Avrupa Parlamentosunda bir müddettir Türkiye aleyhine bir çalışma başlatıldı ve gün geçtikçe de bu çalışma hem hızlanıyor hem de taraftar topluyor.
Özellikle de Rumların, Yunanlıların ve bu ikilinin dostları ile birlikte aleyhte çalışmaları bayağı göze batar hale geldi.
Bu planlı ve hızlandırılmış çalışmaların başlangıcı Eylül 2010 tarihine kadar geri gidiyor.
Kasım ayında açıklanan AB-Türkiye Müzakereleri İlerleme Raporu’nda, Avrupa Birliği, Kıbrıs’taki kapsamlı çözüm müzakerelerinde Türkiye’den “aktif destek beklediği” vurgulanmıştı.
Belgede, Türkiye’nin Ek Protokol yükümlülüklerini “hala yerine getirmediği”nin altı kırmızı kalemle çizilmiş, Kıbrıs Rum kesimiyle ilişkilerini normalleştirme yolunda ilerlemediği belirtilmiş ve AB Komisyonu’nun konuyu yakından izlemeyi sürdüreceği ifade edilmişti.
Aynı belge Mavi Marmara olayını ele almış, Türkiye’nin, son dönemde Suriye ile ilişkilerini kayda değer şekilde geliştirirken, İsrail ile ilişkilerinin özellikle Mavi Marmara baskınının ardından kötüleştiği vurgulanarak Türkiye’ye adeta bir uyarı yapılmıştı.
Sonra da BM Güvenlik Konseyi’ndeki İran’a ilave yaptırımlar oylamasında Türkiye’nin “Hayır” diyerek ABD ve AB ülkelerini desteklemediği hatırlatılarak sitemkar bir dil kulanılmıştı.
Aslında bir tezgahın kurulduğunun habercisiydi bu İlerleme Raporu.
Buram buram Türkiye’yi yıldırmak ve müzakere masasından uzaklaştırmak kokuları saçılıyordu ortaya bu rapordan.
Bu koku şimdi daha da ağırlaştı ve nereden geldiği de belli olmaya başladı.
Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonunda Türkiye ile ilgili Taslak Raporunun ikinci görüşmesi daha yapılmadan, Parlamento’daki siyasi gruplar arasında kulislerde ve koridorlarda Türkiye ile ilgili pazarlıklar aldı başını gitti.
Kapalı kapıların ardında, kahvehanelerde, restoranlarda, odalarda, berberde ve hatta tuvaletlerde bile Türkiye ile ilgili pazarlıklar yapılıyor.
Belli ki Türkiye bazılarının gözünü korkutmuş ve ondan kurtulmamın çarelerini kafa kafaya verip bulmaya çalışıyorlar.
Bu güne değin Rumlar, Yunanlılar ve dostları tarafından Rapora üçyüzden fazla değişiklik önergesi verildi.
Rum, Yunan ve AB’deki Türkiye karşıtları ülkeler, bu sene Kıbrıs konusunu öne sürerek özellikle raporun geçmiş yıllara kıyasla daha da sertleştirilmesi için elden geleni yapıyorlar ve organize bir şekilde çalışıyorlar.
Parlamentonun nabzını iyi yoklayan gazeteci arkadaşlarımdan ve rahmetlik Bora ağabeyimin Brüksel’deki temsilcilik yıllarından bana miras kalan dostlarından gelen bilgiler, Kıbrıs konusunda kabul edilemez birkaç yaptırımın daha rapora konacağı ve Türkiye’yi masadan kalkmaya zorlamak için elden gelenin yapılacağı şeklinde.
Öncelikle, içine Maraş konusunun da büyük bir özenle yerleştirileceği Türkiye’nin hava ve deniz limanlarını Rum bayraklı uçak ve gemilere hala açmadığı konusu vurgulanacak ve Maraş’ın BM Güvenlik Konseyi’nin 550 sayılı kararı uyarınca yasal sahiplerine geri verilmesi gerektiği dile getirilip, yaptırım talep edilecek, tabii komisyonda kabul edilirse.
Avrupa Birliği bu tutumuyla bir “Hristiyan Birliği” olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor.
Türkiye’nin artık kendisine başka bir birlik aramasının veya AB benzeri bir Birliği Orta Doğuda kendi liderliğinde kurmasının zamanı geldi.
Zaten son birkaç yıldır Türkiye’nin komşuları ve dostları ile yaptığı Ekonomik işbirliği anlaşmaları ve karşılıklı vizelerin kaldırılması uygulaması bunun en güzel göstergesi.
Özellikle de yıllardır iç savaş ve çatışmalardan bunalan Lübnan halkının ülkenin içinde bulunduğu siyasi krizi Türkiye’nin geçmişinden gelen deneyimlerle çözüleceğine inanması ve Arapların Osmanlı’dan ayrılmalarını sorgulamaya başlamaları bunun güzel bir işareti.
Bölgemiz gelecek günlerde ve yıllarda önemli siyasi gelişmelere gebe.
Hep birlikte göreceğiz.
Beklenen gün geldi, Cumhurbaşkanları yaklaşık 4 saat görüştü ve kritik olarak nitelendirilen gün geçti, gitti.
26 Ocak’ta Kıbrıs Türk ve Rum Cumhurbaşkanlarının Cenevre’deki görüşmelerinde gerçekte hiçbir ilerleme kaydedilmedi.
Genel Sekreter’in ortaya koyduğu, iki lider arasındaki müzakerelerde ilerleme olduğu değerlendirmesi çokta doğru değil.
Belli ki hem BM Genel Sekreteri, hem de Hristofyas akıllarını kendi seçimlerine takmışlar.
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’da ikinci dönem tekrar seçilmenin hayalleri ile tarafların ve Güvenlik Konseyi Daimi Üyelerinin tepkisini çekmemek için özellikle suya sabuna dokunmamaya gayret ediyor.
Buna rağmen Genel Sekreter Kıbrıs Türk tarafının sunduğu, konunun çözümlenmesi arzusu doğrultusunda ve müzakereleri ileriye götürücü nitelikteki yapıcı öneriler, yol haritası ve müzakereler boyunca takındığı olumlu tutumu nedeni ile duyduğu takdiri de gizleyemedi. Kendisi doğrudan değilse bile yardımcıları, BM’nin ekip olarak algıladıkları bu izlenimi, açık sözlülükle dile getirdiler.
Genel Sekreter Ban, Şubat ayı sonunda Kıbrıs görüşmelerinde gelinen noktaya ilişkin BM Güvenlik Konseyine rapor sunacak.
Şubat ayı sonunda sunacağı raporunu, zaman sınırı olarak ortaya koyarak müzakerelerin ilerlemesine bir ay süre verdi.
Büyük bir olasılıkla Cumhurbaşkanları arasında yeni bir görüşme Mart sonunda veya Nisan başlarında tekrar yapılacak ve Temmuz başına kadar da ara verilecek.
Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun çözüme yönelik yaptığı önerilere karşılık, Hristofyas’ın tavrı tamamen çözümsüzlüğe ve özellikle de zaman kazanmaya yönelik oldu.
Zaten BM’nin ileri gelen diplomatlarının görüşleri, Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas’ın “zamana oynayan bir tutum” sergilediği şeklinde.
Hristofyas Cenevre görüşmesinde 22 Mayıs’ta Rum tarafında yapılacak seçimlere yönelik yatırım peşinde davrandı ve tamamen iç tribünlere oynadı.
Niyeti adaya bir kahraman gibi dönmek ve seçimlere yatırım yapmak olduğundan Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun ilerlemeye yönelik her yaptığı öneriye “Oxi” yani “Hayır” dedi.
Nedense Rumlar “Hayır” demeyi bir kahramanlık sayıyorlar.
Cenevre’ye giderken Hristofyas’ın cebinde Almanya Başbakanı Angela Merkel’in desteği ve verdiği gaz olunca, fütursuzca Eroğlu’nun her önerisine Hayır demeyi belli ki bir kahramanlık olarak görmüş.
Hristofyas’ın aşikar olan iki tane hedefi var ve onlardan da şaşmak istemiyor. Zaten istese de şaşamaz. II. Hrisosotomos iki dakikada aforoz eder kendisini.
Bunlardan birisi zamanı olabildiğince uzatmak, ikincisi de seçimlere yatırım yapmak.
Zaten Cenevre’de de görünür bir biçimde bunların her ikisini de sergiledi Hristofyas.
Mart zirvesinin nerede yapılacağı şimdilik daha belli değil ama Kıbrıs Sorunu bu güne değin çok müzakereler gördü.
Bundan sonra görecek de.
Bu gidişle ve BM’nin bu tutumu ile BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un Kıbrıs Sorunu’nu çözmek gibi şansı ve başarısı da olamayacak.
Belli ki Genel Sekreter, BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyelerinin görüşü doğrultusunda hareket ediyor ve kendine ne söylenirse de onu yapıyor.
Birincil görevinin sorunları çözmek yerine BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyelerinin çıkarlarını korumak olduğu gün gibi aşikâr.
Strateji olarak KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun, Birinci Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ı ve İkinci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ı saraya davet ederek Kıbrıs müzakereleri konusunda toplantı yapması ve durumu hep birlikte değerlendirmeleri de çok önemli bir gelişme.
Bu deneyimli kafalardan çıkacak fikirlerin ileriki aşamalarda önümüzün açılmasına yardımcı olacağı kesin.
Kıbrıs Sorununa barışçıl bir çözüm getirmek için özellikle de Türk tarafı büyük bir çaba içindeyken ve yapıcı öneriler sunarken, müzakere sürecinin çıkmaza girmesinden fayda uman birilerinin olduğu kesin.
Bu birileri Rumları devamlı olarak “Kıbrıs Müzakerelerini” uzatmaya ve kabul edilemez isteklerle müzakerelerin yıllarca sürdürülmesini sağlamaya teşvik ediyor.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Aleksander Downer’in Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu üyesi Stefan Fule ile evvelki gün Brüksel’de bir araya gelip baş başa görüşmeleri boşuna değil.
Downer ısrarla Fule’den arka planda bir ara anlaşmayla Kıbrıs sorununda çözüm ortamı yaratılması için Avrupa’nın nüfuzunu kullanmasını istedi.
Sonra da Avrupa Parlamentosu’nun Kıbrıslı Türklerle Yüksek Seviyede Temas Grubu’nun ileri gelenleriyle bir araya geldi.
Belli ki Downer, Cenevre zirvesinden birkaç gün önce, AB’den kendi rolünü oynaması ve Mart ayına kadar esaslı bir ilerleme çabasına destek için Brüksel’i ziyaret etmek gereğini duydu.
AB içinden birileri ki, başta Almanya, Fransa ve Avusturya gelmekte, Kıbrıs Sorununun uzamasından medet umuyor.
Kıbrıs Sorunu’nun çözümüne ilişkin müzakere sürecinin AB’nin içindeki bu kişilerin Rumlara verdikleri güçle çıkmaza girdiği artık gizlenemiyor da.
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in 11 Ocak 2011 tarihinde Lefkoşa ziyareti ve ziyaret sonrasında söylediği sözler ve yaptığı açıklama, zaten bunun işaretlerini daha onbeş gün öncesinden vermişti.
Kıbrıs Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas’la günün sonunda düzenledikleri ortak basın toplantısında Merkel’in “Rum tarafı onurlu bir anlaşmaya hazırken Türk tarafının bu adımlara karşılık vermediği” sözleri hiçte boşuna değil.
BM Genel Sekreteri’nin ikişer aylık sürelerle müzakere sürecini çok sıkı bir şekilde yakın takibe aldığı bu günlerde Merkel’in bu açıklaması, müzakere sürecini olumsuz etkileyecek güçte.
Bu sözlerin gerçek olmadığını sağır sultanlar bile biliyor ama belli ki Sarkozy ile Merkel’in pek bir haberi yok.
Merkel’in çözümsüzlük nedeniyle Türk tarafını ve özellikle de Türkiye’yi suçlamasına rağmen BM Genel Sekreteri, açıklama ve raporlarında
Rum Yönetimi’ni sorumlu gören bir yaklaşım sergiliyor.
Anlaşılan Merkel ile Ban Ki Moon farklı gözlüklerle Kıbrıs’a bakıyorlar.
Merkel’in Rum tarafını destekleyen açıklaması gerçekte BM Genel Sekreteri’nin süreci farklı bir rotaya yönlendirme olasılığına engel koymak amacını taşıyor.
BM Genel Sekreteri, bu gün Cenevre’de Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum liderleri ile buluşacak.
Müzakerelerde herhangi bir ilerleme olmadığının kaydedilmesi durumunda BM’nin farklı bir müzakere süreci planı olduğu iddiası var.
Bu nedenle de oldukça kritik olarak tanımlanan bu görüşme öncesinde Merkel, Rum tarafına açık destek vermekle kalmıyor ve Kıbrıs Sorunu’nu BM zemininden çıkarıp AB zeminine doğru kaydırmaya çalışıyor.
Rum Yönetimi’nin müzakere stratejisi masada mümkün olduğunca uzun kalmak üzerine kurulu olduğundan AB’den gelen böylesi bir destek aslında Rumların daha işine geliyor.
Rumların hedefi yavaş ilerleyen görüşmelerle zaman kazanmak ve Kıbrıslı Türklerin zaman kaybı haline gelen müzakerelerden sonuç beklemek yerine uluslararası tanınmışlığı bulunan Rum devletinin sunduğu vatandaşlıktan bireysel olarak yararlanmayı tercih etmesini sağlamak.
Buna ilaveten Kıbrıslı Türklerin Türkiye’ye olan güveninin zedelenmesi için de elden gelen her şeyi yaparak bu süreci hızlandırmaya çalışmakta Rum tarafı.
Rum tarafında 22 Mayıs’da, Türkiye’de de 12 Haziran da yapılacak seçimler nedeni ile müzakereler Mart görüşmesinden sonra temmuza kadar askıya alınacak.
1 Temmuz 2011 ile 1 Temmuz 2012 arası görüşmelerin sürdürülebileceği yegane zaman dilim.
Şubat 2013’de Rum tarafında Cumhurbaşkanlığı seçimi var.
Daha şimdiden Hristofyas’ın ipi çekilmiş durumda.
Belli ki bir başkası Cumhurbaşkanı seçilecek.
Bu seferki seçimde Kilise ağırlığını iyice ortaya koyacağından seçim sonrası müzakereler daha da çıkmaza girecek.
Avrupa Birliği istese de istemese de, Türkiye Bölgenin liderlik koltuğuna oturdu bile.
Gelişmeler açık ve net olarak bunu göstermekte.
Türkiye’nin, gelecekte Ortadoğu’da çıbanbaşı olabilecek olan krizlerde yer almasının istenmesi ve kendisinden hakemlik görevini yapmasının talep edilmesi boşuna değil.
Bir ülkenin veya kişinin kendi kendine gelin güvey olarak ben liderim demesi ile lider olunmuyor. Liderlik diğerlerinin istemi ile gerçekleşebiliyor ancak.
Mısır’da Kral Faruk’u devirerek Cumhurbaşkanlığını ilan eden rahmetlik General Cemal Abdül Nasır ile aynı yöntemle iktidara gelmiş olan Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi Başkanı Albay Kaddafi kendilerini Arap dünyasının liderleri diye takdim etmişlerdi ama ne liderlikleri tanınmıştı Arap ülkelerinde, ne de önderlikleri.
2010 yılı sonlarında ve 2011 yılı başlarında Türkiye’nin İran’ın nükleer programı ile Lübnan’daki siyasi kriz gibi iki zor diplomatik meselesini çözmek için devreye girmesi veya devreye girmeye çağrılması, BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya ile, ki bunlara politik arenada “5+1 ülkeleri” denmektedir, İranlı diplomatların, İstanbul’da İran’ın nükleer programını görüşmek için toplanmaları hiçte tesadüf değil.
Soğuk savaş döneminde yaşıyor olsaydık, ya New York’ta ya Moskova’da ya da Londra’da olurdu bu toplantı ama devir çoktan değişti, dengeler bozulalı da neredeyse çeyrek asır oldu.
Türkiye şimdi bölgenin lideri ve anahtar oyuncusu.
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye Dışişleri Bakanlığındaki yetenekli diplomatlarla düşünce ve uygulama senkronizasyonuna girdikten sonra bakanlığının başarısından aldığı güç ve güvenle, bu günlerde adeta taraf ülkeler arasında mekik dokuyor.
Lübnan’daki siyasi krizin çözülmesi için Türkiye Cumhuriyeti’nin arabuluculuk görevini üstlenmesi ve İran’ın nükleer programı üzerindeki görüşmelerin İstanbul’da yapılması, Türkiye’nin Ortadoğu’da nasıl önemli bir oyuncu olarak ortaya çıktığının en güzel ve açık bir şekildeki ispatı.
Türkiye günümüzde, geçmişinden gelen deneyim ve bağlarla Orta Doğu’da Sünnilerle, Şiilerle, Hizbullah’la, İsrail’le ve Washington’la kolaylıkla konuşabilen ve masaya oturabilen, her koşulda diplomatik ilişkiler kurabilen bir ülke.
Benzeri, eşiti ve rakibi yok.
Hiçbir ülke bu denli, bir birlerinin kronik düşmanı haline gelmiş ülkelere kendini, sözü dinlenebilen dost ve yardımcı olarak tanıtabilmiş değil.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 2002 yılından beri yürüttüğü “Komşularla sıfır sorun” politikası aradan geçen uzun yıllar sonrasında meyvesini vermeye başladı. Şimdi hem ekonomisi güçlü, hem de yıllardır uzak durulmuş olan Arap dünyasının desteği Türkiye’nin yanında.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile görüşmesi ise bir başka olumlu gelişme.
Olumlu gelişmeden de öteye Orta Doğu’ya barış getirmek yolunda çok önemli bir adım. Aslında inanılması zor, başarılması güç bir kazanım.
Davutoğlu’nun Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile de görüşmesi, bölgede Türkiye’nin güçlü bir oyuncu olarak yükseldiğini bir başka açıdan da ispatlamakta.
Batı dünyasındaki bazı öne çıkmış ve sözü dinlenen siyasi analistler Türkiye’den, “Orta Doğu’da herkesle konuşabilen, son derece gelişmiş ve etkili bir rol oynayabilen aynı zamanda da çok sayıda Arap ülkesinin lider ülke olarak baktığı bir ülke” olarak bahsetmekte.
Doğal bir gelişme olarak, bu liderliğin etkisi bir gün “Kıbrıs Sorunu”na da ulaşacak ve adadaki çözüm, Rumların isteklerinden ziyade Türkiye’nin istediği bir doğrultuda ve Kıbrıslı Türklerin yıllardır uğradıkları haksızlıkları giderecek bir çözüme kavuşacak.
Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Hristofyas bu günlerde atıp tutuyor, müzakerelerde biraz da yüksekten oynamaya çalışıyor ama gerçekte çok sıkışık durumda ve bu gidişle 2013 Şubatında aday bile olamayacak konuma hızla ilerlemekte.
Uzlaşmaz tutumunun politik hayatına son vereceği kesin.
İşi çok zor.
Dünya üzerinde yaşamını sürdüren her bir devlet, her bir millet bağımsızlığını kazanmak için çok büyük bedel ödemiştir.
Bu bedellerin en büyüğü kanla, canla, şehitlerle, gazilerle ödenenidir.
Kıbrıs’ta dönemin Liderlerinin organizasyonu ile Liseli Türk Öğrencilerin 27 Ocak günü başlattıkları “TAKSİM” lehindeki yürüyüş o güne kadar Rumların “ENOSİS” lehindeki yürüyüşlerine seyirci kalan “İngiliz Sömürge Yönetimi” tarafından şiddet kullanılarak dağıtılmaya çalışıldı. Türk öğrenciler ve onlara katılan halkımız barışçı yürüyüşlerinin şiddetle bastırılmasına sert tepki göstererek İngiliz askeri ve polisine karşı koydular.
İngiliz Sömürge yönetimi cop göz yaşartıcı bomba ve silah kullanarak büyük bir şahlanışa dönüşen gösterileri dağıtmada yetersiz kaldı.
Çatışmalar gösteri ve yürüyüşler ertesi gün de sürerek bütün adaya yayıldı. Limasol, Baf, Mağusa ve Larnaka’da büyük protesto gösterileri oldu.
Bu çatışmalarda 100’den fazla kişi yaralandı, birçok kişi tutuklandı ve yedi de şehit verildi.
27-28 Ocak Direnişi bir kez daha Kıbrıs Türk Halkı dikkate alınmadan Kıbrıs’ta varılacak herhangi bir çözümün yaşama şansı olmadığını gözler önüne serdi.
Biz Kıbrıslı Türklerin varoluş mücadelesinde 27-28 Ocak 1958 mitingi ve şehitleri, bir dönüm noktasını oluşturmuş, ana vatan Türkiye’mizin bakışlarını da Kıbrıs’a çevirmesini sağlamıştı.
Adadaki varlığımızın kabul edilmesinin, Kıbrıs Cumhuriyetinin ortağı olmamızın ve 20 Temmuz 1974 tarihinde bağımsızlığımıza kavuşmamızın temelleri 27-28 Ocak 1958 tarihinde yapılan muhteşem mitingde ve o mitingde verilen şehitlerimizle atılmıştı.
Bir başka yılın Ocak ayında da rahmetli Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in “Bir Millet İki Devlet” dediği gibi kardeş Azerbaycan’da da bağımsızlık yolunda benzeri olaylar yaşandı.
70 sene Sovyet İmparatorluğu’nun esaretinde yaşadıktan sonra 1990 yılında bağımsızlığını kazanmak için Azerbaycanlı kardeşlerimiz çok ağır bir bedel ödedi.
Bizler yedi şehit verirken, Azerbaycan’ın işgalci Rus güçlerine karşı direniş gününde 137 kişi öldürülmüş, 700 kişi yaralanmış ve 800’den fazla kişi de gözaltına alınmıştı.
1987 yılında Gorbaçov’un izlediği Glasnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yeniden Yapılanma) politikaları Sovyetler Birliği’nin tüm cumhuriyetlerinde halkların bağımsızlık isteklerini artırdı.
Bunu fırsat bilen Ermenilerin, Şubat 1988 yılında Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesini ele geçirmesine Azerbaycan’da iktidarı elinde bulunduran yerel Komünist Partisi’nin yeterli tepki göstermemesi ülkede milliyetçilik hareketlerinin artmasına ve örgütlü mücadele başlatmasına neden oldu.
Azerbaycan Halkı 2 Aralık 1989 günü Sovyetler Birliğinden ayrılacağını ve Bağımsız Azerbaycan için mücadele edeceğini açıklayınca, dönemin Sovyet yönetimini, Glasnost ve Perestroyka uygulamasının aksine kendini sıkı tedbirler almak zorunda hissetti ve 19 Ocak 1990 günü Bakü şehrinde olağanüstü hal ilan ederek, Azerbaycanlı kardeşlerimizin sokağa çıkmasını ve miting alanlarına giderek bağımsızlık isteme haklarını kısıtladı.
Bununla da yetinmeyen Moskova Yönetimi, “Darbe” manasındaki “UDAR” kod adı ile19 Ocak 1990 gecesi 35 bin kişilik ağır silahlarla donatılmış “Alfa” birlikleri ve “DTK-a” adlı özel imha birlikleriyle Azerbaycan’ın başkentini işgal harekâtına başladı.
Dönemin en güçlü saldırı silahları olan T–72, T–80 ve BMP–3 tankları şehre girip, bağımsızlık mitinglerinin yapıldığı Azatlık (Özgürlük) Meydanı’nı kuşatırken, caddelerde de önlerine çıkan her şeyi ezip üzerinden geçtiler ve araçların yanlarındaki piyadeler de her yanı kurşun yağmuruna tutarak katliam yaptılar.
Azatlık Meydanında olan halkın en büyük silahı bağımsızlığa olan inancıydı ve “Bağımsızlık için ölünecek gün bu gündür” diyerek tankların önüne etten duvar örerek durdurmaya çalıştılar.
Ruslar 70 yıl boyunca sömürdükleri Azerbaycan’ı petrolü ve doğal gazı nedeni ile elde tutmaya çalıştılar ama başaramadılar. Azerbaycanlı kardeşlerimizin direnişi bağımsızlıkla son buldu.
20 Ocak Şehitleri ve Ermenistan’ın askeri saldırısına karşı koyarken şehit olanlar Bakü’nün en yüksek noktalarından birinde her bir Azerbaycanlı için mukaddes bir mekan olan “Şehitler Mezarlığı”na gömüldü.
Her yıl 20 Ocak’ta binlerce insan burayı ziyaret eder, vatanın özgürlüğü ve istiklali uğrunda canlarından geçmiş Azerbaycan evlatlarının aziz hatırasını yad eder.
Ruhları şad olsun.
20 Ocak 1990 gecesi Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de karanfiller ağlamaya başlamıştı, şimdi artık gülüyorlar.