa olsun gıdaya benzer bir şeyle açlığını idare edebiliyor ama susuzluk çok farklı. İçecek su olmayınca vücut isyan ediyor ve aynen otomobillerde olduğu gibi su kaynatıp, güçten düşüyor.


    Olası bir çatışmaya karşı silahlarımızı birer kez daha kontrol ettik. Aracımızın damına bir tane Bren tipi otomatik silah monte ettik. Ağustos sıcağına rağmen miğferlerimizi taktık, el bombalarını saydık ve her kes eşit sayıda alarak beline taktı. Benim silahım, her zamanki gibi sağ tarafımda asılı tabancam ve dört adet mermi dolu şarjörümdü.


    Toparlandık ve yola çıktık.


    Maraş’ı ilk defa böyle tenha, sokakları bomboş ve insansız görüyordum. Kapılar, pencereler ve kepenkler sıkı sıkıya kapalı, yollardaki tek tük arabalar bir köşeye adeta fırlatılmış şekilde duruyordu. Zaman durmuş ve yavaş çekimdeydi sanki.


    Elimizdeki adres listesine göre ilk gideceğimiz ev telefon dairesinin (CYTA) yanındaki Edison sokaktaydı.


    Evin yerini çok iyi bilmeme rağmen tereddütlerim da had safhadaydı. Evin bulunduğu mahalle, Fasıl 96, Yollar ve Binalar Yasasına göre bitişik nizam yapılaşma bölgesi içindeydi. Yani evlerin arasındaki olağan 6.10 m. lik bahçe aralığı yoktu ve evler aralıksız olarak birbirlerine bitişik olarak inşa edilmişlerdi. Evlerin bitişik nizam olması demek, pusu olasılığının yüksek, çatışmada da, mevzilenecek hiçbir yer olmadığından, zayiatın da kaçınılmaz olarak çok fazla olması demekti.


    Bölgeye Anexartisias (Bağımsızlık) caddesinden gitmek yerine, bir alt paraleldeki Evagoras Caddesinden gitmeye ve Edison sokağına, CYTA’nın bulunduğu güney uç yerine kuzey uçtan girmeye karar verdim. Sokağın kuzey tarafı, güney tarafa kıyasla daha yeni yapılaşma içindeydi ve evlerin arasında da yeni yapılaşma sistemine uygun 6.10 m. lik aralar vardı.


     Yeni kapıdan çıktık, Âşıklar yolundan surların etrafını dolaşarak, trafik çemberine, oradan da liman yolunu alıp, yolun sonunda sağa Constantia Otele (şimdiki Palm Beach Otel) doğru dönerek, Gümrük Müdürlüğü binasını geçtik ve Evagoras Caddesine girdik.


    Etraf bomboştu. Ortalıkta Kıbrıs’a, güya görev yapmak ve iki halk arasındaki çatışmaları önlemek için gönderilmiş olan ama gerçekte Kıbrıs’ın altın kumlu sahillerinde güzel bir tatil geçiren Barış Gücü askerleri de yoktu.


    Yavaş ve son derece dikkatli ilerlemeye başladık. Artık Maraş’a girmiştik. Evagoras Caddesinden onu dikey kesen Gladstone caddesine döndük. Amacımız bir blok sonra sola dönerek Edison sokağına girmek ve listemizdeki ilk İngiliz evine ulaşmaktı.


    Sağa, Gladstone sokağına girer girmez, Rumca bir emir duyduk. Yakınlardan gelen “Stamada, Stamada”, “Durun, durun” diyen bir ses bizi uyarıyordu. Hemen arabayı durdurduk ve arabadan fırladık. Bren’i kullanan arkadaşımız namluya mermi sürdü ve mümkün mertebe boy hedefini küçülterek benden emir beklemeye başladı. Ben yolun solunda ve kaldırımın üstündeki ağacın arkasına geçip siper alırken diğer arkadaşlar da dağılarak hemen sokağın başında yeni sisteme göre yapılmış evlerin ön bahçe duvarlarının arkasına geçip mevzilerini aldılar. Daha çatışma başlamamıştı ve şimdilik zayiatımız yoktu ama pusuya düştüğümüz de kesindi. Karşımızdaki Rum birliği, ateş kes antlaşmasına uyarak bize uyarıda bulunuyordu. Uyarıyı almıştık ama nerede yuvalandıklarını, telaştan, açık hedef olmak endişesinden ve çatışma psikolojisi içine girmemizden dolayı algılayamamıştık.


    Bana saatler gibi uzun gelen ama gerçekte birkaç saniye süren mevzilenme hareketinden sonra ben de onlara Türkçe, Rumca ve İngilizce seslendim; “Etrafınız sarılı. Teslim olun. Ellerinizi kaldırın ve dışarı çıkın” diye. Bir hareket olmadı ama arkasından aynı ses gene bizi uyardı. Stamada! Stamada!.


