BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer’in Cuma günü Lefkoşa’daki ara bölgede yer alan Ledra Palas’ta yaptığı basın toplantısına, “Ne diyecek acaba” diye büyük bir merakla katıldım.
Tüm deneyimim ve tahminlerime rağmen, saf saf önemli bir şeyler söyleyebileceğini düşündüm Downer’in. Ufak da olsa bir ümit vardı içimde.
Alexander Downer basın toplantısında politikanın doğası olarak hiçbir şey söylememeye çalıştı ama satırların aralarında da şeytanlar yuva yapmıştı.
“BM müzakerelere olduğu şekliyle devam edemez. Taraflar, müzakerenin nasıl yapılacağında anlaşmaya çalışacaklar. Kapsamlı çözüm müzakeresi yerine, müzakerenin nasıl olacağını ve sonuç üreten bir müzakere masasının nasıl olması gerektiğini konuşacaklar” dedikten sonra“Pes Ettik” diye fısıldadı kulağıma.
Son yazdığım kelimeler işin şakası ama basın toplantısında söylediklerinden anladığım gerçekten BM’nin pes ettiğiydi.
Açık ve net olarak BM’nin başarısızlığını ortaya koymadı ama satır aralarına gizlediği şeytanlarla bu ifadeyi dolaylı olarak dile getirdi.
BM tüm çabasına, uyguladığı baskılara ve yaptığı şantajlara rağmen başarısız oldu Kıbrıs müzakerelerini sonuçlandırmakta.
Bu noktada bir evvelki BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Ban Ki Moon’dan çok daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
En azından tarafları sopayla masaya oturtmuş, zaman kısıtlaması getirmiş, görüşmelere yönetici olarak hakem de koyarak belli bir süreç içinde adına Annan Planı denilen bir anlaşma oluşturmuş, taraflara da “Evet-Hayır” veya “Kabul-Red” referandumu yaptırmıştı.
Doğru veya yanlış, iyi veya kötü bir sonuca ulaşmıştı Kofi Annan.
Ban Ki Moon, bütün iyi niyetine ve çabasına rağmen bunu yapamadı.
Şimdi başarısızlığı örtmek ve sorumluluğu tarafların sırtına atmak için yeni bir sürecin kapısını açmaya çalışıyor.
Daha doğrusu açtı da…
Türk tarafı “End Game’den sonra ‘Çok taraflı Toplantı’ çağrısı yapılmazsa masaya oturmayız” dediği için, müzakereleri mevcut koşullar altında devam ettiremeyeceğini çok iyi bildiğinden, müzakereleri kopartmak ve “Buraya Kadar” demek yerine müzakere sayılmayacak bir müzakere süreci başlatarak sorumluluk topunu Kıbrıslı liderlerin kucağına atmayı tercih etti.
Kitaplarda veya başka bir yerde “Politika”nın manasını hiç aramayın boşuna.
“Politika” işte buna deniyor.
***
Çocukken en sevdiğim sosyal oyunlardan bir tanesi de “Telefonculuk” oyunuydu. 7-8 arkadaş yan yana oturup kulaktan kulağa bir tarafımızdakinden duyduğumuzu diğer taraftakine aktarır, zincirin başındakinin söylediklerinin 7-8 ağız ve 14-15 kulakta nasıl değişebildiğine hayretler eder, sonuncu arkadaşın söylediklerine kahkahalarla gülerdik.
Downer’in basın toplantısında söylediklerine göre şimdi yapılacak olan da aynen bu.
Bizim “telefonculuk” oyunundakinden farkı, biraz daha ciddi ve resmi olması sadece.
Downer toplantıdan sonra Kıbrıs’tan ayrıldı ama adada bıraktığı BM İyi Niyet Ofisi elemanları önümüzdeki 2 hafta içinde liderlerle mekik diplomasisi yaparak görüşecekler ve Eroğlu’ndan Hristofyas’a laf taşıyacaklarmış.
