Hristofyas ile Talat’ın müzakere programı yaklaşık olarak belli olmaya başladı.
KTFD Meclisinde 1976 yılında kabul edilen ve günümüze kadar 22 kez ilave yapılan veya bazı maddeleri değiştirilen 5/76 Sayılı Seçim ve Halkoylaması Yasası Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin başlangıç tarihini belirliyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri Anayasamıza göre 11 veya 18 Nisan 2010 tarihinde yapılmak zorunda. Seçim dönemi 5 yılı aşamayacağına göre büyük bir olasılıkla 11 Nisan 2010, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı gün olacak. Tabii son karar Yüksek Seçim Kurulu’nun.
Benim yazımdaki tarihler, seçimin 11 Nisan 2010’da yapılacağı öngörüsü üzerine kuruludur.
Seçim ve Halkoylaması Yasasındaki Madde 20.(3) doksan günlük bir süreye işaret ediyor. Eğer Cumhurbaşkanı adayı siyasi bir partinin adayı ise, söz konusu siyasi parti seçimlerden en az 90 gün evvel yani 11 Ocak 2010 tarihinde kurulmuş olmak zorunda.
Madde 11.(1) Seçim döneminin seçim gününden 60 gün önce başladığını belirtir. Bu maddeye göre yasakların da yürürlüğe gireceği seçim dönemi 10 Şubat Çarşamba günü başlayacaktır.
Madde 37.1.(A) daimi seçmen kütüklerinin düzenlenmesini emretmektedir.
30 Nisan 2006’da yapılan nüfus ve konut sayımı sonuçları 14 Şubat 2007’de resmen açıklanmıştı. 2010 yılının Haziran ayında, büyük bir olasılıkla da 20 Haziran da, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilaveten yerel seçimler de yapılacağından ve de eldeki sayım bilgileri de 4 yıllık olacağından bu yıl nüfus sayımı da yapılabilir.
Liderler Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle müzakerelerin Şubat’tan itibaren sekiz haftalık bir kesintiye uğrayacağı varsayımından yola çıkarak kendi aralarında yaptıkları bir “Fikir Birliği” uyarınca Ocak ayından itibaren yoğun müzakerelere başlamak yönünde bir karar aldılar ama evdeki hesap çarşıya pek uymayacak gibi gözüküyor.
KKTC Cumhurbaşkanlığı ve Yerel seçimlerindeki gereksinimler ve hareketlilik, Cumhurbaşkanlığı seçim döneminin varsayılandan daha da erken başlayacağına işaret etmektedir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hesapları Derviş Eroğlu’nun başarısızlığı üzerine kurulmuştu. Bir enkaz bırakılacaktı ve alınacak erken seçim kararı ile de bu enkaz Derviş Eroğlu’nun sırtına yüklenerek, başarısızlıktan sorumlu tutulacak ve seçimleri kaybetmesi sağlanacaktı.
19 Nisan 2009 seçimleri ile iktidara gelen Derviş Eroğlu Başbakanlığındaki UBP hükümetinin KKTC Hazinesini bir evvelki iktidar tarafından kasten içine düşürüldüğü mali krizden kurtarmayı başarması hesapları fena halde bozdu.
Hristofyas’ın “Takvimleri, Hakemliği ve Beşli görüşmeyi” reddetmesi ise bozulan hesabı, içinden çıkmaz hale getirdi.
Şimdi yeni bir senaryo ortaya kondu.
Nereden çıktığı ve niye masaya konduğu açıkça bilinmeyen “Yaklaşık Anlaşma Metni” kavramı ortaya atıldı ve yeni hesaplar da bu metin üzerine kurulmaya başlandı.
BM’nin ABD’nin ve AB’nin şimdi görünen somut hedefi seçim hazırlıkları ve seçim yasakları başlamadan evvel “Yaklaşık Anlaşma” Metni adı verilen bir mutabakatın üzerinde anlaşmaya varıldığının Cumhurbaşkanlarınca beyan edilmesi.
İllaki böylesi bir metin açıklanacak ve seçilecek olan Cumhurbaşkanı da bu şekilde ileride değişmesi olanaksız bir “Görüşme Zemin”ine bağlı kalmaya zorlanacak.