    Bu defa sesin yönü belli olmuştu. Yolun sağında, bizden iki ilerdeki evden geliyordu. Hemen namlular hedefe yönetildi ve mermiler sürüldü. Çatışmaya hazırdık. Ben bir daha teslim çağrısı yaptım ve öne fırlayıp yolu zig zag çizip geçerek karşı evin ön bahçe duvarının arkasına sindim.  Ateş yağmuru bekliyordum ama ateş eden olmadı.


    Öne, hedefe doğru bir hamle daha yapabilmek için arkadaşlarımdan birini, beni ateş desteği ile koruması için yanıma çağırdım. Yolu bir kaldırımdan diğerine zigzag çizerek geçip yanıma gelen silah arkadaşıma da ateş edilmemişti. Bir gariplik vardı bu işte ya!


    Herhalde bizi topluca ve canlı yakalamak istiyorlardı ki, iyice ve kaçamayacak şekilde pusuya düşmemizi bekliyorlardı.


    Kafamı kaldırıp hedefe doğru baktığımda, bahçenin sağ arka köşesindeki ağacın arkasında birini fark ettim. Ve yerini kafama yazdım. Diğer Rum askerlerini gözlerimle aramaya başladım. Hedef göstermeden, oynayan, kımıldayan, renk değiştiren her şeye çok dikkatli bakmaya çalışıyordum. Etrafı iyice süzdükten sonra hedefin bulunduğu evin yanındaki evin yan bahçesine fırladım ve iki evi ayıran duvarın arkasına sindim. Düşmanla aramızda sadece bir tek duvar kalmıştı artık.


    Karşımdaki Rum askeri bana bu defa “Puine baderamu”, “Babacığım neredesin” diye seslendi. Seslenmeye seslendi de, bu ses yetişkin bir erkek sesine de hiç benzemiyordu.     


    Hedefin olduğu yere kadar duvarın arkasında çömeli ilerledim ve tabancamı doğrultarak aniden ayağa kalktım.


    Aman tanrım!


    Karşımda çipil çipil iki göz, bana bakıyordu. Down sendromlu, on onbir yaşlarında bir erkek çocuğuydu bu. Elinden ağaca zincirlenmişti ve hemen yanında da sanırım içinde kaldığı kümese benzer bir kulübe vardı. Üstü başı berbat bir haldeydi. Köşedeki kova devrilmiş, elbiseleri paramparça, yüzü gözü pislik içinde ve zincirin bağlı olduğu bileğinden de zincirin üstüne kanlar damlamış ve pıhtılaşmıştı.


    Bana baktı ve “Pu ine baderamu, epinasa para bolla”, “Neredesin babacığım, çok acıktım” dedi.


    Tanrım! o an beynimden vurulmuşa döndüm. Minnacık bir çocuk, ağaca zincirlenmiş ve ölüme terk edilmişti.


    Bana hiç durmadan konuşuyordu. “Dipsasa”, “Susadım”, “Thelo nero”, “Su isterim”, “Eman beribado”, “Gezmek isterim”, “Thelo bagodo”, “Dondurma isterim”… 


    Bu çocuk büyük bir tuzağın yemi olabilirdi ama gördüğüm manzaradan çok etkilendiğim için bu olasılığı düşünecek durumdan çoktan uzaklaşmış, genç bir baba olduğumu hatırlayarak, baba kimliğine bürünmüştüm. Hele de bu evlatçık bana “Baderamu”, “Babacığım” diye hitap edince de, iyice yelkenleri indirmiştim.   


    Hemen arkadaşlarımı çağırdım. Önce küçüğe su verdik. Sonra da binbir zorlukla zinciri, bağlı olduğu ağaçtan koparabildik. Çocuğu araca koyup hemen kaleye döndüm. Komutanımıza bilgi vererek kendi evime götürdüm ve rahmetlik, nur içinde yatsın kayın valideme teslim ettim. Kayınvalidem onu yıkamış, nerden bulduysa bulmuş, boyuna göre elbiseler giydirmiş ve sonra da karnını doyurmuş. Gece eve geldiğimde bizimki mışıl mışıl, keyifli bir şekilde uyuyordu. 


    O gün yakalanan Rum sivil esirler bir bir Anaokuluna getirilmiş ve orada kayıtlara geçirilmeye başlanmışlardı. Rum askerler de Polis karakolunun içindeki hapishaneye konmuşlardı. Ertesi gün bizimkini elinden tutup, Anaokuluna götürdüm ve oradaki görevliye teslim ettim.