Buna görüşmeler “kerhen” ya da “laf ola” devam edecek de diyebilirsiniz.
BM’nin artık bir planı yokmuş ve müzakere sürecini Kıbrıslılar belirleyecekmiş. Mayıs başından itibaren 2 haftalık süreçte BM temsilcileri mekik diplomasisi izleyerek, iki taraf arasında çözüme varacak bir müzakere zemini olup olamayacağı konusunda yakınlaşma arayacaklarmış.
Eğer zemin oluşursa, “Çok taraflı Toplantı” çağrısı yapılacak, oluşmazsa herhangi bir çözüm empoze etmeyecekmiş BM, eski Genel sekreter Kofi Annan’ın yaptığı gibi.
Keşke toplantıda Downer, “Ölme eşeğim ölme” deseydi. Daha net ve açık olarak müzakerelerin geleceğini açıklamış olurdu.
Çözüm ve anlaşma tam manasıyla hikaye.
Kendi başımızın çaresine bakmak çok daha doğru bir strateji olacak, bundan sonra.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
30 Nisan 2012
26 Nisan 2012 Perşembe günü benim için yine tarihi bir gün oldu.
Çok şanslıyım ki ülkemin varoluş ve kuruluş yıllarında birçok tarihi günü yaşama olanağını buldum.
Dün KKTC’nin, Mağusa ili, Sınırüstü köyü batısında TPAO ve KKTC Enerji ve Ekonomi Bakanlığı ortaklığı tarafından işletime sokulan Türk Yurdu-1 Arama Kuyusu’nun açılış törenine katıldım.
Heyecandan ve mutluluktan dizlerimin bağı çözüldü diyebilirim.
Aynı duyguyu 15 Ağustos 1974 günü akşamüstü, bir gün evvel Kıbrıs’ta II. Harekatı başlatmış olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin Mağusa’ya ulaşan 39. Tümenin öncü Mekanize Birliklerini görünce de hissetmiştim.
Az daha sevinçten kalbim duracaktı o anda.
Dizlerim heyecandan boşalmış, neredeyse mevziinin içine yığılmıştım.
Gelen mekanize birliğe iyi Türkçe konuşan Rum Milli Muhafız Ordusu birliği olabileceği endişesiyle hem temkinli yaklaşmış, hem de “İnşallah Türk Ordusudur” diye de gözlerimden süzülen yaşlarla dua etmiştim.
Çok şükür ki gelenler Mehmetçikti ve 96 yıl süren hasret bitmişti.
O günkü heyecanımı ve duygularımı hiç unutmadım; Unutmam mümkün değil zaten…
Barış Harekatı sonrası Kıbrıslı Türklerin ilk Meclisinde Milletvekili olarak yemin ederken, KKTC’nin ilan edildiği gün, Annan Planı Referandumunun sonuçları açıklandığında ve KKTC’yi Türkiye’ye bağlayan boru hattı ile Geçitköy Barajı’nın temeli atıldığı günde de aynı duygu fırtınasını yaşamıştım.
İşte dün de bu bana özgü, tarihi günlere özel aynı duygular içindeydim.
Yanı başımızda anavatan Türkiye’mizi gördüm. Güçlü anavatanımızı.
Gurur duyduğum, övündüğüm anavatanımı tüm haşmetiyle yanımda hissettim yine.
1878’de adanın İngilizlere kiralanmasından ve 1915 yılında da Büyük Britanya İmparatorluğu tarafından uluslararası kurallara aykırı olarak adaya el konulmasından sonra dahi bizleri hiç unutmamış olan Türkiye’miz bizlerle beraber ve bizlere güç katmak için kollarını kanatlarını germiş yanı başımızda duruyordu.
Bir başka gururum da Ekonomi ve Enerji Bakanı olan oğlumun açılış konuşmasını yapması ve bu ortaklığın altında imzasının bulunmasıydı.