Bu nedenle bu metnin açıklanması çok önemli.
Bu yeni strateji tamamen Derviş Eroğlu’nun seçimi kazanacağı varsayımı üzerine kurulu. Talat seçimleri kazanırsa sorun yok. İki lider bıraktıkları yerden devam edecekler.
Ama Derviş Eroğlu seçimleri kazanırsa, müzakereleri sil baştan etmek veya kendi istediği koşullarda müzakereleri başlatması olasılığı çok yüksek.
Bunu önlemenin de tek yolu “Yaklaşık Anlaşma Metni”nin seçimlerden önce ilan edilmesi ve Eroğlu’nu iki liderin bıraktığı yerden müzakerelere devam etmek seçeneksizliği ile karşı karşıya bırakmak.
Gelişmeler, “Yaklaşık Anlaşma Metni” adı verilen bu mutabakatın çok yüzeysel içerikle açıklanacağı ve asıl önemli başlıklar olan Güvenlik, Garantiler, Kısmi KKTC vatandaşları ve Toprak konularının da ancak Temmuz ayında görüşülmeye başlanacağı yönünde.
Tüm sevgili okuyucularımın mübarek KURBAN BAYRAMINI KUTLAR, herkese ailesi ie birlikte sağlık ve mutluluklar dolu bir yaşam dilerim….
Pazartesi günkü yüzkarası mitingden sonra birileri çıkmış ve Atatürk’ümüze Öğretmenler gününü bahane edip bir mektup yazmış.
Ellerinde, Atatürk’ün can pahasına, kan pahasına, şehitler öksüzler pahasına kurduğu Türkiye’mizin halk iradesinin temsil edildiği “Türkiye Büyük Millet Meclisi”nde, o dönemde görev yapan Milletvekillerinin yasallaştırdığı “Bayrak Kanunu”na uygun bir Türk Bayrağını, KKTC’nin demokrasisine karşı yaptıkları yüz karası mitingde bulundurmayı zül sayan kişiler Atatürk’e mektup göndermişler.
Türk Bayrağını varsın saymayalım, saygıda bulunmayalım ama Atatürk’e mektup yazıp göz boyayalım diye düşünmüşler herhalde.
Atatürk’ümüzün, dönemin tabiri ile “Yedi düvel ile savaştıktan” ve onları yendikten sonra kurmayı başardığı Türkiye’mizi, kan pahasına, şehitler yetimler pahasına uzun bir mücadeleden sonra kurmayı başardığımız “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”mizi asimile etmekle suçlayan kişiler Atatürk’e mektup göndermişler.
Varsın Türkiye’yi suçlayalım, yerin dibine sokalım ama Atatürk’e mektup yazıp takiyye yapalım nasılsa yuttururuz diye düşünmüşler herhalde.
Biz Kıbrıs’lı Türkleri 15 Temmuz 1974 darbesinden sonra yok etmeye hazırlanan Rum ve Yunan Birliklerinin katliamından kurtarıp, şehitler pahasına bizlere hürriyetimizi veren, devlet kurmamızın yolunu açan, Atatürk’ün de başkumandanı olduğu Türk Ordusu’na her fırsat ve olanakta “İşgalci” diyen kişiler Atatürk’e mektup göndermişler.
Varsın hayatlarımızı kurtaran, adanın kuzeyinde özgürce yaşamamızı sağlayan Türk Ordusunu işgalcilikle suçlayalım ama Atatürk’e de mektup yazıp insanımızın gözünü boyar bu ayıbımızı örteriz diye düşünmüşler herhal.
Ellerinde Türkiye’mizin ve de KKTC’mizin bayraklarını bulundarmayan ve bunları taşımayı zül zayan kişiler, birçok ülkenin hayranlıkla ve gıpta ile kıskandığı demokrasimizin beşiği olan Meclisimize sopalarla saldırıp, ülkemizi ve Türkiye’mizi aşağılayıcı sloganlar attılar ama, sonra da Atatürk’e mektup yazıp bu çirkinlikten kurtulacaklarını sandılar. Herhalde insanımızı goho (akılsız) sanıyorlar.