    Aynı gün Barış Gücü sivil esirleri aldı ve Kızıl Haç’a teslim etti.


    İsmi neydi o çocuğun hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım iki tane bana bakan çipil göz ve masumca gülümseyen bir ağızdı. O kadar.

20 Temmuz 2008
Gerçek Bir Barış Harekatı Anısı için yorumlar kapalı
Okunma 53
bosluk

Bu Seneki Mesajlar Çok Farklı

Bu Seneki Mesajlar Çok Farklı

Bu sene kutlanan 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramı diğerlerinden çok farklı. Hem coşku, hem değer, hem mana hem de kutlamalar bakımından geçmiş yıllara kıyasla çok farklı oldu.


İki tane en yetkili “Birinci ağızdan” bizlere mesajlar verildi. Özellikle de çözüme yönelik, statüye yönelik ve geleceğe yönelik.


“Birinci ağız” tanımı, yabancı dillerde çok sık kullanılan bir terim. Aracısız olarak bir kişiden doğrudan verilen bilgi manasında kullanılıyor. Buradaki tanımım Cumhurbaşkanı Sayın Mehmet A. Talat ile T.C. Başbakanı Sayın Recep T. Erdoğan’ı kapsıyor.  


KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Mehmet Ali Talat’ın, T.C. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen’in, TBMM Temsilcisi Muhyettin Aksak’ın, T.C. Başbakanı Sayın Recep T. Erdoğan’ın, KKTC Başbakanı Ferdi S. Soyer’in ve TSK Temsilcisi Org. Saldıray Berk’in Anıt Özel Defterlerine yazdıklarını ve törenlerde yaptıkları konuşmaları onlarca kez okudum.


Hepsinin içinde önemli mesajlar ve Türkiye Cumhuriyetinin Kıbrıs konusuna bakış açısının kesin tanımı var.


Özellikle Cumhurbaşkanı Sayın Talat’ın 2005 Nisanında oturduğu “Cumhurbaşkanlığı koltuğu”nun acemiliğini, aradan geçen yıllar, yaşanan olaylar ve edinilen deneyimlerden sonra üzerinden attığını gözlemledim.
Beni en çok etkileyen de; KKTC devletine ve olgusuna sahip çıkması oldu.
Türk ordusunun adadan çekilmesinin sorunun çözümüne yardımcı olacağının ifade edilmesini iyi niyetle bağdaştırmadığını” söylemesi ve “Türk ordusunun adadaki varlığı Kıbrıs sorununun nedeni değil, sonucudur. Bu yüzden neden ortadan kalkmadan sonucun ortadan kaldırılması söz konusu dahi olamaz” demesi ve bizlere özgürlüğümüz kazandıran, adaya barış ve huzur getiren adamızdaki Türk Barış Kuvvetlerine gerçek değerini vermesi ve bunu halka da yansıtması oldu.


Anavatanımız Türkiye’nin ve Türk Hükümetlerinin de “Olmazsa olmaz” nitelikte olduklarını hissetmesi, vurgulaması ve bunu mikrofonlarda halka hitap ederken dile getirmesi oldu.


Bunlar bence, bu seneki kutlamalardaki çok önemli detaylar ve gelişmelerdi.
  
Cumhurbaşkanı Talat’ın “Şimdi artık çözüm zamanı” demesi, vizyonunun “İki kesimli, iki halkın siyasi eşitliğine dayalı yeni bir ortaklık devleti ve iki kurucu devletin eşit statüsü olduğunu” söyemesi ve “Siyasi eşitliklerinden hem de devletlerinin eşit statüsünden asla taviz vermeyeceğini, Türkiye’nin garantisinden asla vazgeçemeyeceğini” kesin olarak vurgulaması, müzakerelerdeki Türk tezinin ne olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 


Başbakan Sayın Recep T. Erdoğan’ın ise yanında sekiz Bakan, iki tane AKP Genel Başkan Yardımcısı ve geniş bir bürokrat ekibi ile KKTC’ye gelmesi, zaten kendi başına çok önemli bir olay ve diplomatik bir anlam taşıyor.


Daha başından gerek Rumlara, gerekse de AB, BM, ABD ve özellikle de Rumlarla 5 Haziran’da Karşılıklı Anlayış Belgesi (MOU)  imzalayan İngiltere’ye diplomatik dilde verilen önemli bir mesaj.
Türkiye’nin her zaman ve sonuna kadar da KKTC’nin yanında olduğuna dair bir mesaj. Anlayan anlar.