Herkesin, tüm okuyucularımın da bu güzel ve onur verici duyguyu bir gün yaşamalarının kendilerine nasip olmasını dilerim.
Her ne kadar sondajlarda başarı oranının, dünya ortalamasına göre yüzde 0.1 yani binde bir olmasına rağmen benim bu bölgede petrol verilerine 2500 metre civarlarında rastlanacağına dair güçlü duygularım var.
İnancımın kökeninde 21. asrın teknolojik aygıtları, TPAO’nun dünyada sondaj aramaları ve petrol kuyusu açan şirketler arasında 11. sırada olması ve Shell şirketinin 1973 yılında bu bölgeden yaklaşık 10-15 km daha batıda hidrokarbon ürünleri araması yapmış olması yatıyor.
Shell şirketi Geçitkale bölgesinde, TPAO’nun sınır üstü köyünde inşa ettiği gibi dev bir arama kuyusu kulesi kurup sondaj yapmamıştı ama o dönemin teknolojisine göre yapılmış aygıtlarla araştırma yapmış, sondaja başlayacağını da açıklamıştı.
TPAO’nun kurduğu dev kule ile 10-15 km daha batıda Shell şirketinin bundan yaklaşık 40 sene önce arama yapmış olmasını kafamda birleştirdiğimde ortaya, tamamen benim değerlendirmelerime göre, Geçitkale ile Yeni İskele arasında bir petrol gölü veya doğal gaz deposu olduğu ortaya çıkmakta.
Her iki ünlü şirketin de, deneyimli personeli ve teknik elemanlarının çalışmaları sonucunda hata yapmış olduklarını düşünemiyorum.
KKTC’de petrol demek, adada barış ve yeni bir gelecek demektir.
Hayırlısı…
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
27 Nisan 2012
Rum Ortodoks Kilisesi Başı II. Hrisostomos’un ve Sen Sinod Meclisinin KKTC’yi tanımamak ve KKTC diye bir devlet yokmuş gibi davranma alışkanlığı var.
Hem Başpiskopos hem de Sen Sinod Meclisi, ruhani yönetim bölgeleri yani Diyakozluğu içinde olmasa da Karpaz yarımadasına göz dikmiş durumda.
Sen Sinod Meclisi tarafından 9 Eylül 2010’da kabul edilen son kilise tüzüğüyle, Karpaz Burnunun en ucundaki Apostolos Andreas Manastırı’nın (Havari Andrew Manastırı) Rum Ortodoks Kilise’sinin tam yetkisine ve Karpaz Bölge Piskoposluğu’nun himayesi altına girmesinin prensip kararı alınmıştı.
Arkasından Karpaz yarım adasını olduğu gibi Metropol, yani dini bölge ilan edildi ve Karpaz Bölge Piskoposu olarak da Piskopos Hristoforu atandı.
Bu atama tabi ki sadece kağıt üstünde.
Kendi kendilerine gelin güvey olan Rumlar Karpaz yarımadası KKTC egemenliği/hükümranlığı altında olmasına rağmen KKTC hükümetine sormadan ve danışmadan yaptılar tüm bu işlemleri. KKTC Din İşleri Dairesi ise muhatap bile alınmadı.
İster alsınlar, ister almasınlar, bu kendi bilecekleri bir iş ancak iş fiiliyata gelince KKTC’yi ve KKTC’nin Din İşleri Dairesini kaale almak zorunda kalacaklarını düşünmeleri gerekirdi.
Sanıyorlar ki adanın tümü kendi hükümranlıkları altında ve istedikleri kararı alıp uygulayabilirler.
Rumların yaptıkları hiçbir politik, siyasi ve devletçi teamüllere uymuyor. Ha Lübnan’daki bir kiliseye Lübnan Hükümetine danışmadan papaz atamışlar, ha KKTC Hükümetine ve yetkili dairesine sormadan ve izin almadan Karpaz Bölge Piskoposu olarak Piskopos Hristoforu’yu atamışlar. Bu iki işlemin arasında hiçbir fark yok.
