Orams davasını araştırdıkça ve gelişmeleri gördükçe, bu davaya KKTC’ye karşı hazırlanmış bir komplo gözü ile bakmaya başladım.
Yarın ATAD, yani Avrupa Topluluğu Adalet Divanı, Orams davası ile ilgili kararını açıklayacak.
Orams davası özet olarak, Kıbrıslı Rum Meletis Apostolidis’in, Girne yakınlarındaki Lapta’daki “1974 öncesinde kendisine ait arsa üzerine villa inşa ettikleri” gerekçesiyle İngiliz David-Linda Orams çifti hakkında açtığı dava.
Dava ilk başta basit bir mülk davası gibi gözükse de, aslında Rumların 15 değişik formatta ATAD’a ve AİHM’ye taşıdıkları mülk konularından bir tanesi.
Rumlar, KKTC egemenlik alanı içindeki taşınmazlar üzerinde hak iddia edebilmek için 15 ayrı bakış açısı ile 15 ayrı konuyu, 15 ayrı pilot dava şeklinde AİHM’ye götürdüler.
Bunların içinde Loizidou ve Arestis davası, ki Bayan Myra Arestis’in kocası Yorgos Arestis de bir ATAD yargıcıdır, bu 15 dava içinde iki ayrı değişik talep ile AİHM’ye aktarılmış ve Rumlar tarafından kazanılmış davalardır.
Türkiye Cumhuriyeti her iki davada da taraf yapılmış ve tazminata mahkûm edilmiştir.
Orams davası ise önce Lefkoşa Rum Mahkemesinde sonra da İngiltere’de açılmış bir dava. Orams ailesinin İngiliz olmaları nedeni ile Orams ailesinden arazisi üzerine konut yaptıkları için tazminat isteyen Rum M. Apostolidis önce Lefkoşa Rum Mahkemesinden bir tazminat kararı çıkartmış sonra da bu tazminatı tahsil edebilmek için Orams’ların İngilterte’deki mal varlıklarına el koyabilmek amacı ile davayı İngiltere Yüksek Mahkemesine taşımıştı.
İngiltere Yüksek Mahkemesi de önüne gelen Orams dosyasındaki Rumların İngiltere’de bir İngiliz vatandaşının mülküne el koymak taleplerini reddetmişti. Bundan sonraki süreçte Rumlar davayı istinaf ettiler ve İngiliz İstinaf Mahkemesine götürdüler.
İngiltere’deki usule göre İstinaf Mahkemesinin kararı da Lordlar Kamarası tarafından onaylandıktan sonra nihai şeklini alır ve hiçbir makam da bu kararı artık değiştiremez.
İngiltere’deki yüzyıllardır uygulanmakta olan geleneğe göre çok ender konuların dışında İngiliz İstinaf Mahkemesi, bir alt mahkeme olan İngiltere Yüksek Mahkemesinin kararına saygı duyar ve değiştirmez. Sonuç olarak da söz konusu Orams davası İngiltere Yüksek Mahkemesinin aldığı red kararı doğrultusunda önce İngiliz İstinaf Mahkemesi sonra da Lordlar Kamarası tarafından bir daha görüşülmemek üzere reddedilmiş olacaktı.
Bunu hisseden Rumlar bu aşamada konuyu ATAD’a taşımak amacı ile ATAD’dan görüş alınmasını talep ettiler. Rumların bu talebine, davaya taraf olan KKTC devleti “Hayır” deseydi, ATAD bu davaya gene müdahil olamayacaktı ama nedense, iddialara göre, Cumhurbaşkanı Talat’ın onayı ile “Evet” dendi ve İngiliz İstinaf Mahkemesi, Avrupa Birliği hukukunun kendisine verdiği yetkiye dayanarak, 44/2001 sayılı AB Tüzüğü’nün ve 10. Protokol’ün yorumlanmasını bu konuda yetkili olan ATAD’dan istemeye karar verdi.
Konu böylece Rum yargıçların at oynattığı ATAD’ın kucağına itildi.
ATAD’ın başkanı Yunanlı Vasilios Skouris, üyelerden birisi de Bayan Myra Arestis’in kocası Yorgos Arestis’dir.