Bence, Başbakan Sayın R. T. Erdoğan ve yanındaki heyet, 18 Temmuz Cuma günü 19:15’de indikleri Ercan havaalanında, bir saat kadar bir süre kalıp, Cumhurbaşkanını kutlayıp hiçbir törene katılmadan 20:15’de geri dönmüş olsalardı bile, Başbakanın böylesi bir ekiple KKTC’ye gelişinin diplomatik mesajı, gene de son derece önemli olurdu.


T.C. Başbakanı Recep T. Erdoğan’ın Anıt Defterlerine yazdıkları ve törenlerde söyledikleri iyice incelendiğinde, ortaya net bir mesaj ve Türkiye’nin Kapsamlı müzakerelerde nasıl bir çözümü hedeflediği iyice ortaya çıkarmaktadır.     


AB’ye üye olmak hedefi ile müzakerelere devam edecek ama Kıbrıs konusunun da AB-Türkiye müzakerelerine engel olmamasını istiyor. Ekim veya Kasım 2009’da açıklanacak  Ab-Türkiye İlerleme Raporundan önce de bu sorunun “Şöyle veya Böyle” çözülmesini arzulamakta.


İşte olayın bel kemiğini bu “Şöyle veya Böyle” olarak tanımladığım çözüm oluşturuyor.
 
Başbakan R. T. Erdoğan’ın konuşmasında “Kıbrıs sorununun yarım yüzyıldır uluslararası toplumun ve BM’nin gündemindedir. Çözüm çabalarında dikkate alınması gereken parametreler sunulmuştur. Kapsamlı çözüm ancak adadaki gerçekler temelinde mümkün olabilecektir. Kimse ama hiç kimse Kıbrıs Türk halkının kendi yönetiminden, eşit statü ve eşit ortaklıktan vazgeçmesini ve azınlık olarak yaşamayı kabul etmesini beklemesin. Hiç kimse bu parametreleri değiştirme gayreti sergilemesin. Kapsamlı çözüm için, Kıbrıs Türk halkı ve KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır” sözlerini dile getirmesi Türkiye Cumhuriyetinin bu konudaki kararlılığını, hedefini ve çözümün “Şöyle” olarak tanımladığım kısmını açıklıyor.


Çözümün “Böyle” olan kısmı da, KKTC’yi Rum tarafına rakip olabilecek ve acımasız ambargolardan çok fazla etkilenmeyecek ekonomik konuma getirmek, refah seviyesini kalıcı olarak yükseltmek ve dünya ile bağını kuvvetlendirerek, Rumların siyasi konumlarına yakın bir siyasi düzeye çıkarmak.  


Yani Türkiye, Müzakere masasında güçlü olabilmek amacı ile kıran kırana ekonomik ve diplomatik bir mücadeleyi göze almış durumda. Bunu sonuna kadar götürmeye de kararlı. Eğer bu yola girmek zorunda kalırsa, bunun sonu da, bağımsız ve tanınmış bir KKTC için her tür girişimi yapmayı göze aldığıdır.

20 Temmuz 2008
Bu Seneki Mesajlar Çok Farklı için yorumlar kapalı
Okunma 37
bosluk

KKTC Tanınmaya mı Gidiyor

KKTC Tanınmaya mı Gidiyor

Annan Planı Referandumunun Rumlar tarafından reddedilmesinden sonra Genel Sekreter Kofi Annan, karizmam çizildi diyerek Kıbrıs konusunda geri adım atmıştı. Hele de hazırladığı “Kıbrıs Raporu” BM Güvenlik Konseyinde sumen altına sokulunca ve de yayınlanmayınca, Kofi Annan Kıbrıs dosyasını almış ve 166 m. yükseklikteki 39 katlı Birleşmiş Milletler binasının en üst katı olan otuz dokuzuncu katına çıkmış ve oradaki en yüksek rafın en üstüne de “Bir daha Kıbrıs mı?” diyerek Kıbrıs dosyasını fırlatmıştı. Aşağı inince de, tarafların kabul edilebilir bir sonuca gidecek müzakerelere hazır olduğundan emin olduğum ve çözüm konusunda umut gördüğüm zaman bu dosyayı attığım yerden alacağım ve masamın üstüne koyacağım demişti.


BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un, Avustralya dışişleri eski bakanı 56 yaşındaki Alexander Downer’i Kıbrıs Özel Temsilciliği görevine ataması demek, dosya aşağı indirildi ve masanın üstüne kondu demektir.


Yani BM Genel sekreterinin, tarafların kabul edilebilir bir sonuca gidecek müzakerelere hazır olduklarına dair ümidi var ve çözüm olabileceğine de inanmaktadır.