12 Nisan günü Karpaz Bölge Piskoposu Hristoforu, “Karpaz’a gitmek üzere KKTC’ye yönelik geçişinin Türk makamlarınca engellendiği” iddiasıyla, sabah saat 06.30-08.00 saatleri arasında Metehan (Ay. Demet) sınır kapısında eylem yaptı. İkişer araçla gidiş ve geliş yollarını bloke etmekti Piskopos’un eylemi.
Sözde Karpaz Başpiskoposu Hristoforu, burada yaptığı açıklamada da Kıbrıs Türk makamlarının, “bir aydan beridir kendisine Kuzey’e geçiş izni vermediğini” iddia etti.
Eğri oturup eğri konuşmak yerine, doğru oturup doğru konuşmak gerekiyor.
Eğer Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi ve Sen Sinod Meclisi, KKTC hükümetini tanıyıp Din İşleri dairesini muhatap alsalardı bu tür yasaklamalarla karşı karşıya gelmezlerdi hiçbir zaman.
Tanımayanı tanımazlar, takmayanı da takmazlar. Bu insan doğasının kuralıdır.
KKTC de ‘sorma gir hanı’ değildir.
KKTC hükümetine ve KKTC Din İşleri Dairesine sormadan atadıkları ne sözde Karpaz Piskoposu olarak kendisine, ne de sözde “Omorfo Metropoliti”ne KKTC’ye geçişine izin verilmeyeceği kesin.
İster uluslararası olarak tanınmış bir devlet olsun, ister olmasın, Kıbrıs adasının kuzeyinde egemen ve hükümran bir yönetim varsa, Rum Ortodoks Kilisesi bu devletle ve bu devletin ilgili birimleri ile muhatap olmak ve onları kaale almak zorundadır.
Üstelik her olayı kendine yontan Rum Ortodoks Kilisesinin, Kıbrıs adasının güneyinde yaşayan Müslümanları ziyaret etmek ve kutsal mekanımız olan Hala Sultan Tekkesinde ibadet etmek için Din İşleri Dairesi Müdürüne, eski ismiyle de “Müftü”müze Güney Kıbrıs’a geçişine izin verilmediği zaman niye sesini yükseltip Kıbrıs Rum Yönetimini protesto etmediğini de anlamak güç.
Eğer Rum Ortodoks Kilisesi, KKTC hükümetinden varlığına saygı duyulmasını istiyorsa, önce kendi evinde “karşılıklı saygı”yı tesis etmeli ve KKTC Din İşleri Başkanı ile tüm personelinin güney Kıbrıs’a geçişini kendi hükümetine kabul ettirmelidir.
Sonrasında bu sözde “Omorfo Metropoliti” ile “sözde “Karpaz Piskoposu”nun dini ayin yönetmek üzere KKTC’ye geçişleri için gerekli olan izinleri KKTC Din İşleri dairesi deruhte eder.
Her şey karşılıklıdır. Buna siyasette, politikada ve devletler arasındaki ilişkilerde “Mütekabiliyet” denmekte.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
25 Nisan 2012
16 ve 17 Nisan tarihinde, Trabzon’daki Karadeniz Teknik Üniversitesi Sürmene Deniz
Bilimleri Fakültesi’nde düzenlenen “Türk Deniz Tarihi IV” konferansına katılan
Prof. Dr. Ata ATUN, “20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekatından Sonra KKTC’ye
Yerleşen Karadenizli Tekne Yapımcıları” başlıklı bildirisini sundu.
Sözlü Tarihe dayalı olarak hazırlanan bu akademik bildiri, konferansın başında tüm
katılımcılara dağıtılan bildiri kitabında da 1. sırada yer aldı.