Maaşlarını her ay Atatürk’ün kurduğu Türkiye’mizin gönderdiği katkılardan alan ve de utanmadan “Türkiye, seni de, memurunu da, paranı da istemiyoruz. Çek git” diyen bu kişiler, hem Türkiye’den gönderilen maaşlarını yüzleri kızarmadan alırlar, arkasından Türkiye’ye, Türk Ordusuna, Türkiye’nin KKTC’ye gönderdiği saygın memurlarına söverler, sonra da Atatürk’e mektup yazarlar.
Zannederler ki insanımız aptaldır ve yazdıkları mektuba kanmıştır.
Atatürk’ün baş öğretmeni olduğu ve kurduğu okulların aynısı olan KKTC’deki okulların bilgilerini, KKTC Milli Eğitim Bakanı yerine, sınırın ötesinde ve hala daha ateş kes imzalamadığımız, kağıt üzerinde de hala daha savaş konumunda olduğumuz Rum Eğitim Bakanına götürürler ve sonra da Atatürk’e mektup yazarlar ve şikayet ederler ama yüzleri hiç kızarmaz.
Her başları sıkıştığında Rum’a veya Avrupa Birliğine koşarlar, KKTC hükümetini ve “Dayatmacı Türkiye” tanımı ile Atatürk’ün can pahasına, kan pahasına kurduğu Türkiye’mizi, AB’nin ne idüğü belirsiz veya başkanı Yunanlı olan kuruluşlara şikayet ederler, sonra da utanmadan Türkiye’nin kurucusu, Türklerin babası Atatürk’e mektup yazarlar.
Mektuplarında Atatürk’e “izinden gidiyoruz” derler ama gittikleri yol tam tersinedir.
Bu kişiler, öğrencilere örnek olacağız derler ama ellerinde sopalarla halkın iradesinin yansıdığı Meclisimize ve bizim evlatlarımız olan polisimize saldırırlar. Amaçları KKTC Meclisini zorbalıkla kapatmak, devlet iradesini de kaba kuvvetle yıkmak olmasına rağmen Atatürk’e mektup yazarlar ve KKTC’yi şikayet ederler. Üstelik bir de “İzindeyiz Atam” derler.
Atatürk öğretmenlerin eline kalemi ve bilgiyi yakıştırmış, sopayı ve devlete saldırıyı değil.
Atatürk kime inanacaktı acaba.
Kurduğu Türkiye’ye dil uzatanlara mı, Başkomutanı olduğu ordusuna “İşgalci” diyenlere mi, üzerinde resmi bulunan Türk parasını istemeyenlere mi, Türk bayrağı yerine Rum veya Avrupa Birliği Bayrağını tercih edenlere mi, yoksa KKTC’yi yaşatmak için her tür zorluğu göze alanlara mı?
Atatürk yaşasaydı çok iyi bilirdi kime inanacağını ve bunlara da ne yapılması gerektiğini…
Halkın büyük çoğunluğunun bu protesto mitinglerinin arkasında olmadığı kesin.
KKTC Meclisine karşı yapılan tecavüz, halkın temsilcilerine karşı yapılan tecavüz halka karşı yapılmış bir tecavüzdür.
Hele de bu mitinglere katılan kişiler, miting alanına ellerinde sopalarla gelmişlerse, amaçlarının halkın iradesini zorbalıkla değiştirmek istediklerini ortaya koymaktadır.
Demokrasiyi içlerine sindirememiş kişilerin yöntemidir, sopalarla, zorbalıkla fikirlerini kabul ettirmek.
Üstelik “Bu gün kendimizi polislere tutuklattırmalıyız” zihniyetini taşıyan kişilerin, Mecliste yasalaştırmaya çalışılan yasa önerisinin içeriği ile bir ilgilerinin olmadığı kesin.
Amaç olay çıkarmak ve direkt olarak hükümete, dolaylı olarak da anavatana dil uzatmak.
Mitingin adını da “Göç yasasına hayır” koyumuşlar.
Aslında mitingin adını “KKTC’yi yok etmek mitingi” koysalardı daha inandırıcı olurlardı. Nerede bir KKTC’ye inanmamış sendika ve kuruluş varsa bu mitingde yer aldı.