24 Nisan 2004 Referandumundan sonra taraflar arasında da ipler kopmuş, Kıbrıs sorunu da en yüksek rafın en üstüne fırlatılmıştı. Aradan geçen 4 yıl, inişli çıkışlı ve genelde donuk geçmişti. Şimdi yeni bir sürecin başlama olasılığı var ve bu süreç de, tam Amerikan filmlerindeki, çöle çıkacak olan altın arayıcılarının son yemeklerini yedikleri “Son Şans Lokantası” benzeri “Son Şans Müzakereleri”.


Bu dönemden sonra bir müzakere şansı daha olmayacağı kesin.


Dünya konjonktürü çok hızlı bir değişim içine girdi.


Eskisi gibi geriye dönüp “Bıraktığımız yerden devam edelim” olanağı artık yok. Akan nehir misali, bırakılan yer de hemen değişime uğruyor ve geriye dönmeyi olanaksız kılıyor.


17 ve 24 Şubat Rum Cumhurbaşkanlığı seçimleri Rum tarafındaki “Mr. No” lakaplı Papadopulos’u değiştirdi ve 1988 yılında, değişmez AKEL Genel Sekreteri Ezekias Papaioannu yerine Genel Sekreter seçilen Hristofyas’ı başa getirdi. Son yirmi yıldır politikada adeta cevizcinin çuvalından ceviz oynayan ve barış türküleri yakan Hristofyas, başa geçince de söylediği tüm türküleri unutuverdi aniden.


Hedef değiştirdi ve adada barış yapmak yerine adayı tümden ele geçirmenin peşine düştü. Makarios’un 1967 Geçitkale felaketinden sonra yürürlüğe koyduğu doktrine geri dönüverdi hemen.


Neydi o Makarios’un ünlü doktrini?


Makarios, gerçek adı ile de Mihail Hristodulos Muskos, şöyle karar vermişti Türkiye’nin 1967 notasından sonra.


“Adayı silahla ele geçirmek ve Türkleri silah zoru ile sindirmek ve yok etmek olanaksız. Uzun vadeli olarak Türkleri ekonomik açıdan ezmek ve göçe zorlamak politikası uygulayacağız. Tanınan devlet biziz. Türkleri bu devletten attık ve nohut kadar olan %3 büyüklükteki gettolara sıkıştırdık. Türkiye’nin en zayıf bir anını bekleyeceğiz ve bir tekme de biz vuracağız. Kıbrıs adasını da ele geçireceğiz ve Yunanistan’a bağlayıp Enosis’i gerçekleştireceğiz”.


İşte Hristofyas şimdi bu doktrine sıkı sıkıya sarıldı ve aynen de tatbikata koydu.
 
13 Temmuz Pazar günü BM Genel sekreteri Ban Ki Moon ile görüşürken Kıbrıs konusundaki ilk talebi, “BM tarafından hakemliğin icra edilmemesi ve takvim belirlenmemesi” oldu. Belli ki Rumlar bir takvimden korkuyor. Takvim işi işlerine hiç gelmiyor.


Şu anda Türkiye zayıf değil. Üstelik gittikçe de ekonomik olarak güçleniyor ve hem siyasi açıdan hem de askeri olarak bölgede söz sahibi bir ülke ve de lider. Zaman Rumlar için Kıbrıs konusunu çözüme ulaştırmaya hiç uygun değil. Hem de hiç mi hiç.


Bu nedenle de Rumlar için dört yıl önce Annan Planı görüşmelerinde uygulanan takvim yöntemi, Türkiye’nin bu siyasi ve askeri konumunda Rumların çok aleyhine sonuçlar doğurabilir. Türkiye’nin zayıf anının bekleyebilecek uzun bir zaman süreci gerekli Rumlara. Takvim istememelerinin arkasındaki gerçeklerden bir tanesi bu.


Diğeri de tanınmış devlet olanaklarını, adayı tümüyle ele geçirmeden ve Kıbrıslı Türkleri teslim almadan Türklerle paylaşmak istememeleridir. Tabii iş o aşamaya gelindiğinde paylaşacak birileri kalırsa.


Gelecek hafta Cuma günü, yani 25 Temmuzda ok yaydan çıktığı ve tarih çoktan belirlendiği için Talat ve Hristofyas arasında bir görüşme yapılacak. Masada çiçeği burnunda özel temsilci de olacak ve Hristofyas istese de istemese de 25 Temmuzda masaya oturacak ama kalkarken 1 Eylülde tekrar masaya oturmamak ve bu tarihi daha ilerilere atabilmek için bahanelerle dolu ve flu bir tarihle kalkacak.


Amacı 2009 yılının Haziran ayında Türkiye-AB müzakerelerinin geleceğini belirleyecek olan İlerleme Raporunun yayınlanacağı tarihe kadar müzakereleri uzatmak ve AB’yi arakasına alarak hem Kıbrıslı Türkleri hem de Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak.