Bildiri,
20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekatı, Kıbrıslı Türklere özgürlüğü getirirken
beraberinde de yaşamın her alanında kendi ayakları üzerinde durmak
zorunluluğunu da getirdiğini, Barış Harekatından sonra Türkiye’nin çeşitli
bölgelerinden Kıbrıs’ın Türklerle meskun kuzey yarısına, Kıbrıslı Türklerle
uzaktan akrabalıkları olanlar, 1923 Lozan Anlaşması ile adayı terk eden Türk
ailelerin genç kuşakları ve yeni bir Türk yurdu olan Kuzey Kıbrıs’ta yeni bir
yaşam kurmak isteyen kişiler gelerek yerleştiğini ve yeni bir hayata başladığını,
ve bunların arasında da, elinde keseri, beyninde gemi yapım bilgileri ile
Karadeniz bölgesinden gelen insanların Kuzey Kıbrıs’a yerleşerek zanaatlarını
devam ettirdiğini araştırarak, belirli boylarda tahta tekneler imal etmelerini konu
olarak ele almıştır.
Yöntem olarak “Canlı Tarih” kayıt sistemi kullanılarak, kişiler ile birebir görüşülerek bildiri hazırlanmış, imal edilen
teknelerin resimleri çekilmeye, planları kayıt altına alınmaya çalışılmıştır.
Bildiri, bu tür faaliyetleri Türk Deniz Tarihine kazandırmak, kimlerin Kuzey Kıbrıs’a
Karadeniz bölgesinden gelerek yerleştiklerini, hangi yörede ahşap tekne üretimi
yaptıklarını, kaç tane ve hangi model ve şekilde tekne ürettiklerini bilimsel
olarak tespit ederek, Türk Deniz tarihi kayıtlarına geçirmeyi hedeflemiştir.
Girne’de Eski Liman mevkiinde küçük tekne tamiri ve yapımına başlayan Eşref Usta [Tel:
0533 872 9351] ile Gemi Konağı’nda kayık tamiri ve imalatı yapan kayıkçı ustası Mustafa Usta’dan [Tel: 0533 847 7870]
bahseden bildiri esas olarak ilk adı ile “Gemyat” ve sonradan değiştirilen adı ile “Shipyard Tersanesi” ile Gazimağusa’da
kayık, römork, tekne ve gemi inşası ile bakım tesisini kuran Karadeniz, Cide’li, Sayın Ramazan Gündoğdu’yu [Tel: 0533 861 0304] ele almış, “Shipyard Tersanesi”ni akademik bir şekilde analiz etmiştir.
Bildiri Sayfası:
1974 Sonrası Kuzey Kıbrıs’ta Deniz Taşıtı Üreten Karadenizliler
Konferans Sayfası:
http://www.deniz.ktu.edu.tr/duim/tdtt/program.html
Rumların yıllardır hayalini kurdukları ve Türkiye’yi dize getireceklerine inandıkları 1 Temmuz 2012 tarihi yaklaşıyor. Neredeyse 2 ay kaldı AB Dönem Başkanı olmalarına.
Rumlarda,- büyük boyutlarda- bu dönem içinde arkalarına diğer 26 AB üyesi ülkeyi de alacakları ve Türkiye’ye istediklerini yaptıracakları inancı hakim.
AB komisyonlarında ve Avrupa Parlamentosunda Kıbrıs ile ilgili her tür kararı çıkarttırabileceklerine inanıyorlar.
Hatta AB’nin politik gücü ile adada yasal olarak varlığını sürdüren Türk Silahlı Kuvvetlerini bile dışarı atabileceklerine ve aynen 1974 öncesinde olduğu gibi adanın tümüne kayıtsız şartsız hakim olabileceklerine inanıyorlar.
Ama gözüken köy kılavuz istemiyor. Bu dönemin Rumlar için çok sıkıntılı geçeceği kesin.