İşe yeni girecek devlet memurlarının maaşlarının yasalaştırılmaya çalışıldığı saatlerde, kapının dışında provokatörlerin önderliğinde devlet memuru olmayan kişiler tarafından yapıları miting pek de inandırıcı değildi.
Zamanlama ise sanki bir tesadüf.
Tam da görüşmelerin 2. aşamaya geçtiği, esasa ilişkin konuların görüşüldüğü ve referandum olasılığının kulaklara çalındığı bir dönemde, Rumlarla birlikte yaşamayı arzu eden, uzun bir müddet KKTC kelimesini ağzına almamış, KKTC’ye inanmayan, asker ve Türkiye düşmanı kişilerin çoğunlukta olduğu bu mitingin yapılması hiçte raslantı değil.
Bana 24 Nisan 2004 tarihinde yapılan Annan Planı Referandumunda KKTC halkının “Evet”ini almak için 2002, 2003 ve 2004 yıllarında yapılan eylemleri hatırlattı aniden.
Akıtılan milyonlarca Avro ve ABD’den gönderilen otuz milyon dolarla satın alınmış kişilerin kurdukları yapay dernekler, sivil toplum örgütleri, iki toplumlu faaliyetler, mavi bayraklı mitingler, Türkiye aleyhine söylemler ve Rumlarla birleşmek yolunda söylenmiş yalanlar geldi aklıma.
Pazartesi günü Meclisimizin, yani halkın temsilcilerinin görev yaptığı demokrasimizin beşiği Meclis binamızın önünde yapılan çirkin miting ve özelliklede kuralları hiçe sayıp polisin geçilmemesi için oluşturduğu çizgiyi zorbalıkla geçmeye çalışmak, hiç te sendikal hakların istendiği bir miting mantığı değildi.
Bu kişilerin davranışları, miting yapmaktan çok, KKTC’yi sembolik olarak yıkmaya ve yoketmeye yönelik bir davranışın başlangıcı gibiydi.
Çok tipik bir mitingdi bu. Aynen Kıbrıs Rum yönetimi Başkanı Dimitris Hristofyasın emrindeki Rum gizli servisi KİP ve Yunanistan Gizli Servisi, EYP (Ethniki Ypiresia Pliroforion)’nun geçmiş dönemlerde tertip ettikleri mitinglere benziyordu.
Sistem, uygulama, pankartlar, polise saldırı, huzursuzluk yaratma ve sloganlar çok tipikti.
Belli ki bizleri önümüzdeki aylarda ve özellikle de gerek olası bir referandumda gerekse de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde profesyonel provokatörlerin yöneteceği evvelki günküne benzer daha bir çok çirkin mitingler ve KKTC halkına huzursuzluk verecek eylemler bekliyor.
Bu oyunlara hiç gelmedik ve asla da gelmeyeceğiz.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı R. T. Erdoğan’în Kıbrıs sorununun çözülmesine yönelik yapıcı bir adım atmak için yapmış olduğu “Beşli Görüşme” çağrısına Hristofyas niye olumsuz yanıt verdi pek de anlamış değilim.
Hristofyas’ın iddiası, eğer “Beşli Görüşme” olursa, Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumların siyasi eşiti olacakmış ve bu da kabul edilemezmiş.
Sanki bu önerilen “Beşli Görüşme” ilk defa olacakmış ve Kıbrıslı Türkler de Rumların siyasi seviyesine çıkartılacakmış gibi bir hava yaratıyor Hristofyas.
Belli ki geçmişi ve yapılan toplantıları unutmuş Hristofyas.
19 Şubat 1959 tarihli Londra Antlaşaması beşli yapılmıştı ve varılan antlaşmanın altında da garantör devletlere ilaveten Kıbrıslı Türkler ile Rumların imzaları vardı.
1968 yılında Beyrut’da Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf R. Denktaş ve Rum Cemaat Meclisi Başkanı Glafkos Klerides tarafından başlatılan görüşmelerin 1972 yılındaki aşamasında nihai Antlaşmaya gidilirken, görüşmelere, anayasa uzmanlarıyla birlikte Yunanistan ve Türkiye de katılmış ve görüşmeler bir süre Kıbrıs Türk, Kıbrıs Rum, Türkiye ve Yunanistan arasında eşit seviyede “Dörtlü” olarak devam etmişti.
Aynı şekilde 1974 Mutlu Barış Harekatının 2.ci safhasından sonra Cenevre’de yapılan “Barış Görüşmeleri”de Rum ve Yunanlıların itirazlarına rağmen “Beşli” olarak yapılmıştı.
Daha evvel geçmişte asgari 3 kez yapılmış olan bu tür “Beşli Görüşme”ye Rumların neden “Hayır” dediklerini anlamak çok zor.
Anlıyorum ki, Hristofyas’ın niyeti anlaşma yapmak ve Kıbrıs sorununa çözüm getirmek değil. İpe un sermek ve müzakereleri yapay bir şekilde uzatmak.
Ortada belirgin olan bir tek gerçek var, Rumların adada, Türkler ve Rumlar arasında siyasi eşitliğe dayalı bir çözüm istemedikleri ve hedeflerinin de Türklerin ortak olmadığı bir devleti Kıbrıs adasının hakimi ve egemeni yapmak.
Çok değil daha bir kaç gün evvel, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, “Güvenlik ve Garantiler” konusunun görüşülmesi aşamasında taraflar olan Kıbrıslı Türkler ve Rumlarla birlikte 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasına göre garantör ülkeler olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılımıyla bir toplantı yapılmasının kaçınılmaz olacağını söyledi.
Zaten Garanti ve İttifak Antlaşmasının, 19 Şubat 1959 tarihli Londra Antlaşamasının ve de 2.ci Barış Harekatı sonrası yapılan “barış Görüşmesinin” altında da garantör devletlere ilaveten Kıbrıslı Türkler ile Rumların imzaları var.
Beşli Görüşmeler ve altında beş tarafın imzalarının bulunduğu Antlaşmalar ilk defa olacak da değil.
Birbaşka gerçek de, Hristofyas Kıbrıslı Türkleri muhatap kabul etse de etmese de, Garanti ve İttifak Antlaşmasının altında imazaları bulunan İngiltere, Yunanistan, Kıbrıs Rum tarafı ve Türkiye Garantilerin kaldırılmasını, sulandırılmasını veya herhangi değişimi kabul etse bile, Kıbrıslı Türkler 19 Şubat 1959 Londra antlaşmasının tarafı olduğu için, bu değişikliğe “Evet” demedikçe bu antlaşmanın değişmesi olası değil.
Bu gerçek benim vgarsayımım veya uydurmam değil, Uluslararası Hukukun değişmez bir temel kuralı.
Zaten Cumhurbaşkanı Talat da daha dün “Güvenlik ve Garantiler konusunu görüşmeye kalktığımızda, 3 garantörün olmadığı bir toplantı düşünülemez. Konu doğrudan onunla ilgilidir. 2 taraf, 3 garantör bir araya gelmek zorundadır. Aksi halde Garanti ve İttifak Anlaşmaları Kıbrıs sorununun bir parçası değilmiş gibi çekip çıkarmamız lazım oradan. O da aynen kalacak demektir o zaman” diyerek tüm gerçeği yalın bir şekilde ortaya koydu.
Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasal düzenini güvence altına alan, çözümde son sözü söyleyecek taraflar ve doğrudan yükümlülük sahibi olan üç garantör ülkenin adadaki iki halkın temsilcileri ile bir araya gelip, Beşli toplantı yapmaları son derece normal bir davranış.
Kıbrıslı Türkler bu tür görüşmelerde taraf olamayacaksa kim olacak başka.
İngiltere’siz “Dörtlü” veya üç garantörle birlikte Kıbrıs Türk ve Rum temsilcilerinin katıldığı ”Beşli Görüşme” önerisinin reddedilmesinin Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünü savunanın aslında Kıbrıs Türk tarafı olduğu değil, Kıbrıs Rum tarafı olduğununun en güzel bir ispatı ve göstergesidir.
“Sanal Eğitim”, bunun İngilizce tanımlaması “Virtual Learning”.
Şimdi nerden çıktı bu diye düşündüğünüzden de eminim.
Üstelik benim yazılarımın içeriği, formatı veya ana teması ile de pek ilgili değil bu başlık.
Girne’de bu sene kapılarını öğrencilerimize açmış bir okulumuz var. Adı “THE ENGLISH SCHOOL OF KYRENIA”. “Girne’nin İngiliz Okulu” da diyebilirsiniz, “Girne İngiliz Okulu” da diyebilirsiniz Türkçemizde.
Amacım okulu tanıtmak değil.
Amacım bu okuldaki bir uygulamayı ve hayran kaldığım bir eğitim anlayışını sizlere aktarabilmek.
Okul eğitmen kadrosunun yabancı öğretmenlerini İngiltere’den getirmiş. Her sınıfta bir Türk ve bir İngiliz öğretmen bulunuyor.
Okulda verilen eğitim, Milli eğitim Bakanlığından onaylı ve Bakanlığın da denetimi altında.
Buraya kadar her şey normal.
Okullarımızın Milli eğitim Bakanlığı tarafından 1 Aralık’ 2009 Salı gününe kadar “Domuz Gribi” nedeni ile tatil edilmesi sonrasında, bilgime gelen bir uygulama benim çok dikkatimi çekti.
Daha doğrusu hem dikkatimi çekti, hemde beni hayran bıraktı.
Okulların tatil edildiğinin ertesi günü, yani dün, benim İngilizcem ile adını “Girne İngiliz Okulu” olarak çevirdiğim bu güzide eğitim yuvasının öğretmenleri tam kadro okulda toplandılar ve “Biz öğrencilerimiz için ne yapabiliriz, öğrencilerimize eğitim vermeye nasıl devam edebiliriz”i tartışmaya başladılar.
Toplantı sonucu varılan alınan karar tek kelime ile muhteşem.
“Çocuklarımız okula gelemiyor ise biz onlara gideriz” kararı alınır ve çağın eğitim sistemi olmaya aday “Virtual Learning”, Türkçe çevirisi ile “Sanal Eğitim” veya “Sanal Öğrenme” uygulamaya konur.
Öğretmenler önce öğrencilerinin velileri ile temasa geçerler ve düşüncelerini aktarırlar, “Eğitime ara vermek yok”.
Sonra da harıl harıl ödevleri ve sınıf çalışmalarını bilgisayar ortamında hazırlayıp öğrencilere gönderirler.
Şimdi öğrenciler evde ve bilgisayar başında, öğretmenler de okulda öğrencileri ile iletişim içinde ve eğitim de tam gün devam ediyor.
Domuz Gribi için alınan önlemler sonucu okul kapalı ama eğitime ara verilmemiş.
Dün bu çalışmayı keyifle izledim ve bilgiler aldım.
Okulun kurucularını, yönetimini ve hocalarını kalben kutlarım.
Eğitim anlayışı dediğin böyle olmalı.
Önce öğrenciler ve eğitim vermek düşünülmeli, Eğitim Bakanlığının aldığı sağlık önlemi kararı nedeni ile okulun kapatılması da tatil olarak görülmemeli, aynen “Girne İngiliz Okulu”nun idarecileri, yöneticileri, öğretmenleri, öğrencileri ve bu öğrencilerin anne-babaları gibi.
Hepsini kalben kutluyorum. Örnek bir davranış sergilediler.
Bakanlar Kurulunun Domuz Gribi’nin yayılmasını önleyici ve toplu ortamlarda olası etkilerinin azaltılması yönünde aldığı okulların kapatılması kararını “Tatil” olarak görmeyip eğitime sanal ortamda devam etmek kararını almak, gerçekten de eğitime gönül vermiş ve bu disiplini içinde taşıyan kişilerin harcı.
Başka bir okul bu uygulamayı başlattı mı bilemiyorum.
Nedense ülkemiz öğretmenlerinde ve eğitim sisteminde bu yetenek ve istek kaybolmuş.
Geriye dönüp bakıyorum.
1980’li yıllarda KKTC liselerinden ve Kolejlerinden mezun olan öğrencilerimizin ÖSYS başarıları ilk üç sıralardayken şimdilerde maalesef yerlerde sürünüyor. Başarının adı bile anılmıyor.
Belki bu yeni kavram, bu yeni eğitim anlayışı, eğitime gösterilen saygı ve verilen önem gene bu başarıları adamıza, bu dünya güzeli küçücük ülkemize taşır.