Bence bu planın akıbeti, 15 Temmuz 1974 darbesi gibi olacak. Rumlar askeri bir darbe ile adanın tümünü ele geçirmeyi hedeflerlerken, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Harp Akademilerinde okutulacak denli mükemmel bir askeri harekâtı sonrasında adanın üçte birini, yüzyıllardır nefret ettikleri Türklere bırakmak zorunda kalmışlardı. Şimdi de hem Kıbrıslı Türkleri hem de Türkiye’yi sıkıştırayım ve adanın tümünü ele geçireyim planlarını yaparken, KKTC’nin tanınmasına yol açacaklar ve adanın kuzeyini ebediyen kaybedecekler.

17 Temmuz 2008
KKTC Tanınmaya mı Gidiyor için yorumlar kapalı
Okunma 41
bosluk

Hristofyas’ın müzakere stratejisi

Hristofyas’ın müzakere stratejisi

    Kıbrıs Rum Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hristofyas’ın her yaptığı açıklama veya söylediği söz, Kapsamlı Müzakerelere yönelik yaklaşımını ve müzakereler süresince uygulayacağı stratejiyi biraz daha netleştiriyor.


    Belli ki Hristofyas, Rum Ulusal Konseyin çizdiği çerçevenin ve Rum isteklerinin dışına hiç çıkmayacak ve tavizi hep Türklerden bekleyecek.


    Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’tan gelebilecek ve kabul etmek istemediği önerileri de “Türkler imkânsızı istiyor” diyerek, müzakereleri koparmaya yönelecek ve suçu da Türklere atacak.   


    Dün Hristofyas, Akdeniz Birliği zirve toplantısına katılmak için gittiği Paris’te, BM genel sekreteri Ban Ki Moon ile görüştü. İlk yaptığı iş de Ban Ki Moon’un eşitlik ilkesini bozmamak için yarın Berlin’de Talat ile yapacağı görüşmeye çomak sokmak oldu.


    Hristofyas’ göre Genel Sekreterin sıkı sıkıya eşitlik ilkesine bağlı olması ve kendisi ile yaptığı her görüşmeden sonra Talat ile görüşmesi çok can sıkıcıymış ve abartılı bir davranışmış. Anlaşılan hala daha biz Kıbrıslı Türkleri azınlık olarak görmekten vazgeçemedi ve bir türlü egemen ve eşit ortak olduğumuzu kabullenemiyor.


    Hristofyas’ın dün Ban Ki Moon’dan, şikâyetlerine ilaveten siyasi talepleri de oldu tabii. Her ne kadar görüşmenin uzun bir süreci Talat’ı ve Türklerin siyasetini şikâyet etmekle geçtiyse de, arada Kıbrıs konusunu da konuştular. Aynen televizyonlardaki reklamlar arası dizi filmler örneği gibi.


    Hristofyas, daha hal hatır bile sormadan ilk işi Talat’ı, müzakerelerin başlamasını geciktirmekle suçlamak oldu ve Ban Ki Moon’dan Talat’a baskı yaparak müzakerelerin başlamasını hızlandırmasını istemesini talep etti.


    Arkasından, Talat’ın lastikli laflar kullanmaması konusunda uyarılmasını istedi. Sanki kendisi kullanmıyormuş gibi. Neymiş o Talat’ın “Tek egemenlik, Tek vatandaşlık ve Tek temsiliyet” konularında söyledikleri. 


    Hele de Türkiye’nin eşit statüde, politik eşitliğe dayalı ve iki ayrı egemen devlet tarafından oluşturulacak yeni bir devletin kurulması talepleri hiç kabul edilemezmiş. Bunlar lastikli laflarmış ve asla söylenmemeliymiş. 


    İşin siyaset bölümüne geçildiğinde Hristofyas, Ban Ki Moon’dan “Doğrudan Müzakereler”de BM’nin oynayacağı rolü ve takınacağı tavrı öğrenmek istedi. Sıkıntısı da gene 2004 Annan görüşmelerinde olduğu gibi BM’nin çözüm doğrultusunda öneriler veya planlar sunmasını önlemek ve dar takvimlerle müzakereleri belli bir tarihte sonlandırmaya zorlanmamak.


    Özellikle bu tarih konusu çok önemli.


    Hristofyas ve Yakovu kaçın kurrası.


    Oturup bir plan yapmışlar. Zamana oynayan bir plan.


    Hedefleri açık ve net.


    Müzakereleri ne pahasına olursa olsun AB’nin, büyük bir olasılıkla 2009 yılının Haziran ayının ortalarına doğru, açıklayacağı “Türkiye İlerleme Raporu”na kadar uzatmak.


