BM’nin Müzakerelere Baskısı Başladı

BM’nin Müzakerelere Baskısı Başladı

Cuma günü yapılan liderler görüşmesi müzakerelerin gidişatında yeni bir kapı açılacağına işaret ediyor.
BM belli ki, kapsamlı müzakereler çerçevesinde yapılan bu üçüncü toplantıdan sonra yavaş yavaş müdahaleye hazırlanıyor. 
Gelişmeler aynen bunu gösteriyor.


Son toplantıda müzakerelerin basına kapalı olacağı duyurulduktan sonra BM’nin aniden karar değiştirerek, Uluslararası Lefkoşa Havaalanı’nın kapılarını basın mensuplarına açması, ileriye yönelik bir denetleme amacını taşımakta. 
BM’nin Aleksander Downer aracılığıyla, medya mensuplarını görüşmeler süreci ile ilgili yazdıklarına dikkat etmeleri konusunda uyarması ise yepyeni bir gelişme. Bu, aba altından sopa göstermek şeklinde de yorumlanabilir.
Downer’in, müzakerelerin Kıbrıs’ın geleceği için çok önemli bir süreç olduğundan bahsetmesi ve liderlerin de bu müzakereleri gerçekleştirmek için çok zamana gereksinimleri olduğunu söylemesi de, BM’nin hakemlik konusunda kolları sıvadığının açık bir işareti. Belli ki her iki lidere de baskılar ya başladı, ya da yakında başlayacak.  
Her hafta bir görüşme yapılması fikri her ne kadar CB Talat’ın istediği olsa da, BM’nin Rum tarafı üzerinde baskısı olmasaydı, her Pazartesi günü bir görüşme yapılması kararı bu son toplantıda çıkmazdı. Hristofyas’ın zamana oynamak istemesi ve müzakereleri AB-Türkiye İlerleme Raporu’nun açıklanacağı Kasım 2009’a kadar uzatmak stratejisi, BM’nin baskısı ile alınan “Her hafta bir görüşme yapılması” kararına rağmen hala geçerli. Rumlar ipe un sermekte çok usta olduklarından bunun da bir yolunu bulup, görüşmeleri havanda su dövmeye dönüştürüp uzamasını sağlayacaklar.  
BM, müzakereler süreci üzerindeki baskı dozunu yavaş yavaş arttırmaya başladı ve alınan bu son karardan da belli oluyor ki, liderler isteseler de istemeseler de,  BM Genel Sekreteri’nin Özel Danışmanı’nın New York dönüşünde ortaya koyduğu çerçeve içerisinde hareket etmeye zorlandılar.
Downer’in çizdiği bu yeni çerçeveye göre, bundan böyle her hafta yapılacak liderler arası müzakerelere ilaveten, çalışma grupları, temsilciler ve uzmanlar da müzakerelerin bir parçası olacak ve liderlerden alacakları talimatlara göre de kendi aralarında, daha alçak düzeyde ve birincil olmayan daha düşük önemdeki konularda görüşmeler gerçekleştirecekler. Bunların kendi aralarında varacakları mutabakat veya anlaşmalar, liderler kendi aralarında anlaşmış gibi addedilecek ve program dışı dahi olsa haftalık toplantıda liderlerin önüne, nihai onay alınmak üzere gelecek. Liderler önlerine gelen bu konuyu da biraz rötuşladıktan sonra onaylayarak, listeden çıkaracaklar. Böylece müzakereler 4 koldan, hızlı bir tempoda devam ettirilecek. BM’nin Ekim 2008 patentli planı aynen böyle ve duruma göre de her an değiştirilebilir.
Tabii BM, Annan Planı görüşmelerinde yaptığı gibi bu müzakerelere de hakem koymak kararını bir müddet evvel kapalı kapılar ardında aldığından, birkaç ay sonra uygun bir zamanda da bu kararını hayata geçirerek müzakerelere hakem(ler) atayacak. BM’nin stratejisinde çözümü, Rumların adanın tümüne hakim olmak amacı ile bir kez daha Rum oyun bozanlığına bırakmak yok. Ya “Birleşik Kıbrıs Federal Cumhuriyeti” kurulacak ya da adada iki ayrı devletin varlığı meşrulaşacak.


Cuma günü yapılan görüşmede, kurulması düşünülen “Birleşik Kıbrıs Federal Cumhuriyeti” adlı yeni devletin, diğer bir tanımla da “Partenojenez devletin”, Federasyon şeklinde olması mutabakatı, nasıl bir Federal yapı olacağı noktasında çıkmaza girdi.


CB Talat, “Kurucu Devletlerin” daha çok, “Merkezi Federal Hükümetin” ise daha az yetki sahibi olacağı “Gevşek bir Federasyon”u hayalinde canlandırırken, Hristofyas Rumların içinde çoğunluk olacağı Merkezi Federal Hükümetin çok güçlü, Kurucu Devletlerin ise çok az yetkide, yani muhtariyet düzeyinde olmasını istiyor.