Maalesef, İngiltere’de davayı yürüten ekibimiz yasal itiraz süreci içinde ne ATAD’ı oluşturan yargı heyetinin başkanının Yunanlı olmasına, ne de heyet üyelerinden birisinin, Bayan Myra Arestis’in kocası Yorgos Arestis olmasına itiraz etmediler. Oysa itiraz hakkımız vardı.
ATAD’a giden C-420/07 no.lu dava için Başsavcı-Raportör Juliena Kokott bir rapor hazırladı ve 18 Aralık’ta da bu raporunu açıkladı.
Tamamen egemenliğimizi Rumların insafı altına sokacak olan bu raporda Başsavcı Kokott, özetle Kıbrıs Rum mahkemelerinin ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin KKTC sınırları içinde her tür sivil ve ticari konularda hüküm verme yetkisi olduğu ve Kıbrıs Rum mahkemelerinde alınan kararların, AB hukuku gereği, tüm Avrupa Birliği ülkeleri tarafından tanınarak uygulanması gerektiği yönünde görüş belirtti.
Yarın çıkacak olan ATAD kararının da bu yönde veya benzer içerikte olacağından hiç şüphe yoktur. Üstelik bu karar “Birincil Hukuk” sınıfında olacak yani üye devletlerin kendi hukuk yasalarının üzerinde bir geçerliliğe sahip olacak.
Sonuca ve davanın gelişimine baktığımda aklıma maalesef, bu sürecin KKTC aleyhine dahice tezgahlanmış bir “Komplo” olduğu gelmektedir.
İngiltere’de, Mağusa’da ve Yeni İskele’de yaşayan Larnaka ve Baf asıllı Kıbrıslı Türklerden edindiğim bilgiye ve iddialara göre, davayı yürüten kişilerden Hasan Vahit’in, 1958 -1974 yılları arasındaki Milli mücadele yıllarında Larnaka’da babası Türkler tarafından vatan hainliği ile suçlanan ve bu nedenle de İngiltere’ye kaçan kişinin oğlu olduğu ve İlker Kılıç’ın da aynı dönemde gene Türk İdaresi tarafından vatan haini ilan edilen ve ölene dek Makarios’un danışmanlığını yapmış olan Dr. İhsan Ali’nin kardeşi oğlu olduğudur. Ben, söz konusu her iki avukatı da tanımıyorum. Bu iddialar aslen Larnaka’lı ve Baf’lı olan kişilerin söylemleri ve sözlü verdikleri bilgilerdir.
İnsanın aklına ister istemez sanki bu dava kaybedilsin ve Kıbrıslı Türklerin yıllardır verdikleri ölümüne mücadelenin ve kendi devletlerine sahip çıkma isteklerinin aksine, Rumlara KKTC üzerinde egemenlik hakları verilsin ve 1974 Mutlu Barış Harekatı ile hepimizin hayatını kurtaran Türk Barış Kuvvetleri de Rum Mahkemeleri kararı ile hukuken adayı terk etmek zorunda bırakılsın diye her ortamın hazırlandığı ve her yolun denendiği geliyor.
Umarım doğru çıkmaz.
Kıbrıs Rum cumhurbaşkanı Hristofyas uzun müddettir müzakereleri çıkmaza sokmaya ve bunun da sorumluluğunu Cumhurbaşkanı Talat’ın sırtına yüklemenin temel hazırlıklarını yapıyordu.
Önceleri müzakereleri sulandırmak için “Talat haftada iki kez görüşme istiyor, benim vaktim yok” deyip sabote etmek yolunu seçti ama tutturamadı.
Sonra Talat’ın ısrarlı tutumunu ve ard arda gelen önerilerini görünce “Talat BM parametrelerinin dışına çıkıyor ve Konfederasyon istiyor” demeye başladı.
Arkasından, baktı gördü bunda da pek inandırıcı olamıyor, bu defa da “Çözüm Türkiye’nin elinde. Türkiye isterse adada çözüm hemen gerçekleşir” iddiasını ortaya attı ve Türkiye’yi hedef göstermeye başladı.
Hristofyas’ın bu son uygulamasına, sözcüsü Stefanu, Dışişleri Bakanı Kiprianu, Meclis Başkanı Karoyan ve Nasyonal Sosyalist (NAZİ) çizgisinde olan hükümetin küçük ortağı EDEK’in başkanı Omiru’dan oluşan koro da katıldı. Ayrı ayrı yer ve toplantılarda aynı ithamları dile getirmeye başladılar.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklamaları ve adada sürdürülen müzakerelere destek verdiklerini resmen belirtmeleri, Hristofyas ve avenesinin (ortaklarının) bu son girişimini de iyice gölgede bıraktı.