Türkiye’nin “Yarım devlet” tanımı ve “bir adayı bütünüyle temsil etmeyen bir yönetimin tüm AB’yi nasıl temsil edeceği” söylemlerine ilaveten Rum Yönetiminin AB kararlarını dikkate almadan Chariot adlı Rus yapımı silah yüklü bir gemiyi serbest bırakarak Suriye’ye gitmesine izin vermesinin başlarını iyice ağrıtacağı gün gibi ortada.
Başkanlıkları döneminde bir başka sıkıntıyı da Kıbrıs Müzakereleri konusunda yaşayacaklar.
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un Rum tarafının çoklu zirveye olan isteksizliğini dikkat alarak, böyle bir toplantının başarısızlıkla sonuçlanacağı düşüncesiyle zirve çağrısı yapmaktan vazgeçmesi, müzakerelerin kilitlenmesine ve Kıbrıs sorununun da Rumların hiç hoşlanmayacağı bir başka mecraya girmesine yol açacak.
Bu hafta Cuma günü yapılacak Eroğlu-Downer görüşmesinin ardından Kıbrıs Türk Tarafı yeni stratejisini belirleyecek.
Bu yeni stratejinin Rum tarafının hoşuna gitmeyeceği apaçık ortada.
“Çok Taraflı Toplantı” çağrısı yapılmazsa müzakerelere devam edilmesinin bir manası olmayacağı, her hâlükârda da Rum Tarafının AB Dönem başkanlığını devralacağı 1 Temmuz 2012 tarihten itibaren müzakere sürecinin devam ettirilmeyeceği de zaten aylar önce açıklanmıştı.
Cuma günü yapılacak Eroğlu-Downer görüşmesinde Türk talepleri yerine getirilmezse bu süreç başlayacak.
Süreç ile birlikte Rumların sıkıntılı günleri ve kabuslu geceleri de…
Rumların İsrail ile işbirliği içine girerek anlaşmalar yapması nedeni ile başta Filistin olmak üzere tüm Arap ülkeleri ile ilişkileri asgari düzeye inmiş durumda.
Güçlü Türk diplomasisinin bu gerçeği kullanacağı ve devreye girerek İslam İşbirliği Teşkilatını (İİT) ve üyelerini KTC lehinde davranışlar içine girmeye teşvik edeceği kesin.
Somali ve onun gibi Afrika’da Türkiye’nin alt yapı yardımını esirgemediği ve ilişkilerin en yüksek düzeyde tutulduğu ülkelerin KKTC ile ilgili yeni adımlar atması, insanlığın yüz karası ambargoların kırılması ve kaldırılması açısından bir başlangıcı tetikleyebilir.
Türkiye’nin yapıcı girişimleri sonucunda bir müddettir İİT üyesi ülkeler ile Ticaret zaten başlamış durumda.
Bunu büyük bir olasılıkla yeni gelişmeler ve yeni açılımlar takip edecek.
Ban Ki Moon’un aldığı “Çok Taraflı Toplantı” yapmama kararı gerçekte Rum Yönetiminin dar görüşlülüğünü ve sığ dış politikasını ortaya koyuyor. Rumlar “Çok taraflı Toplantı”ya karşı çıkmalarının yanlış bir strateji olduğunun farkına vardıklarında çok geç olduğunu daha 2012 bitmeden anlayacaklar.
“Çok Taraflı Toplantı”yı reddetmeleri, 15 Temmuz 1974’de adayı tümden ele geçirmek için yaptıkları darbenin aynı sonucunu getirecek ve bunu anladıkları vakit de çoktan iş işten geçmiş olacak. Bu sefer adanın kuzeyi, bir daha geri dönmeleri mümkün olmayacak şekilde ellerinden tümden gidecek ve Rumların kuzeye geri dönme hayali müzakerelerin tozlu sayfalarına gömülecek.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
23 Nisan 2012