CB Talat, ABD örneğinde olduğu gibi güçlü “Merkezi Federal Hükümet”e dönüşümün zaman içerisinde “Kurucu Devletleri” oluşturan halklar arasında güvenin sağlanması sonrasında olabileceğini ortaya koyarken, Hristofyas ise adaya egemen bir “Merkezi Federal Hükümet” istiyor ve daha işin başında çoğunluk kimde ise adayı onun idare edeceği bir sistemi oluşturmanın hedefini güdüyor.
Cuma günü yapılan görüşmede, yetkilerin neredeyse beşte dördünün “Merkezi Federal Hükümet”te olması önerilen “Deniz Taşımacılığı ve Deniz Hukuku” konusunda asıl önemli sorun “Kıta Sahanlığı”nda ortaya çıktı. Kısa adı ile UNCLOS (United Nations Convention on the Law of Sea) olarak tanımlanan “1983, III.cü Deniz Hukuku Konferansı kararlarına, Türkiye’nin, özellikle bu konferansta adalara “Kıta Sahanlığı” hakkının tanınması nedeni ile imza atmamasından dolayı, “Kıta Sahanlığı” konusu çıban başı olarak ortada durmaya devam etti.
Annan Planı görüşmelerinde mutabakata varılan,  “Birleşik Kıbrıs Federal Cumhuriyeti” bayraklı gemilerin, Kurucu Türk Devletinde Gazimağusa limanına, Kurucu Rum Devletinde de Limasol limanına kayıtlı olabilecekleri gerçeği ise, bu başlık altında bir başka baş ağrısı yaratacak konu.        


“Birleşik Kıbrıs Federal Cumhuriyeti”nin Başkanlık sistemi de, halen üzerinde anlaşmaya varılamamış bir diğer konu. Özetle, Rumlar nüfus oranına göre Başkanlık yapılacak senelerin Kurucu Devletler arasında paylaşılmasını önerirken, yani üç yıl Rumlar, bir yıl Türkler devlet başkanlığı görevi yapsın derken, Türkler, siyasi eşitlik ilkesi çerçevesinde bu görevin iki Kurucu Devlet arasında eşit şekilde paylaşılmasını ve rotasyon usulü ile bir yıl Rumların, bir yıl da Türklerin yapmasını istemektedir.

Orta yol bulunabilecek mi?

BM hakem koyarsa, “Evet”.

Koymazsa, benim torunum da müzakereler sürecini yaşayacak.

12 Ekim 2008
BM’nin Müzakerelere Baskısı Başladı için yorumlar kapalı
Okunma 34
bosluk

AB, AP ve AKPM Gerçekleri

AB, AP ve AKPM Gerçekleri

Genelde birçok insan, her devletin bir yasama Meclisi veya Parlamentosu olduğu gibi  AKPM’nin de (Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi), Avrupa Birliğinin Yasalarını yapan Meclisi olduğunu zanneder.
Aslında bu doğru değildir.
Aralarında bu şekilde bir bağ yoktur.
Gerçekte de aralarındaki bağlar, yok denecek kadar da azdır.


Avrupa Konseyi (Council of Europe) ve bu konseyin meclisi olan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (Council of Europe Parliamentary Assembly), kısa adı ile AKPM oluşturulurken, AB veya AB’nin temelini oluşturan “Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT)” daha hayata gözlerini açmamıştı bile.


Bilinenin aksine AB bünyesi içindeki Meclis “Avrupa Parlamentosu”dur (AP).
Akla o vakit hemen bir soru gelmektedir. Madem AB’nin meclisi AP’dir, öyleyse Avrupa Konseyi ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi de nedir?


Avrupa Konseyi’nin oluşturulması fikri, AB’nin temelini oluşturan “Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu”ndan çok önce, II.ci Dünya Savaşı’ndan maddi ve manevi büyük kayıplarla çıkan Avrupa’da bir daha aynı felaketin yaşanmamasını sağlamak amacıyla ortaya atılmıştır.
Bu gelişme ışığında 5 Mayıs 1949’da 10 Avrupa ülkesi, Belçika, Danimarka, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İsveç, İtalya, Lüksemburg ve Norveç Avrupa Konseyi’ni kuran anlaşmayı imzalamışlardır. Kuruluşunu izleyen yıl Türkiye ve Yunanistan da Avrupa Konseyi’ne kurucu üye sıfatıyla katılmışlardır. Günümüzde Avrupa Konseyi’nin 47 asil üyesi, bir aday üyesi, Bakanlar Kurulunda beş gözlemci üyesi ve Meclisinde de beş gözlemci üyesi bulunmaktadır.
AKPM’ye üye ülkeler, üyelik yılları parantez içine belirtilerek; Almanya (13.7.1950), İtalya  (5.5.1949), Andorra (10.10.1994), İzlanda (9.3.1950), Arnavutluk (13.07.1995), Letonya (10.2.1995), Avusturya (16.04.1956),  Lihtenştayn (23.11.1978), Azerbaycan (25.1.2001), Litvanya (14.5.1993), Belçika (5.5.1949), Lüksemburg (5.5.1949), Bosna Hersek (24.4.2002), Macaristan (6.11.1990), Bulgaristan (7.5.1992), Makedonya (9.11.1995), Çek Cumhuriyeti (30.6.1993), Malta (29.4.1965), Danimarka (5.5.1949), Moldova (13.7.1995), Ermenistan (5.1.2001), Monako (5.10.2004), Estonya (14.5.1993), Norveç (5.5.1949), Finlandiya (5.5.1989), Polonya (29.11.1991), Fransa (5.5.1949), Portekiz (22.9.1976), G. Kıbrıs Rum Yönetimi (24.5.1961),  Romanya (7.10.1993), Gürcistan (27.4.1999), Rusya (28.2.1996), Hırvatistan (6.11.1996), San Marino (16.11.1988), Hollanda (5.5.1949), Sırbistan (3.4.2003), İngiltere (5.5.1949), Slovakya (30.6.1993), İrlanda (5.5.1949), Slovenya (14.5.1993), İspanya (24.11.1977), Türkiye (13.4.1950), İsveç (5.5.1949), Ukrayna (9.11.1995), İsviçre (6.5.1963), Yunanistan (9.8.1949), Karadağ (Montenegro) (11.05.2007)
Avrupa Konseyi’ne aday ülke: Belarus (12.3.1993). Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi nezdinde gözlemci statüsü taşıyan ülkeler:  ABD (10.1.1996), Japonya (20.11.1996), Kanada (29.5.1996), Meksika (1.12.1999), Vatikan (7.3.1970). Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi nezdinde gözlemci statüsü taşıyan ülkeler: İsrail (2.12.1957), Kanada (28.5.1997), Meksika (4.11.1999)
Avrupa Konseyi’nin temel organları,  karar organı olan “Bakanlar Komitesi”, danışma organı olan “Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi” (AKPM) ve yerel yönetimlerin geliştirilmesini amaçlayan “Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi”dir.
Avrupa Konseyi’nin statüsü gereği, hukukun üstünlüğü, temel insan hakları ve özgürlüklerine saygı ilkelerine bağlı tüm Avrupa ülkeleri, AB’ye üye olup olmadıklarına bakılmaksızın Avrupa Konseyi’ne üye olabilirler.


AKPM’de 5 Siyasi Grup bulunmaktadır. 
– SOC: Sosyalist Grup (Socialist Group)-208 üye
– EPP/CD: Avrupa Halk Partisi Grubu/Hristiyan Demokratlar (Group of the European People’s Party/Christian Democrats)-169 üye
-ALDE: Avrupa için Liberallerin ve Demokratların İttifakı (Alliance of Liberals and Democrats  for Europe)- 91 üye
– EDG: Avrupa Demokratik Grubu (European Democrat Group)-83 üye
– UEL: Avrupa Birleşik Sol Grubu (Group of the Unified European Left)-34 üye
 
Bugüne kadar yalnız Yunanistan’ın, “Albaylar Cuntası” döneminde, Avrupa Konseyi’den ihracı gündeme gelmiştir. Bu ülke,  1967’de  kendi arzusuyla üyeliğini sona erdirmiş, demokrasiye geçiş sonrasında ise 1974’te yeniden AK’ne katılmıştır.
Türkiye’ye uygulanan süreç: AKPM’nin 25 Nisan 1996 tarihli oturumunda kabul edilen karar uyarınca Türkiye de söz konusu denetime alınmıştır.
“Avrupa Konseyi”, Avrupa Birliği’nden tamamen ayrı, kendi başına bir kuruluştur.
        
Avrupa Konseyi’nin önemi, kuruluşunu izleyen 15-20 yıllık dönem zarfında, bünyesinde çeşitli alanlarda teknik işbirliği gerçekleştirmesi ve aynı zamanda da siyasi istişare olanağı da sağlaması nedeni ile yıllar içinde gittikçe artmıştır. Ancak 70’li yıllardan itibaren siyasi ve ekonomik bir oluşum halini almaya başlayan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun güçlü rekabetiyle karşılaşarak, birincil konumunu ve önemini yitirmeye başlamıştır.


Günümüz Avrupa Birliğinin (AB) temelleri 1952’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) şeklinde atıldı. 1957’de Roma Anlaşması ile kurucu altı Avrupa ülkesi olan Batı Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu oluşturdu.
1972’deki 1.ci genişleme sürecinde İngiltere, Danimarka ve İrlanda tam üye olarak topluluğa girdi.
1979’daki 2.ci genişleme sürecinden evvel topluluğun anayasal yapısının değiştirilmesi görüşü gündeme getirildi ve Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in katılımı ile birlikte Avrupa Tek Pazarı üzerinde anlaşıldı.
1995’deki 3.cü genişleme sürecinde İsveç, Finlandiya ve Avusturya tam üye olarak topluluğa girdi ve üye ülke sayısı 15’e ulaştı.
1997’de başlayıp 1 Mayıs 2004’te biten süreçte 10 yeni ülke AB üyeliğine kabul edildi ve üye sayısı  25’e yükseldi.
1 Ocak 2007’de Bulgaristan ve Romanya’nın üyeliğe kabulü ile üye sayısı 27 oldu.


AB’nin kendi Meclisi vardır ve adı da “Avrupa Parlamentosu”dur (European Parliament). Avrupa Parlamentosu AB’yi oluşturan 27 ülkede eşzamanlı yapılan seçimlerle seçilen 785 Avrupa Milletvekilinden oluşmaktadır.


KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, son haftaların güncel ve önemli siyasi olayı olarak tanımlanan konuşmasını Avrupa Parlamentosu’nda değil, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’ne (AKPM) yapmıştır.

12 Ekim 2008
AB, AP ve AKPM Gerçekleri için yorumlar kapalı
Okunma 42
bosluk

Fasulyeden Yönetim Kurulu Üyeleri

Fasulyeden Yönetim Kurulu Üyeleri

“Fasulyeden Yönetim Kurulu Üyesi” diye bir tanım duydunuz mu hiç?


Çok güzel ve yerinde kullanıldığı vakit bir mana ifade eden ve gerçek tabloyu da çizen bir tanımdır bu.


Söylendiğinde de “Çuk” diye yerine oturur.


Gerçekte bu tanımın iki ayrı anlamı vardır.


Birisi fasulyenin “nimet” sayılması nedeni ile “Çalışkan ve işe yarar Yönetim Kurulu Üyesi” manasındadır.


Diğeri de “Midede gaz yapmasından dolayı” sadece gaz çıkarmak gibi işlerde başarı gösteren Yönetim Kurulu üyeleri için kullanılır.


Bu ikinci tanıma giren, politik eli kolu uzun ama kendi iş hayatlarında başarıyı yakalayamamış fasulyeler, uzun kulaktan duydukları veya sempatizanı oldukları siyasi partinin üst kademelerinden aldıkları bilgilerle hemen kolları sıvarlar ve kendilerine teklif yapılmadığı halde söz konusu Kurumun Yönetim Kurulu Üyeliğine atanmak için, Makyavelli prensiplerine uygun olarak her yolu mubah sayıp, hemen her tür bilinen ve bilinmeyen düzenbazlığı tezgâha koyarlar.


Çevirmedikleri fırıldak, döndürmedikleri dolap da kalmaz.


Diyelim ki bu işe karar verecek olan Başbakan olsun.


Önce Başbakana etkili olabileceğini düşündüğü bir siyasiye yanaşır veya bu siyasinin kıramayacağını düşündüğü bir aracı ile bu siyasinin yanına gider ve isteğini kendi yerine aracıya söyletir. Aracı konuşurken, boynu bükük, kendi hakkında söylenenleri masum ve mahzun bir şekilde, hakkı yenmiş zeki, üretken ve çalışkan bir kişi havalarında dinler. Aracının bu fasulye hakkında söylediği kelimelerini bir duysanız, bu gaz çıkarmaktan başka hiçbir işe yaramayan fasulyenin, bulunmaz bir Hint kumaşı olduğunu sanırsınız.


Birinci olta atılmış ve ucuna Başbakana etkili olabileceği düşünülen bir siyasi yakalanmıştır. Bu siyasi kişinin zaten başka bir seçeneği de yoktur. Tekrar seçilebilmesi için oy’a gereksinimi vardır ve bu gaz çıkarmaktan öteye başka bir işe yaramayan kişinin işini yapmakla söz konusu Kurumun zarar görebileceğini aklına bile getirmeden, bu gazcı fasulyeden, ailesinden ve çevresinden alacağı oyların hayali ile konuyu Başbakan’a iletir.


Başbakan da, günü geldiğinde aracılık yapan siyasinin desteğine gerek duyacağı için “Tamam bakarız” der ve bir kenara not eder. Birkaç gün içinde de bu fasulyenin gaz yapmaktan öteye bir işe yaramayacağını öğrenince de aracı olan siyasiye kibar bir gerekçe ile ve de topu MYK gibi birçok ismin bulunduğu bir kurumun üstüne atarak bu işin olamayacağını söyler. Siyasi de, kendine gelen aracıya, aracı da gazcı fasulyeye olumsuz mesajı iletir.


Dedik ya, adam Makyavel prensiplerini uygulamaya and içmiştir bu konuda. Ne morali bozulur, ne de arzusu eksilir. Kararı tam gaz yola devamdır, ta ki Yönetim Kurulu Üyesi olarak atanana kadar.


Bu sefer Başbakana gönderilecek üst düzey aracıların sayısı ve kalitesi işi garantiye almak için artmaya başlar. Kimler yoktur ki listede. Genel Merkezin çaycısından, Başbakanın sekreterine, bölgenin siyasi parti delegesinden örgüt başkanına, Başbakanın eşinin arkadaşlarının kocalarından, makam şoförüne kadar herkes devreye sokulur. Cumhurbaşkanı ve çevresi de yedek kulübesinde bekletilir. İş olmazsa son çare olarak şöyle veya böyle, onlar da devreye sokulacaktır.


Başbakanın kıramayacağı bir kişi gider ve gazcı fasulyenin yeteneklerini biraz daha cilalayarak Yönetim Kurulu Üyesi olarak atanmasının parti için çok iyi olacağını söyler. Ardından ikinci aracı gelir, aynı konuyu değişik sözlerle Başbakana aktarır. Ardından üçüncü, dördüncü ve nihayet onuncu aracı Başbakana gelerek, hem bu gazcı fasulyeyi, hem ailesini hem de bu gazcı fasulyenin kontrolü altında olan 250 oyu kaybetmeyi göze alamayacaklarını söyler.


Kendi kendine, kime oy vereceğine karar veremeyecek bırakın 250 kişiyi, ben 33 yıllık politik hayatımda 5 kişiye bile rastlamadım. Nedense oy kullanma günü yaklaştıkça orantılı olarak seçmenin de bilinci aniden açılmaya ve yükselmeye başlar. Son gün de kime oy vereceğine kendi karar verir.


Veee en sonunda bizim gazcı fasulye muradına erer ve Yönetim Kurulu Üyeliğine atanır. Ertesi sabah traş olurken aynaya baktığında yüzünü göremez. Artık devleşmiştir ve aynalar bile kendisini sığmaz olmuştur.


Yola çıkar ve uğradığı yerlerde, Başbakanın kendisine onlarca aracı gönderdiğini ve nihayet Başbakanı kıramayacak duruma geldiğinden dolayı da Yönetim Kurulu Üyeliğini “Lütfen” kabul ettiğinden bahsetmeye başlar. Artık roller değişmiştir.


Büyük bir afra ve tafra ile kuruma gider ve elleri arkada koridorda dolaşmaya başlar. Kendisini gören memurların ayaklarına kapanmasını bekler. Hemen yönetime ve Genel Müdüre müdahale etmeye ve kendini, herkesin üzerinde görmeye başlar. Artık onun her söylediği en doğrudur ve Kurumun yüksek çıkarları doğrultusundadır. Kazara düşündüklerinin yanlış olduğunu kibarca söylemek cesaretini gösteren görevlilerin üzerine de bir şahin gibi çullanır. Amacı hemen ve derhal bu yüzsüzleri cezalandırmaktır.


Bu görevli ne kadar işinin ehli olsa da, birkaç yabancı dil bilse de ve uluslar arası belgelere sahip olsa da hiç gözünün yaşına bakmaz. İllaki cezalandırması gerekmektedir.


Bu işin en kolayı da, söz konusu görevliyi taciz etmek ve işinden bıktırana kadar baskı yapmaktır veya amiri olarak bir milletvekilinin eşini üzerine atamaktır. Atanacak kişinin eğitimi olmasa da, yabancı bir dil konuşamasa da ve uluslararası herhangi bir belgeye sahip olmasa da, en büyük ve geçerli belgesi Milletvekili eşi olmasıdır. Bizim gazcı fasulye de bu atamadan sonra söz konusu Kuruma verdiği zararı aklına getirmekten aciz olarak, partiye ve eşini amir yaptığı Milletvekiline yaranmış olmanın gururu ile daha da büyük bir afra ve tafra ile koridorlarda dolaşmaya başlar. Kurumun, yıllar süren bir eğitim ve deneyimden sonra yetişmiş bir personelini kaybetmesi de bu gazcı fasulye için hiçbir mana ifade etmez.


Sonra zamanı dolunca bu gazcı fasulye gider ve yerine de büyük bir olasılıkla aynı yöntemi uygulamış bir başka gazcı fasulye atanır.


Sonra da Kurum batar veya can çekişmeye başlar. Aynen şu anda bizim bazı kurumlarımızın can çekiştiği gibi.



Birinci tanıma uyan Yönetim Kurulu Üyesi ise çalışkandır. Kendi alanında başarılı olmuştur ve böylesi bir görev için de pek istekli değildir. İçinden geçirse bile pek belli etmez. Siyasilere aracı göndermez, gidip ağzı ile de Yönetim Kurulu Üyeliği istemez.


Gazcı fasulyenin yönteminin tam tersine, iş başındaki siyasiler bu kişinin varlığının ve yeteneklerinin farkına vardıklarında, gazcı fasulye tarafından gönderilen onlarca aracıya ve politik baskılara rağmen, kendi gönderdikleri aracılar ile nimet olan fasulyenin ağzını yoklatırlar. Eğer olumlu bir yanıt veya vücut dili ile onay gelirse, işi ileriye götürürler ve bu nimet sınıfına giren fasulyeyi Yönetim Kuruluna atarlar.


Ne yazık ki, bunların sayısı bir elin parmağından azdır.


Bu nedenle de birçok kurumumuz Gazcı Fasulyeler nedeni ile can çekişmektedir.


Kurtuluş nerede mi?


Bu gazcı fasulyeleri, gerçekte hepsinin sahiplerinin halkımızın olduğu Kurumlarımızdan temizlemektir. Hem halkımız rahat edecektir hem de kurumlarımız, içlerindeki aşırı gazdan dolayı.

8 Ekim 2008
Fasulyeden Yönetim Kurulu Üyeleri için yorumlar kapalı
Okunma 43
bosluk

Adanın bölünmesi 1964’de kararlaştırılmış

Adanın bölünmesi 1964’de kararlaştırılmış

Hakkımızda kimlerin, kendi çıkarları doğrultusunda ne gerekçelerle ve ne kararlar verdikleri tarihin tozlu sayfalarını karıştırdıkça yavaş yavaş ortaya çıkıyor.


Dünkü yazımda, “Kıbrıs adasının 1964-1974 yılları arasında Yunanistan tarafından işgali” ile ilgili olarak yoğun bir araştırma yaptığımı ve konunun çok ustalıklı bir şekilde karartılmasına rağmen gene de bir takım belgeleri bulmayı başardığımı yazmıştım. Bulduğum birçok çarpıcı belge arasında dikkatimi çekenlerden önemli olarak sınıfladıklarımı zaman zaman sizlerle de paylaşacağım.


Bu güzel adamızda, neleri niçin yaşadığımızı hep birlikte öğreneceğiz.




İngiltere eski Dışişleri Bakanı James Callaghan’ın 1974 Barış harekatı ile ilgili yıllar sonra yaptığı açıklamalardan ve o dönemde “Gizli” damgası ile İngiliz arşivlerine kaldırılan tutanaklardan, Yunanistan’da idareyi elde tutan Albaylar Cuntasının dış politikadaki deneyimsizliğinden dolayı izledikleri yanlış stratejiden ve ABD’nin de 1964’de benimsediği adayı bölme ve kuzeye Rusya’yı asla sokmama politikasından dolayı, 20 Temmuz 1974 Barış Harekatına kendi çıkarları doğrultusunda göz yumduğu iyice anlaşılıyor.




James Callaghan, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı için ABD’nin “yeşil ışık” yaktığını ve adanın bölünmesi için de neredeyse çanak tuttuğu düşüncesinde.


Yıllar sonra haftalık “The Times, Higher Education Supplement” yani Yüksek Öğrenim ekinde bir söyleşisi yayınlanmış olan Callaghan, 1974 yılında Kıbrıs krizini ve Türk Barış harekatının gizli kalmış yönlerini kendine göre İngiliz hükümetinin kararları ile harmanlayarak bir bir açıklıyor.


Callaghan’a İngiliz istihbarat servislerinden gelen bilgiye ve Amerikalı meslektaşlarının imalarına göre, Kıbrıs’ta durulmak bilmeyen krizin yaratıcısı olan Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios’un, Albaylar Cuntasının Grivas’ı desteklemesinden dolayı Atina’daki solculardan destek almaya yönelmesi ve Moskova ile de flörte başlaması nedeni ile ABD çok endişelenmiş ve bu nedenle de kendisini kara listeye almış.


Makarios’un ABD’nin kara listesine alınması demek, politik hayatının bir müddet sonra bitecek olması demek.



Callaghan’ın ve İngiliz istihbaratının değerlendirmesine göre, 1970’li yılların başında, Kıbrıs’ın kuzeyinde gizli elektronik casusluk tesisleri kuran ABD bu çok önem verdiği tesisler sayesinde Sovyetler Birliği ile Ortadoğu’yu izlemeye başlamış. Hem her tür askeri telsiz görüşmelerini ve hem de her tür telefon görüşmelerini Kıbrıs’taki bu tesislerden hem dinliyor hem de kayıt altına alabiliyormuş.


ABD’nin karşı casusluk kuruluşu olan CIA, Moskova ile sıcak ilişkiler kuran Makarios’un, bu üstün teknoloji eseri tesislerin bir oldubittiyle Sovyetler Birliği’nin eline geçmesini engelleyemeyeceği saptamasını yapmış. ABD, Sovyetlerin bu tesislere bir şekilde girmesinin veya sızmasının sonucunda, ABD’nin son teknolojisine sahip olacağı, kripto şifrelerini ele geçireceği ve bu tesislerden elde edeceği teknik bilgilerle, karşı dinleme sistemleri geliştirebileceği kanısına sahip olmuş.


Bu nedenle de ABD, bu olasılıktan kurtulmanın tek çaresinin söz konusu üssün bulunduğu toprakların Makarios’un ulaşamayacağı bir yerde, diğer bir tanımla da Türklerin yönetimi altındaki topraklarda olmasında görerek adanın bölünmesinin en iyi çözüm olacağı kararına varmış. Türkiye ile dönemin SSCB’sinin aralarının her zaman açık olması, Türkiye’nin hem batı dünyası içinde yer alması hem de NATO’nun en güvenilir müttefiklerinden biri olması ABD’yi bu saptamaya yöneltmiş. Gerçekte de ABD adanın bölünmesi kararını daha bu tesisleri kurmadan çok önce, 1964 yılında almış ve planlarını da artıları ve eksileri ile en ince detayına kadar yapmış. Bu tesislerin kurulması planın uygulanmasını kaçınılmaz hale getirmiş.


Callaghan’a göre Kıbrıs adasının Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarılı bir harekatı ile ikiye bölünmesi, aslında ABD dış politikasının büyük bir başarısı.


ABD’nin Kuzey Kıbrıs’ta casus üsleri olduğundan ve bunları kullandığından daha önceleri hiç bahsedilmemişti. Bu konuyu ilk kez araştırmacı ve yazar Emete Gözügüzelli Civan, “Echelon” adı altında ele aldı ve 2008 yılı içinde detaylı bir şekilde inceleyerek dört gün arka arkaya süren bir yazı dizisi ile üslerin yapısı, kapasitesi ve çalışma alanları hakkında detaylı bilgiler verdi.