    Bütün niyetleri AB’nin arkasına saklanmak, Kıbrıs konusunu koz olarak masaya koymak ve 2004 Aralık zirvesinde taahhüt edilen “Limanların Kıbrıs Rum Bayraklı gemi ve uçaklara açılması” konusunu ve buna bağlı olarak da dondurulan sekiz başlığın açılmasını büyük bir tavize bağlamak.


    İstenecek olan tavizler de belli.


    Öncelikler sırasına göre;


   1. Maraş’ın Rumlara geri verilmesi. Buna karşın Mağusa limanının müşterek çalıştırılması ve Türkiye’nin limanlarını Rum bayraklı gemi ve uçaklara açması.


      Veya


   2. Adada bulunan Türk Askerinin belli bir takvim içinde geriye çekilmeye başlaması ve dondurulan başlıkların bu süreç içinde birer birer açılması.


      Veya


   3. Mevcut Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin anayasasında Türklerin lehine değişiklikler yapılarak, “Tek egemenliği, tek vatandaşlığı ve tek temsiliyeti olan yeni devlet yapısının Türkiye tarafından kabul edildiğinin açıklanması” ve Türkiye’nin limanlarını Rum bayraklı gemi ve uçaklara açması. Buna karşın da dondurulan başlıkların açılması.


 


        Kıbrıs konusunda Kapsamlı Müzakerelerin devam etmesini sağlamak ve Türkiye-AB katılım müzakerelerinin de “Katılım hedefli” sürdürülebilmesi için, gelecek sene masanın üstüne konacak olan ve Kıbrıslı Türkler ile Türkiye’ye dayatılmak istenecek koşullar, üç aşağı beş yukarı bunlar.


    Bu nedenle Hristofyas, sözcüsü Stefanos ve baryası Yakovou, devamlı olarak Talat’ı suçlamaya çalışıyorlar ve Teknik Komiteler ile Çalışma Gruplarının verimli çalışmadıklarını iddia ederek zaman kazanmaya çalışıyorlar. Doğrudan Müzakerelerin başlamasını geciktirmek için de elden geleni yapıyorlar.


    BM GS Kıbrıs Özel Temsilcisi Downer’in ataması gerçekleşti ve büyük bir olasılıkla da 25 Temmuz görüşmesini yönetmek için apar topar adaya gelecek. Sonra da Doğrudan Müzakereleri 1 Eylül’de başlatmak için girişimlere başlayacak.


    Siz o vakit seyreyleyin Rumların geciktirme taktiklerini. Hem başlayana kadar hem de başladıktan sonra. Uçan kuşları bile bahane edecekler Müzakereleri sabote etmek için.  

13 Temmuz 2008
Hristofyas’ın müzakere stratejisi için yorumlar kapalı
Okunma 41
bosluk

Mavi kelebeğin izinde

Mavi kelebeğin izinde

    Mavi kelebekler olarak bilinen  Lycaenidae familyasından çok gözlü mavi kelebek (Polyommatus icarus) çok önemli bir özelliğe sahip. Yaban Çiçeği Artemis’i çok seviyor ve onun üstüne konmaktan büyük mutluluk duyuyor. Yaşamını devam ettirmek için de olmazsa olmaz bir bitki bu Mavi Kelebek için.


    Yaban Çiçeği Artemis’in özelliği ise mezarların üzerinde yetişmesi. Özellikle de toplu mezarların. Başka bir yerde bulmak zor. Zaten başka yerde yaşayamıyorlar.


    Toprağın yapısının değişmesi, toprakta oksijenin ve organik maddelerin artması, Yaban Çiçeği Artemis için bulunmaz bir üreme ve büyüme ortamı oluşturuyor.


    Evvelki gün, yani 11 Temmuz günü, Bosna Hersek’teki Srebrenitsa katliamının 13.cü yıldönümü idi. Sırplar, 11 Temmuz 1995 günü açıkça Boşnakları soykırıma uğratmışlardı, hem de BM’nin güvenlikten sorumlu olduğu bölge içinde. Tamı tamına 8,000 Boşnak erkek öldürülmüştü o gün. Hem de acımadan, tereddüt etmeden ve göz kırpmadan.


    Bölge Hollandalı BM askerlerinin denetimi altındaydı ve Boşnakların elleri bağlanarak kurşuna dizilmesini hiç önleyemediler. Aslında kıllarını bile kıpırdatmadılar katliam yapılırken, Boşnaklar soykırıma uğratılırken.


    Hollanda’lı bir BM askerinin o gün, duvara yazdığı “UN = United Nothing”, yani “Birleşmiş Hiçbirşey” yazısı, olayın vahametini ve BM’nin bu konudaki başarısızlığını iyice ortaya koyan bir simge oldu. Bu sözcük yıllardır simge olarak hala taze bir şekilde hafızalarda yerini koruyor.