Rum Yönetimi başkanının müzakereler sürecinde, Türk tarafını suçlama girişimlerinin inandırıcı olmaması ve Türk tarafında suçlanacak birilerinin bulanamamasından dolayı “Türkleri suçlama senaryosu” tam da kötüye gidiyorken, KKTC’de yapılan 19 Nisan Milletvekili seçimleri imdadına yetişti.
Pazar günü yapılan seçimler, müzakereler kendileri tarafından çıkmaza sokulduktan sonra Türk tarafında suçlayabilecekleri yeni bir aktörü daha çıkardı piyasaya, Ulusal Birlik Partisini.
Yapılan seçimlerde 26 Milletvekili çıkararak kurulacak hükümetin alternatifsiz adayı durumuna yükselen UBP, suçlanabilecek en ideal hedef oldu.
Vur abalıya misali, Hristofyas daha 20 Nisan Pazartesi sabahını bile beklemeden seçim gününün gecesinde ağabeylerinin senaryosunu uygulamaya koydu ve televizyon kanallarına verdiği demeçlerle, hemen ve derhal çoğunluğu elde eden UBP hükümetinin müzakereleri çıkmaza sokacağından bahsetmeye başladı.
Niyeti de, Talat ile Eroğlu’nu daha işin başında kapıştırmak ve tereyağından kıl çeker gibi aradan çıkarak müzakerelerin devamının tehlikeye girmesini zevkle seyretmek, sonra da ağız dolusu suçlama ile UBP’yi müzakereleri kopartmakla suçlamak.
Hedefi de aynen Glafkos Klerides’in “İfadem” adlı 4 ciltlik kitabında yazdığı gibi “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık” şeklinde davranmak ve müzakereleri kabul edilemez öneriler sunarak çıkmaza sokmaktı.
Korku miskinmiş derler ya, aynen öyle de oldu.
Hristrofyas, tüm suçlamaları sırtına yıkacağı bu yeni hedefi bulmanın sevinci ile ellerini ovuştururken aniden seçimlerin ertesi günü UBP Genel Başkanı Dr. Eroğlu’ndan tüm hayallerini yıkan bir açıklama geldi.
“Talat ile müzakerelere aynen devam edeceğiz” diyen Eroğlu, Hristofyas’ı ve haftalardır “uluslar arası camianın ve özellikle AB’nin ve ABD’nin; müzakerelerin başarısızlığa uğramasını istemiyorlarsa, uzlaşmazlığının aşılması amacıyla Türkiye’ye baskı yapmalarının şimdi tam zamanıdır” diyen Rum siyasileri düş kırıklığına uğrattı.
Dün gerçekleştirilen Eroğlu-Talat görüşmesinden sonra yapılan, “Her ikimiz de parti başkanlığından gelen yöneticileriz, netice itibarıyla ikimiz de ülke sorunlarını çözmek için bu görevlerdeyiz. Cumhurbaşkanı ve Başbakan olarak uyumlu bir dönem geçireceğiz” açıklaması ise Rumları iyice yıktı ve UBP’yi müzakereleri çıkmaza sokmakla suçlamak senaryolarına da darbe vurdu.
Aslında bu aşamada sorgulanması gereken UBP değil, Hristofyas’ın müzakereler sürecindeki tutumu olmalı.
Müzakerelere fiilen müdahil olan BM ve her zaman hariçten Rumların lehine gazel okuyan AB, UBP’nin çözüme destek olup olmayacağını sorgulamak ve üzerinde fikirler yürütmek yerine bu güne kadar Hristofyas’ın, Kıbrıs sorununun çözümüne ne tür engeller çıkardığını araştırması gerekmektedir.
Talat’ın Söyledikleri
Cumhurbaşkanı Talat 19 Nisan seçimleri sonuçlarından biraz rahatsız gibi.Tek başına, kimse karışmadan ve kendi istediği gibi görüşmeleri yürütmek istiyor.
Ama 18 Kasım 2003 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlanmış açıklamasını da unutmuş gözüküyor.
O sözlerin unutulmuş, bizlerin de unutmuş olmasını da diliyor, eminim.
Bakın Sayın Talat, CTP-BG Genel Başkanı iken KKTC’de 14 Aralık 2003 tarihinde yapılacak parlamento seçimleri öncesinde Milliyet’e verdiği demeçte neler demiş.
“Biz hükümete geldiğimizde Denktaş Bey’i görüşmeci yapmayacağız”
“Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı baş müzakerecilikten azletmekte kararlıyız”
18 Kasım 2003 tarihli gazetede yazılanlara göre de cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı müzakerecilik görevinden almak istedikleri zaman Türkiye’den aksi yönde gelebilecek baskılara karşı da;
“Biz hükümete geldiğimizde, Türkiye bizi dikkate almak zorunda. Türkiye, bu halkın iradesiyle diyalog kuracak. Biz Denktaş Bey’i görüşmeci yapmayacağız. Türkiye bize görüşmeci olarak Denktaş ile devam edin diyemez. Bizim anayasamıza göre görüşmeciyi hükümet belirler.
Biz de hükümete geldiğimizde Denktaş’ı görüşmecilikten alacağız. Türkiye bize zorla karar aldıramaz, bu mümkün değil. Türkiye isterse Denktaş’ı danışman olarak alabilir.”
Bu sözler Sayın Talat’a ait.
Yıllarca önce tarihin tozlu arşivinde yerini aldı.
Ağızdan çıkan her söz artık söyleyenin değil, halkın malı oluyor ve arşivlerde yerini alıyor.
19 Nisan seçimlerinden iktidar partisi olarak çıkan UBP, “Talat’ın yanına bir arkadaşımızı vereceğiz, biz de neler konuşulduğunu artık bileceğiz” derken buna bile tahammül edemeyen ve karşı çıkan Talat, çok değil daha beş buçuk yıl evvel iktidara gelirlerse, görüşmeciyi derhal görevden alacaklarından bahsederek parti tabanına şov yapmıştı.
Hiç bilemedi ve politik deneyimsizliğinden dolayı da bu sözlerinin bir gün kendisine geri döneceğini de hiç düşünemedi. Zannetti ki ilelebet iktidarı devam edecek ve hiçbir zaman da, Rumların tabiri ile “Bu tekerlek dönmeyecek”.
Maalesef, tekerlek döndü ve Talat bu sözlerinin altında kaldı.
Talat’ın 18 Kasım 2003 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan bu sözlerine göre ve Talat ile başkanı olduğu CTP-BG’nin bu prensibi doğrultusunda, UBP’nin müzakerecilik görevinden Talat’ı alması çok doğru bir davranış olacak anlaşılan.
Tabii UBP Genel Başkanı Dr. Derviş Eroğlu’nun sözlerine bakılırsa, belli ki UBP’nin böyle bir düşüncesi yok. İstenen Sayın Cumhurbaşkanı Talat ile ortaklaşa ve belli bir hedef doğrultusunda, Kıbrıslı Türklerin ve KKTC’nin menfaatlerinin azami derecede korunacağı bir yolda, dayanışma içinde beraberce mücadeleyi ve müzakereleri sonuna kadar sürdürmek.
Sayın Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın son haftalarda verdiği mesajlar 19 Nisan seçimlerinden sonra KKTC’de iktidarın değişmesinden çok endişe duyduğunu ortaya koymakta.
Endişesi, CTP ağırlıklı mevcut iktidar değişirse birilerinin kendisine karışacağı ve artık görüşmeleri tek başına kendi istediği çerçevede yürütemeyeceği veya bir takım benimsemediği kuralları dikte ettireceği yönünde.
Bu nedenle de son bir haftadır her konuşmasının içinde bu düşüncesinin ve endişelerinin izleri rahatlıkla görülüyor.
Tabii anlayana.
Talat’ın Cumhurbaşkanı seçildiği 16 Nisan 2005’den beridir yürüttüğü görüşmelerde bir arpa boyu yol bile alamaması, yılların baryası (samimi dostu) Hristofyas’ın 24 Şubat 2008’de Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen müstakbel yeni devletin vatandaşlarının “Vatandaşlık Haklarından” başka hiçbir konuda anlaşma sağlanamamış olması, Kıbrıs Türkünde müzakerelere karşı bir bıkkınlık ve yılgınlık yarattı.
CTP’nin 19 Nisan seçimlerinde iktidardan gidebileceği olasılığı, KKTC’de yaşanan ekonomik çöküntü ve Kıbrıslı Türklerin müzakerelerden duyduğu bıkkınlık Talat’ın 2010 Nisan’ında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de şimdiden tehlikeye soktu.
ABD’nin Talat’a ve dolayısı ile CTP’ye vermek istediği yapay destek çerçevesinde organize edilen Talat’ın ABD Dışişleri Bakanı Clinton ile görüşmesi artık ne CTP’nin kaybettiği oyları geri getirebilecektir ne de düşüş eğilimine girmiş olan Kıbrıslı Türklerin Talat’a duyduğu güvenin azalışını durdurabilecektir.
Cumhurbaşkanı Talat, eğer bu çerçevede ve koşullarda, hiç kimse müdahale etmeden ve kendisine karışmadan müzakereleri yürütürse 2009 sonlarına doğru bir anlaşmanın yapılabileceğinden bahsetmekte.
Bu aslında çok tehlikeli bir söylem ve öngörü.
Ortada anlaşılmış hiçbir metin yokken, bırakın metni, madde veya başlık bile yokken 24 Haziran 1968 tarihinde Beyrut’ta başlamış ve 41 yıldır sürmekte olan müzakerelerin sekiz ay sonra bitirileceğinden ve hakkaniyete dayalı, sürdürülebilir bir anlaşmaya varılacağından bahsetmek tam bir hayalperestlik ve ciddi bir stratejik hatadır.
Aslında, ya çok ince bir oyun oynanmakta ya da sonuçları iyice hesap edilmemiş politik bir hata yapılmaktadır.
Cumhurbaşkanı Talat bu söylemi ile bile bile ve kasten daha şimdiden çıkmaza girmiş olan müzakerelerin sorumluluğunu hem Kıbrıslı Türklere hem de UBP’ye yüklemenin zeminini hazırlamıştır.
Çok değil daha birkaç gün evvel Rum Cumhurbaşkanı Hristofyas “Müzakereler iyi gidiyor” mealinde beyanat verdiği için Downer’i resmen azarladı ve güney Kıbrıs’ta yapılan bir tören sonrasında da “Talat 19 Nisan seçimleri nedeni ile böyle konuşabilir ama müzakerelerde herhangi bir ilerleme yok” diyerek 2009 sonunda müzakerelerin bitmeyeceğinin ipuçlarını verdi.
Zaten aynı çerçevede bir söylemi de Rum Cumhurbaşkanı sözcüsü Stefanu, bir kaç gün evvel dile getirmişti.
19 Nisan seçimlerinden sonra oluşacak hükümet, Cumhurbaşkanı Talat’a KKTC’nin Cumhurbaşkanı olduğunu hatırlatacak ve KKTC ile Kıbrıslı Türklerin çıkarları doğrultusunda müzakereleri sürdürmesini isteyecek.
Anlaşılan müzakereler devam edecek ama Talat da artık başına buyruk olamayacak ve tek başına bu müzakereleri sürdüremeyecek.
Tutanaksız baş başa görüşmeler ise bir daha hiç olmayacak.
KKTC’de yapılacak olan 19 Nisan “Erken Milletvekilliği” seçimleri belli ki birilerini ürkütmüş.
Ürkenlerin bir kısmı yurt içinde, bir kısmı da yurt dışında.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti halkına, yani Kıbrıslı Türklere ne düşündüklerini soran yok. Nasıl bir gelecek ve nasıl bir çözüm istediklerini de soran yok.
KKTC’deki mevcut hükümetin büyük ortağı CTP (Cumhuriyetçi Türk Partisi), 19 Nisan “Erken Milletvekilliği” seçimlerinde 24 Nisan 2004 Referandumunun diyetini ödüyor.
Papadopulos bu diyeti çoktan ödedi.
Önce 17 Şubat’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı 1.ci tur seçimlerini kaybederek ödedi. Arkasından kalbi, kendini 1958’den beridir halk kahramanı olarak gören Papadopulos’un hayal kırıklığını taşıyamadı ve iflas etti.
Türk tarafındaki fatura da CTP’ye çıktı.
Papadopulos’a faturayı AB ve ABD kesmişti, CTP’ye de bu faturayı Kıbrıs Türk halkı kesmeye hazırlanıyor.
2005 yılında yapılan erken seçimlerde, 2004 Referandumunda özellikle Avrupa Birliğinin ve ABD’nin “Kıbrıslı Türkler EVET desin” diye çuvallarla döktükleri paraların yarattığı yapay umutlarla iktidara gelen CTP, süreç içinde verilen vaatlerin hiç birinin yerine getirilmemesi nedeni ile çok zor duruma düştü.
Meydanları dolduranlar, yalan vaatlere kananlar, sözde çözüm için mücadele edenler ve bu nedenle de Annan Planına “EVET” diyenler şimdi çok pişman.
Yaşadıkları düş kırıklıklarına bir de KKTC’nin kasten veya beceriksizce yönetim nedeni ile ekonomik olarak iflas ettirilmesi de eklenince değil pişman, bin pişman oldular.
Kıbrıs Türk halkının yaşam ve istek öncelikleri arasında uzun bir müddet ilk sırada tuttuğu “Müzakereler ve Kıbrıs sorununa çözüm” konusu da belli ki bu dönemde hayli gerilere düşmüş.
CTP’nin son 6 yılda yaratmayı başardığı ekonomik kaosun sonuçları, Kıbrıs Türk halkının yaşam ve istek öncelikleri sırasını geçmişe göre alt üst etmiş ve şimdi hiçbir seçmen Talat’ın Hristofyas ile ne konuşup ne anlaştığının umurunda bile değil.
Cebi fena halde yanıyor ve buna da acil bir çözüm istiyor.
CTP hükümetinin bir anda, zaten yıllar itibarı ile çok şişmiş olan Kamuya, sözleşmeli, 03, danışman, uzman ve diğer başlıklar altında yedibin kişiyi gereksiz yere sokuşturması, vatandaşın sırtındaki vergilerin roket hızıyla artmasına neden oldu.
CTP hükümeti bu giderleri karşılamak için hayali ve çağdışı vergileri ya hortlattı ya da yarattı.
Kimin aklına geldiyse, bundan elli sene evvel İngiliz Sömürge idaresinin uyguladığı sol direksiyonlu arabalara takılması gereken işaretleri, Bakanlar Kurulu tüzük çıkartarak zorla vatandaşlara çifti 25 TL’ye sattı ve hazineye 2.5 milyon TL gelir sağladı.
Hiçbir Allah’ın kulu da çıkmadı ve Bakanlar Kurulunda konu görüşülürken, İngiliz bu işaretleri şart koşuyordu ama o dönemlerde araçların trafik sinyalleri günümüz kadar gelişmiş değildi ve sağa-sola dönüş işaretleri de yan pencereden dışarı çıkarılan elle veriliyordu. Arkadan gelen aracın sürücüsü, öndeki aracın sürücüsünün ne tarafta oturduğunu anlasın ve ona göre dikkatini yoğunlaştırsın diye bu işaretler konuyordu demedi.
Maksat zaten vatandaştan haraç alıp, gereksiz yere istihdam edilen yedibin kişiyi ödemek olduğundan böylesi çağ dışı vergiler de bu halkın omzuna diğerleri ile birlikte yüklendi.
Bir kısım KKTC vatandaşı da, CTP hükümetinin geçmişte AKEL ile kapalı kapılar ardında, Türk askerini ve Türkiye’den gelip adamıza yerleşen kardeşlerimizi geri göndermek konusunda anlaşma yaptığını ve bu nedenle de KKTC’yi batırma noktasına kasten getirdiklerini iddia etmektedir.
Zaten zaman zaman da Hristofyas, bu iddiaları doğrular şekilde üstü kapaklı olarak CTP ile geçmişte anlaşmalar yaptığını ve Talat’ın bu anlaşmalara uymadığını da dile getirmektedir.
Şimdi bunların faturası CTP’ye çıkarıldı.
Gerek özel kuruluşların gerekse de Eurobarometre’nin yaptığı son kamuoyu araştırmalarında UBP (Ulusal Birlik Partisi) %47-49 düzeyinde giderken ve yükselen bir grafik çizerken, CTP’de %25-27’lerde kalmış ve düşen bir grafik çizmekte.
Cumhurbaşkanı Talat’ın birkaç ay evvel yaptırdığı Kamuoyu yoklaması da aynı sonuçları veriyor ve üstelik 2010 Nisan’ında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimini de işler böyle giderse kazanamayacağının işaretlerini de veriyor.
Belli ki KKTC halkı bedeli CTP’ye ödetmeye ve CTP’den kaçmaya karar vermiş.