ABD’nin gizli tesislerinin ortaya çıkmasını önleyecek bu adayı bölme planına ve Türklerin Kıbrıs’a olası bir çıkarma yapmasına yeşil ışık yakmak kararına rağmen İngiliz Hükümeti, dönemin Başbakanı Ecevit’in Londra’ya gelerek İngilizlerle birlikte Yunanistan’daki Albaylar Cuntasının Makarios’u devirmek amacı ile gerçekleştirdikleri darbeye karşı harekat yapmak önerisini reddettikten ve Ecevit’in Türkiye’ye geri dönmesinden sonra Türkiye’nin adaya çıkarma yapması durumunda Türklere karşı koymak ve savaş yapmak kararı alır.

İngiltere’de iktidarda olan İşçi Partisi hükümeti 14 Temmuz 1974 de olası bir krizi önlemek amacıyla Kıbrıs’a Hermes uçak gemisi eşliğinde bir İngiliz birliği gönderme kararı alır ve gönderir. Barış Harekatı başladıktan sonra da İşci Partisi hükümeti İngiliz savaş gemileriyle, Amerikan 6. Filosu’nun Kıbrıs adası ile Türkiye arasında konuşlandırılarak Türk çıkarma gemilerinin ve Türk donanmasının önünün kesilmesi talep ve önerisini ABD’ye iletir.

İletmeye iletir ama ABD bu karara onay vermeyince de tek başına Türk Ordusu ile savaşmaya cesaret edemez. İngilizlerin en büyük korkuları da Türk Ordusunu durduramamak ve ikinci bir Süveyş Kanalı hezimeti yaşayarak dünyaya rezil olmak ve bütün saygınlığını kaybetmek.


Henry Kissinger’in de yazdığı anılarında benzer görüşler var.

Belli ki ABD’nin Dış İşleri Bakanı Henry Kissinger ile İngiltere’nin Dış İşleri Bakanı James Callaghan bu konuları birkaç kez yüzyüze ve dolaylı olarak görüşmüşler.

Ve Callaghan’ın en çarpıcı açıklaması da, İngiliz Hükümetinin, Türk ordusunun İngiliz üslerine saldırması durumunda asla durduramayacakları ve Üsleri korumaktan da aciz olacakları saptaması.

5 Ekim 2008
Adanın bölünmesi 1964’de kararlaştırılmış için yorumlar kapalı
Okunma 60
bosluk

Barış harekatı geç mi gerçekleşti

Barış harekatı geç mi gerçekleşti

Uluslararası bir sempozyum için hazırlık yapıyorum.


Hem de nasıl. İnanılır gibi değil.


Bildiriyi göndermenin son günü 15 Kasım ama ben daha şimdiden bildiriyi bitirmeye ve 15 Kasım’a kadar da rüyamda evirip çevirip zenginleştirmeye niyet ettim. Bu nedenle de Türkçe ve İngilizce olarak 38 kitabı yedim yuttum, buna ilaveten de haftalarca gece gündüz interneti taradım biraz daha bilgi kırıntısı bulabilir miyim diye. Sokak Rumcasından öteye gitmeyen Rumcamla, Rum sitelerine bile girdim.


Ama bildiri konum gerçekten dâhiyane bir şekilde “iyice karartılmış”. Konu hakkında neredeyse hiçbir yerde belgesel bilgi yok.


Bildiri konum “Kıbrıs adasındaki Yunan Tümeni”.


20 Temmuz 1974’de Barış Harekâtını gerçekleştirerek Kıbrıs’taki Türklerin hayatını kurtaran, yaşamlarını garantiye alan ve harekat sonrası yıllarca sıkıştırıldıkları gettolardan kurtulup topluca yerleştikleri adanın kuzeyinde, hürriyet içinde egemenliklerini sağlayan Türk Ordusuna “İşgalci” diyen Rumların, kendi anavatanları olan Yunanistan’dan gelen ve adayı 10 yıl müddetle işgal eden üstelik bir de “Darbe” yapan “Yunan Ordusu”ndan “İşgalci” diye bahsetmemeleri ve bu konuyu ağızlarına bile almamaları, beni bu kapsamlı araştırmaya yöneltti.


Nereler girip çıkmadım ki?
Şimdi bu konu için özel olarak hazırladığım klasörümde yaklaşık A4 boyutunda 500 sayfa bilgi ve belge var. Kimi Türkçe, kimi Rumca, kimi de İngilizce. Tabii bu bilgiye orantılı olarak da bolca resim geçti elime.


Bakın bulduğum belgeler içinde neler var.


İsveç’te sabahları çıkan, genelde tartışma yazılarının ve makalelerin yer aldığı “Liberal” görüşlü bir gazete olan ve günlük 345,000 baskısı ile 881,000 kişi tarafından okunan “Günün haberi” manasındaki “Dagens Nyheter” gazetesinde çıkan bir yazıda, gazetenin muhabirinin 1972 yılının başında Atina’dan aldı­ğı çok güvenilir bir istihbarata göre ENOSİS’ci Rumların Kıbrıs’ta darbeyi yapacakları günü daha 1971 yılının ortalarında kararlaştırdıkları yazmaktadır.


Bu tarih tamı tamına 19 Şubat 1973.


Özellikle de Grivas bu tarihi saptamış.


General Grivas, hiç kabul etmediği ve “İhanet Günü” olarak nitelediği Londra ve Zürih anlaş­malarının imzalandığı 13 Şubat 1960 tarihini lanetlemiş ve bu tarihin yıldönümünde de söz konusu anlaşmalara imza koyan Makarios’u devirmeye and içmiş.