             11 Temmuz günü aralıksız olarak 26 saat boyunca stüdyolarından ve Srebrenitsa’dan yayın yapan TRT-INT bu soykırımı A’dan Z’ye, Ankara stüdyosuna konuk ettiği ASAM Balkanlar uzmanı Erhan Türbedar ve TUSAM Balkanlar uzmanı Gözde Kılıç Yaşın ile izleyicilere aktardı.


    Bence mükemmel ve akademik tabanlı bir programdı.


    Özellikle uzmanların verdikleri bilgiler, arada yayınlanan gerçek katliam çekimleri ve son bulunan toplu mezardan çıkarılan kalıntıların, yapılan DNA testlerinden sonra bin bir zorlukla bir araya getirilerek yeni mezarlarına gömülmeleri töreni, çok ama çok etkileyici idi.


    Gözlerim yaşlı seyrettim bu yayını desem yalan olmaz.


    Hele öğleyin yapılan defin töreni çok duygusaldı.


    Hayatta kalan insanların tek tesellileri, yıllar önce sırf Boşnak oldukları için acımasızca öldürülen kardeşlerinin, kocalarının ve yakınlarının artık en azından başında dua edecekleri bir mezarının var olacağıydı.


    Çarpıcı olan görünümlerden bir tanesi de, BM’yi yanıltmak için yapılan plan uyarınca Sırp hükümetinin “Bu askerler bizim düzenli ordumuz değildir. Bunlar çetelerdir ve bu bir iç çatışmadır, bizi ilgilendirmez” iddiası ile kendini temiz çıkarmak amacı ile kurulmuş olan Sırp milis güçlerinin Rusya’dan, Ukrayna’dan ve Yunanistan’dan gelen Ortodoks birliklerden kurulmuş olmasıydı. Bu birlikler katliama giderken Ortodoks Papazın askerleri tek tek kutsaması ve Boşnakları Türk olarak tanımlayarak “İntikam zamanı gelmiştir. Türkleri öldürmeden geri dönmeyin” sözlerini içeren kutsama töreni ise çok çarpıcıydı. Belli ki hala daha haçlı zihniyeti, neredeyse bin yıl evvelki canlılığını hala daha hastalıklı kafalardaki yerini korumaktadır.   


    Her şey, bütün gerçek, Sırpların dünyayı yanıltmak için iç çatışma olarak niteledikleri bu insafsız soykırım, mavi kelebeklerin aniden yörede çoğalması ile ortaya çıktı.


    Çok bilinçli olarak toplu mezarları hazırlayan Sırplar, katliamlardan sonra en az iki kez toplu mezarları dozerlerle kazıp, kamyonlara yüklemişler ve 30-100 km öteye tekrar gömmüşler, sırf toplu mezarların izi bulunamasın diye. Ama mavi kelebekleri unutmuşlar. Onlar mezarları nereye taşımışlarsa, mavi kelebeklerde orada ortaya çıkıvermiş aniden.


    BM kendi suçunu örtbas etmek için, daha doğrusu 9 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide Adopted by Resolution 260 (III) A of the U.N. General Assembly) uyarınca katliamlara mani olmadıkları için soykırım suçlaması ile itham edilmemek amacı ile yapılan bu insanlık dışı cinayetlerin adını “Etnik Temizlik” olarak tanımlamışlar ve güya da ithamdan kurtulmuşlar.


    Öyle zannediyorlar ama Lahey Adalet Divanı, bu cinayetleri “Soykırım” olarak niteleyerek karara bağladı. Ayıbı da BM’nin sırtında kaldı.    


     Söz konusu Sözleşmenin 2. Maddesi bakın ne diyor ve Soykırımı nasıl tanımlıyor;


    “Soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: Grup üyelerinin öldürülmesi, Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi, grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması, bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır. Soykırımda planlı, devlet politikası haline gelmiş eylemler söz konusudur.”


    Bu paragraf bana, 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta bize Rumlar tarafından uygulanan insanlık dışı katliamların, boşaltılmaya zorlanan evlerin ve köylerin, izolasyonların, dolaşım özgürlüğünün kısıtlanmasının, temel maddelerin satışının yasaklanmasının ve insanların yaşamı için gerekli olan temel gereksinimlerin tümünün acımasızca kısıtlanmasının bir “Soykırım” suçu olduğunu söylemektedir.


    Sizce de öyle değil mi?


    Açıkçası biz de Rumlar tarafından “Soykırıma” uğratıldık.

12 Temmuz 2008
Mavi kelebeğin izinde için yorumlar kapalı
Okunma 397
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 Şehitlerimiz-amblem kktc-bayrak kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar