2009 yılındaki bu son yazımda sevgili okuyucularıma sağlık ve mutluluklar dolu yeni bir yıl diliyorum.
2010 yılının Kıbrıslı Türkler için geçmiş yıllara kıyasla çok daha farklı ve radikal değişikliklerle dolu bir yıl olacağı inancındayım. Gerek iç, gerekse de dış politikada beklenmedik, yeni ve daha evvel hiç yaşanmamış olaylar yaşayacağımız, yeni gelişmelere şahit olacağımız kesin.
Yaşayacağımız değişikliklerin ve yeni gelişmelerin titreşimlerini algılamaya ve işaretlerini görmeye daha şimdiden başladım.
Türkiye için de 2010 çok parlak bir yıl olacak. Yeni kapıların açılımını, bölgesel gücünün artışını ve bölge liderliğini pekiştirmesini gün be gün hep birlikte yaşayacağız.
Güçlü Türkiye, batı ve doğu dünyası için çok önemli bir yerde olan jeopolitik konumunun da katalizör etkisi yaptığı ekonomik ve siyasi yükselişini sürdürürken, kendi topraklarında tam egemen olacak ve Rum boyunduruğu altına girmeyecek KKTC’yi de beraberinde yukarılara çekecek.
2010 yılı Kıbrıs için ve Kıbrıslı Türkler için, yıllardır süren Rum hegemonyasının son bulacağı ve ada üzerinde Rumların yıllardır tek taraflı olarak sürdürdükleri ve 1963 yılının 21 Aralık günü gaspettikleri adanın tanınmış tek devleti olmak olgusunun da dünya politik arenasında zayıflamaya başlayacağı yıl konumunda.
2009 yılında yaşananlar aslında 2010 yılında olacakların adeta bir habercisi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yıllardır süregelen mülkiyet davaları, Yunanlı baş hakimlerin taraflı kararlarına rağmen 2010 yılında radikal değişikliklere uğrayacak ve sonuçları Rumları büyük düş kırıklığına uğratacak. Özellikle KKTC egemen bölgesi içinde bulunan Rum malları ile ilgili talepler için etkin bir iç hukuk yolu oluşturmak amacıyla kurulmuş olan Taşınmaz Mal Komisyonunun hukuki statüsü Rumları büyük bir düş kırıklığına uğratacak.
Hristofyas, Helen dünyası tarafından lanetlenmenin eşiğine adımını attı. Artık geri dönüşü yok. Rum Yönetimi 2013 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir kez daha seçilebilmesi şansı daha şimdiden sıfırlandı. İkinci kez Cumhurbaşkanlığına seçilmesini bir mucize dahi sağlayamayacak. Hristofyas artık politikada kaybetme sürecine girdi. Başarısız politikası kendisini, etrafını bir nakış gibi ördüğü ve çıkış kapısı olmayan bir hücrenin içine hapsetti. Hristofyas’ı artık politik bir ölüm beklemekte, eğer daha önce davranıp siyasi bir harakiri yapmazsa.
Yunanistan’ın çöküşü beraberinde Kıbrıs Rum tarafını ve Almanya’yı da uçurumun kenarına getirecek. Zayıf bir Almanya AB’yi de olumsuz etkileyecek ve AB, gerek Orta Doğu’da gerekse de Kafkaslarda güç kaybına uğrayacak. O vakit Türkiye’nin varlığının ve değerinin farkına varacak.
Rusya, AB’ye rakip olacak bir oluşuma adım atmak üzere. Eski SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) oluşumunu diriltmek çabası içine girecek ve daha evvel SSCB’yi oluşturan devletlerle yeni bir “Birlik” oluşturma girişimi başlatacak. Bu girişim, AB nazarında Türkiye’nin önemini bir o kadar daha arttıracak.
2010 ilginç gelişmelere gebe. Hep birlikte yaşayacağız.
Cumhurbaşkanı Talat ve Hristofyas arasında sürdürülen müzakerelerdeki gelişmeler gerçekten çok ilginç.
Rumların Kıbrıs’ta BM parametreleri içinde bir çözümü ve bu çözüme yol açacak herhangi bir antlaşmayı istemedikleri gün geçtikçe daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor.
Hristofyas ve Talat müzakereleri hızlandırmak için 11, 12 13, 18, 19 ve 20 Ocak’ta yoğunlaştırılmış görüşmeler yapmayı ve kendi aralarında mutabakata vardıkları başlıklarda da bir sonuca varmayı kararlaştırmışlardı.
Yaptıkları ve üzerinde hem fikir oldukları çalışma planına göre görüşmelerin ilk üç gününde “Yönetim ve Güç Paylaşımı”, “Ekonomi” ve “Avrupa Birliği” konularına ilişkin karşılıklı görüş ve tezlerini ortaya koyacaklardı ve son üç günde de nihai kararlar alacaklardı.
İlk mızıkçılık Hristofyas’dan geldi.
İktidardaki Kıbrıs Rum Hükümetinin koalisyon ortakları EDEK ve DIKO her sesini yükselttiğinde ve Hristofyas’ı her sıkıştırdığında, illaki Hristofyas bir geri adım atıyor ve ya söylediklerini inkar ediyor ya da Talat’la vardığı mutabakatı değiştirmeye çalışıyor.
Şimdi de müzakerelerin gidişatını zora sokmak için daha evvel üzerinde antlaşmaya vardıkları görüşülecek konu başlıklarını değiştirmeye çalışıyor. Bahanesi de yoğunlaştırılmış görüşmelerde ele alınmasında mutabakata vardıkları “Yönetim”, “Ekonomi” ve “AB” başlıklarında Talat’ın, “Al-Ver” prosedürünün de uygulamaya konmasının başlatılmasını önermesi.
Hristofyas’a göre yoğunlaştırılmış görüşmelerde “Yönetim”, “Ekonomi” ve “AB” başlıkları yerine “’Toprak”, “Garantiler”, “Mülkiyet” ve Rumların “Yerleşikler” olarak tanımladığı Türkiye kökenli KKTC vatandaşları konularının da masaya konması ve “Al-Ver” sürecinin de bu başlıklarda başlatılması.
Hristofyas, “Kıbrıs Türk tarafı iyi niyet gösterir ve Kıbrıs sorununun çözümünün ana ilkelerini ihlal etmezse ilerlemekte kararlıyım. Bu net olmalıdır” diyor. Yani taviz verilecekse Türkler vermeli, ben de ona göre adımlarımı atayım demek istemekte.
Güzel hoş da, niye hep Kıbrıs Türk tarafı iyi niyet göstermek zorunda müzakerelerin devam edebilmesi için.
Bu güne kadar Rumlar hiç iyi niyetli bir adım attılar mı ki müzakerelerin devam etmesi için. Ne vakit bir antlaşmaya çok yakınlaşılsa, Rumların “Hayır”ı ile müzakereler hep çıkmaza girdi. Kiprianu da aynı tavrı sergiledi, Vasiliou da, Klerides de ve Papadopulos da.
Hele Kiprianu, Denktaş ile bir anlaşma imzalamak zorunda kalınca, Denktaş benim muhatabım değildir bahanesi ile masadan kalkmış ve anlaşmayı imzalamamıştı. Madem Denktaş muhatabı değildi, kiminle görüşmeler yapmıştı onca yıl, Sarıçizmeli Mehmet Ağa’yla mı?
Hristofyas tüm bu kıvırmalarından sonra da şimdi “Hedef Kıbrıs sorununun Nisan ayından önce çözülmesi değildir” söylemine başladı.
Yani yoğunlaştırılmış görüşmelerden herhangi bir sonuç beklemeyin, ben bu görüşmeleri elverdiğince uzatmak niyetimdeyim demekte Hristofyas.
Bu nedenle Ocak ayında yapılacak yoğunlaştırılmış görüşmeler ve Şubat ayında Türk tarafınca başlatılması arzulanan “Al-Ver” sürecine karşın Rumların ortaya koyacakları tavırları, müzakerelerin kaderini belli edecek. Müzakereler Şubat ayı sonlarına doğru ya ciddiyet kazanıp hızlanacak, ya da kopacak.
Bu açık ve net bir görüntü olduğundan BM, yoğunlaştırılmış müzakerelerden olumlu bir sonuç çıkması ve taraflarca kabul edilebilecek bir çözüme ulaşılabilmesi için de 2010 yılı içinde bütün ağırlığını koyacak.
Artık tüm taraflar ve Kıbrıs sorunu ile ilgili kesimler biliyor ki, bu görüşmeler 1968 yılından beridir süren müzakerelerin en sonuncusu ve bir antlaşmaya varılmazsa, adada ortak bir devlet kurulması fikri bir daha ele almamak üzere toprağa gömülecek ve başak bir çözüm tarzı uygulamaya konacak.
Ne Türklerin ne de BM’nin yıllarca Rumların olurunu beklemek gibi bir niyetleri yok artık. Zaten 2014’den sonra AB içinde Rumların sesi soluğu da çıkamayacak.
Müzakerelerin temposu arttıkça ve de beklentiler yükseldikçe, Hristofyas da aynı oranda bunalıma girip açıklar vermeye, hoşnutsuzluğunu ortaya koymaya başladı.
Gaza geldi mi ağzından baklayı çıkarıyor, sıkıştımı da tüm söylediklerini inkâr edip geri adım atıyor.
Noel yortusu münasebeti ile Mağusa’daki sınır bölgelerinde yer alan RMMO mevzilerini dolaşırken Rum askerlerine yaptığı hitabında kafasının ardında sır gibi sakladığı gerçek düşüncelerini, gaza geldiği için elinde olmadan bir bir açığa vurdu.
Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’la uzlaştıkları dışında hiçbir şeyin kendisini bağlamadığını söyleyerek, bugüne kadar verdiği tavizleri geri almak olarak da yorumlanabilecek sözler söyledi.
“Her ne üzerinde uzlaştıysam, başka hiçbir taahhüdüm yok” ifadesini kullanarak, son günlerde koalisyon ortakları DIKO ve EDEK’in baskılarına da dayanamadığını ve daha evvel sıcak bakarak karşı öneriler sunduğu dönüşümlü başkanlıktan, 50,000 kişilik T.C. kökenli KKTC vatandaşının “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti”nin vatandaşları olacağından ve ağırlıklı oy gibi diğer benzeri mutabakatlardan vazgeçtiğini ve günü geldiğinde de cayabileceğini ima etti. Zaten aksini söyleseydi yanlış olurdu. Selefleri hep son dakikada caydılar ve masadan da “Türkler uzlaşmaz” diye suçlamalarda bulunarak kalktılar.
Gerçekte Rum tarafında AKEL – DIKO – KS EDEK koalisyonu birkaç aydır sarsıntı geçirmekte. Koalisyon ortakları adeta pamuk ipliği ile birbirlerine bağlılar ve her an da dağılma krizi çıkabilir.
AKEL ne kadar solcu ise yani solun solunda ise, DIKI ve KS EDEK’de o denli sağın sağında. Aslında KS EDEK Sosyalist Milliyetçi bir parti. Hitler’in “NAZİ – Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi veya orijinal ismi ile Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei ” ile aynı çizgide. Her iki Rum siyasi partisi de Türklere azınlıktan öte haklar verilmesine karşı. Hele Türklerle “Siyasi Eşitlik” veya “Eşit haklarla ortaklık” kavramını değil kabul etmek, düşünmek bile istemiyorlar. Bu nedenle de 2004 yılındaki Annan Planı Referandumunda Rumların “Hayır” demesi için canla başla çalıştılar.
Pazartesi günü DİKO Başkanı Marios Karoyan ve EDEK Başkanı Yannakis Omiru köşke çıkarak Hristofyas ile ayrı ayrı görüşecekler ve müzakerelerin gidişatından duydukları huzursuzlukları dile getirecekler. Herhalde Hristofyas da onlardan duyduğu sıkıntıyı dile getirecek.
Hrsitofyas’ın sıkıntısı sadece DIKO ve EDEK’le değil. Kıbrıs adasında hak sahibi olan ve adada yaşayan iki halktan biri olan Kıbrıslı Türklerle ve Kıbrıslı Türklerin sembolü olan Beşparmaklardaki dünyanın en büyük bayrağı olan KKTC bayrağı ile de ilgili.
Bu sıkıntısını da Derinya’daki RMMO mevzisinde ““Beşparmaklardaki hayali devlet bayrağı ruhumuzdaki çiziktir. Beşparmaklar üzerindeki bu yabancı organın varlığına son vermek için elimizden geleni yapmak zorundayız, -siyasi liderliğin işi budur- ve sizi temin ederim, yapmaya çalıştığımız da budur. Ancak birlik olmak gereklidir” sözleri ile dile getirdi.
“Vatanımızdaki işgale son vermek ve Kıbrıs’ı bölücü hatlar olmadan, yabancı vasiliklerden uzak, özgür hale getirmek için elimizden geleni yapıyoruz” diyerek de müzakerelerdeki hedefini ortaya koydu.
Aslında Hristofyas bayrağımız ile ilgili bu tanımı ile adada yaşayan Kıbrıslı Türklere ne kadar tahammülsüz olduğunu ve Türklerin hiçbir koşulda adanın her hangi bir yerinde, herhangi büyüklükte bir toprak parçasını yönetmelerine sıcak bakmayacağını daha doğrusu asla kabul etmeyeceğini söylemek istedi. Bu düşünce de olan sadece Hristofyas değil tabii. Yediden yetmişe tüm Kıbrıslı Rumlar da aynı görüşte. “Ada bir Rum adası ve Rumlar adanın tümüne egemen olmalı, tümünü yönetmeli ve Türkler de Rum idaresinde kuzu kuzu seslerini çıkarmadan, kendilerine ne denirse yaparak yaşamalı. Veya bu koşulları beğenmeyen de adadan gitmeli ki Kıbrıs adası sadece Rumlara kalsın” düşüncesinde hepsi.
Rumların bu düşünce tarzını ve kafa yapısını, ada üzerindeki emellerini iyi bir organizasyonla ve lobi faaliyeti ile tüm dünyaya anlatmamız gerekmekte.
Müzakerelerden hiçbir yapıcı sonucun çıkmayacağı Hrsitofyas’ıs sadece bu tahammülsüzlüğünden bile belli.
Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Hristofyas arasında Pazartesi günü gerçekleştirilen görüşme ve yoğunlaştırılmış görüşmelerin tarihi ve yerine ilişkin yapılan ortak açıklama sonrasında Hristofyas, Rum Başkanlık Sarayı’na dönüşünde yaptığı açıklamada, müzakerelerde niye isteksiz olduğunu ve niye işine gelmediği vakit ipe un serdiğini çok açık ve net bir şekilde dile getirdi.
Adada yıllarca Rumların neden barış istemedikleri de bu açıklamayla iyice su yüzüne çıktı.
Hristofyas Başkanlık Sarayına dönüşünde yaptığı açıklamada kelimesi kelimesine “Federasyon çözümü zor bir çözüm şeklidir. Kıbrıs’ın doğal koşullarına uygun olmamasına rağmen bu çözüm yolunda ilerlemek zorundayım” sözleri ile düşüncelerini, niyetini, hedefini ve kafasının arkasındakileri iyice ortaya koydu.
Hristofyas’a göre adada federal bir yapıya gerek yok. Rumlar, adada nüfusu daha fazla olan taraf ve (silah zoru ile ele geçirdikleri) Kıbrıs Cumhuriyeti de tanınmış bir devlet. Bu nedenle de nüfusu daha az olan Türklerle Yönetim ve Güç Paylaşımında eşit haklarla Federal bir devlet kurmak yönündeki çözüm şekli çok yanlış bir yöntem. Bu çözüm şekli Kıbrıslı Rumlara, BM ve AB tarafından zorla empoze edilmektedir. Rum tarafı bu baskıyı ve öneriyi kabul etmiş gözüküp müzakereleri beğense de beğenmese de kerhen sürdürmek zorundadır, demektedir Hristofyas açıkça.
Rumların ve Helen dünyası mensuplarının istedikleri ve kendilerince adanın doğal koşullarına uygun olan çözüm de, “Tüm Kıbrıs adasının üniter bir Rum devletinin egemenliği ve hakimiyeti altında olması ve Türklerin de bu devletin içinde azınlık olarak yaşamaları” şeklindedir. Yıllardır da bu doğrultudaki düşüncelerinden de hiç sapmadılar.
Üstelik Hristofyas o denli pişkin ki, karşımda ister Talat olsun ister Nisan 2009 seçimlerinden sonra bir başkası, ben veya 2013’den sonra da benim yerime seçilecek kişi, gene hiç bir konuda anlaşma yapmadan bu görüşmeleri sürdüreceğiz demek istemektedir, açık ve net olarak, taa ki adanın tümünü ele geçirene kadar.
Hristofyas’ın bu sözlerinden sonra müzakerelerden herhangi yapıcı bir sonuç beklemek sadece hayaldir. Eskiler bu tür girişimlere veya çalışmalara “Abesle iştigal etmek” derlerdi yani “Yersiz, yararsız, boş ve anlamsız şeylerle vakit geçirmek”.
Hristofyas’ın Pazartesi günkü açıklamasında sonra 1968’den beri, son 41 yıldır sürdürülen Kıbrıs müzakerelerinin niye bir sonuç vermediği de atalarımızın bu güzel cümlesi ile açık bir şekilde izah edilmekte.
Adada yaşayan iki halkın liderleri olan Talat ve Hristofyas tarafından ağır aksak 2008 yılının Mart ayından bu güne kadar sürdürülmüş olan bu görüşmeler ne açıklandığı gibi Ocak ayında yoğunlaştırılsa da bir sonuç verecek ne de sıkıştırılsa, Rumlar bu kafa ve düşüncede oldukça..
Rum tarafının çözüm konusunda ne kadar isteksiz olduğu ve adada yaşayan iki halkın ortak bir yaşam başlatmasına ne kadar karşı oldukları “Liderlerin kendi aralarında anlaşmaya vardıkları evlerde görüşme” konusunda bile su yüzüne çıktı.
Aslında su yüzüne çıkan, bir AB ülkesi olmasına rağmen Rum tarafında kökleri çok derinlere giden bir “Derin Devlet”in olduğu gerçeği. Sadece bu gerçek bile Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ye hak ettiği için değil, Türkiye’ye karşı piyon olarak kullanılmak için alındığının en güzel ispatı.
Nerede ki Kıbrıs Rum Yönetiminin, beyaz kadın ticaretiyle, uyuşturucu transit merkezi olmakla, kara para aklanma merkezi göreviyle, AB’nin terörist sınıfına soktuğu kuruluşlara yataklık etmesiyle, AB’de yasaklanmış zirai ilaçların ve hormonların kullanılmasına göz yummasıyla ve benzeri yakışıksız faaliyetlerle AB içinde yer alabilecek tıynette bir ülke olmadığı, ABD Dış İşleri Bakanlığının yıllık ülkeler raporlarında bile yazılı.
Liderler, sürdürdükleri müzakerelerin 2010 aşamasında çözüm sürecini hızlandırmak için kendi aralarında tam gün görüşmeler yapmak kararını almaları ve bu tam gün görüşmelerin de 11, 12 ve 13 Ocak’ta Hristofyas’ın “Kellaki” köyündeki evinde, 18, 19 ve 20 Ocak tarihlerinde de Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Girne’deki evinde yapılması konusunda hem fikir olmalarına rağmen, bu mutabakat aniden bozuldu ve liderlerin evlerindeki mefruşatın ve hizmetin yetersiz olacağı gerekçesi ile görüşmelerin liderlerin evleri yerine, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs’taki Özel Temsilcisi Taye Brook Zerihoun’un BM kontrolündeki tarafsız bölge içinde yer alan evinde yapılması kararlaştırıldı. Sanki T.B. Zerihoun’un, en azından yarım asırlık olan evinde özel hizmetçiler, aşçılar, garsonlar ve şefler varmış gibi. Bırakın bu hizmetlilerin varlığını, ki yok öyle bir şey, az sayıdaki eşyalar bile dökülüyor bu evde. Zaten bu nedenle de Zerihoun bu evde ikamet etmiyor ve Lefkoşa’nın Rum kesimindeki bir apartman dairesinde kalıyor.
Aslında bu gerekçe hiçte inandırıcı değil eğer evin içini, olmayan mobilyasını, durumunu ve niye ara bölgede yer aldığını biliyorsanız.
Kıbrıs’taki bu tür toplantı veya görüşmelerdeki yöntem, dönüşümlü olarak tarafların profesyonel kuruluşlardan servis yapacak hizmetli, yemek, tatlı, içecek ve mutfak görevlileri kiralaması şeklinde.
Liderlerin gerek BM kontrolündeki Lefkoşa Uluslararası Havaalanında, gerekse de Ledra Palas’ta yaptıkları görüşmelerde, o gün sıra kimde ise, o taraf yemekleri, içecekleri, tatlıları, ara kurabiyeleri ve hizmetlileri sağlamakta. Görüşmelerin başladığı 1968 yılından beri uygulama aynen böyle.
Annan Planı görüşmeleri döneminde BM kontrolündeki Lefkoşa Uluslararası Havaalanında 38 gün süre ile aralıksız yapılan görüşmelerde bir gün Rum tarafı bir gün de bizim taraf yemek ve içecekleri sağlıyordu. Görüşmeleri organize eden ve hakemlik yapan BM’nin on paralık bir katkısı bile olmamıştı yemek konusunda.
Bu nedenle “Cumhurbaşkanlarının evinde gerekli mefruşatın olmadığı ve hizmetin verilemeyeceği” gerekçesi ile toplantıların Zerihoun’un evine kaydırılması çok inandırıcı bir gerekçe değil. Zerhoun’un evindeki olanaklar gerek Hristofyas’ın gerekse de Talat’ın evindekinden çok daha geride.
Gerekçe aslında çok faklı.
Gerekçe “Rum Derin Devleti”nin Hristofyas’ın KKTC’ye geçerek Cumhurbaşkanı Talat’ın evine gitmesine, Talat’ın da “KKTCB” plakalı arabası ve Türk korumaları ile Rum tarafına geçerek, Limasol’un kuzey doğusunda yer alan Kellaki köyündeki yazlığına gitmesine karşı çıkması.
Dahası da var tabii.
Perdenin arkasındaki doğru gerekçe ise Rum derin Devletinin, Talat’ın güneye geçmesi durumunda “KKTCB” plakalı arabasını ve KKTC forsunu kullanamayacağını, korumalarının silahsız olması gerektiğini, Hristofyas’ın ise Girne’ye gittiği vakit Kıbrıs Cumhuriyeti bayrak ve “PK” plakalı arabası ile sınırda durmadan ve silahlı korumaları ile birlikte gitmesini şart koşması.
Bu koşulları da resmen dile getirerek Kıbrıs Rum halkına duyurmak ta Hristofyas’ın başkanı olduğu AKEL, DIKO ve KS EDEK koalisyon hükümetinin ortakları olan DIKO ve KS EDEK’e düştü.
EUROKO ve EKOLOGLAR’a da “Hık” demek kaldı ve aynı safta yer aldılar.
Hristofyas da ister istemez kulağa hoş gelen bahanelerle ev ziyaretinden caydı ve ilk açıklamayı da BM yetkililerine yaptırdı.
Bu kadar küçük bir detaya ve derin devletten gelen koşula bile karşı koyamayan Hristofyas, müzakerelerin sonunda Kıbrıslı Türklere Cumhurbaşkanlığında, Yönetimde ve Siyasette eşit haklar verilmesine nasıl “Evet” deyip “İmza atacak”, gerçekten de çok merak ediyorum.
Bu müzakereler “Olmayacak duaya Amin” çalışmalarına benzemeye başladı ve sonu da pek parlak gözükmüyor.