Kayıtlara geçen kararı çok açık ve net; “Kıbrıs adası, ihanetin 13. yıldönümü olan 19 Şubat’ta tarafımdan kana bu­lanacaktır.”


1972 yılının ilk haftalarında Kıbrıs gaze­teleri ve dünya basını, ada­da aniden patlak veren yeni bir krizden bahsetmeye başladılar. Bu seferki bunalım Türklerle Rumlar arasında değil, “Rum toplumu içinde” bir hesaplaşma niteliği taşıyordu.


Bu yeni durum sadece Türkiye de dahil olmak üzere ilgili tarafları değil, fakat ABD ve Rusya’ya ilaveten Birleşmiş Milletleri de yakından ilgilendirmekteydi.


Durum çok kuşku çekiciydi.


Rumların içindeki gerginlik, Başpiskopos Makarios’un adaya gizlice bazı silahlar sokmasından ve yeni bir silahlı kuvvet kurmak çabalarından kökenleniyordu. Makarios 3350 kasa otomatik silah ile 7500 kasa mühim­matı Çekoslovakya’dan sessiz sedasız adaya getirmiş ve bunları Başpiskoposluk sarayının mahzenlerinde depolayarak, adaya gizlice çıkan ve eski EOKA’cı arkadaşlarını toplayarak EOKA-B adı altında kurduğu yeni tedhiş örgütüne ilaveten, fiilen de RMMO’nun ve adadaki Yunan Tümeninin komutanı olan General Grivas’ın düzenleyeceği herhangi bir komploya karşı koymak için, Rum Milli Mu­hafız Ordusu’nun dışında yeni bir kuvvet kurmak girişimlerin başlamıştı.


Adayı fiilen işgal altında tutan Yunanistan Cuntası sözcüleri de, tedhişçi ENOSİS lideri Grivas’tan, “Vatansever ve Milliyetçi lider” diye bahsederek, 1970’in ilk ay­larında kendi polis şefi Albay Sekellarios’u Kıbrıs’taki kuvvetlerinin başına getirmekle başlattıkları hazırlığın son halkasını tamamlayarak, amacı­nın “ENOSİS” olduğunu açıklayan ve Cunta’nın desteğiyle silâhlı tedhiş bir­likleri kuran Grivas’ı da yasallaştırıyordu.


Makarios gerçekten Grivas ve adamlarının yeni bir tertibinden, hatta bir suikast teşebbüsünden korkuyordu. Gerçekten 73 yaşındaki General, gizlendiği yerden, adanın yönetimini ele geçirme planları kuruyor, adamları silahlanıyor ve bazı eylemlere başlıyordu.


Fakat Başpiskoposum Yunanistan’a dahi haber vermeden adaya gizlice silah sokması, bütün ilgilileri endişelendirmeğe yetiyordu. Adadaki Türkler, bu si­lahların ilerde kendilerine karşı çevril­mesinden korkuyordu. Türk Hükümeti, bu endişeleri dile getiriyor ve gerek Atina, gerekse Birleşmiş Milletler nezdinde giriştiği diplomatik teşebbüslerle bu silahların derhal kontrol altına alın­masını istiyordu.


Atina bu fırsatı kaçırmadan Ankara ile aynı paralelde harekete geçerek Makarios’u “yola ge­tirmek” için, Lefkoşa’ya bir ültimatom göndererek 3 şart koştu.


Silahların BM komutanlığına teslim edilmesi


Çeşitli eğilimdeki Bakanlardan yeni bir Hükümetin kurulması.


Kıbrıs Hükümetinin bundan böyle izleyeceği politika konusunda Atina’ya ayak uydurması.


Uluslararası hukuka göre gerçekte Yunanistan’ın bu ültimatomu herhangi bağımsız bir ülkeye vermesi ile Kıbrıs Hükümetine vermesi arasında hiçbir fark yoktur.


Yunanistan’ın Kıbrıs adasını, gizlice gönderdiği Yunan Tümenini adaya sokup konuşlandırdığı 1964 yılından, gene kendisinin adayı Yunanistan’a ilhak etmek amacı ile organize ettiği 15 Temmuz 1974 darbesine kadar, fiilen yönettiği ve açıkça “İşgal ettiği” belgeleri ile ortadadır.


Niye biz bu gerçekleri hiç dile getirmiyoruz?


Niye Yunan Tümeni ve Yunanistan işgalci değil de, 1974 yılında adaya “Barış Getiren” Türk ordusu ve Türkiye işgalci olarak tanımlanmaktadır. Diplomasimiz bir hatamı yaptı?


Yazımın yarın yayınlanacak bölümünde, Yunanistan’ın 1974’de yaptığı stratejik hatadan ve Amerika’nın hangi gerekçelerle 20 Temmuz 1974 Barış Harekatına onay verdiğinden bahsedeceğim.


Arşivlerdeki evraklar gerçekten konuşuyor. Yeter ki biz bu fısıltıyı duyabilelim.

4 Ekim 2008
Barış harekatı geç mi gerçekleşti için yorumlar kapalı
Okunma 35
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 Şehitlerimiz-amblem kktc-bayrak kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-3

Arşivler

Son Yorumlar