Rumların Temcit Pilavı: Maraş

Rumların Temcit Pilavı: Maraş

Kıbrıslı Rumların, adada yaşanan sıkıntılara çözüm getirmek için 15 Haziran 1968 yılında başlamış olan müzakerelere devam etmek gibi bir niyetleri yok. Mertçe “masaya oturmak istemiyoruz da” diyemedikleri için bütün yaptıkları, dedeleri olduklarını iddia ettikleri Bizanslıların 2 bin yıllık çirkin entrikalarını günümüze taşıyarak uygulamaya koymak.

 

Bu yolda belirledikleri strateji de belli. Kıbrıslı Türklerden ve Türkiye’den olmayacak bir talepte bulunmak ve Türk tarafı bu isteğe endirekt olarak “Hayır” dediği veya da dolaylı bir yanıt verdiği vakit de, “Türkler adada çözüm istemiyor” deyip yaygarayı koparmak, sonra da Türkleri suçlayıp masadan kaçmak.

 

Bu oyun tavsadı artık.

Rumların bu çirkin Bizans oyununu nasıl sahneye koyduklarına ve masadan Türkleri suçlayarak kalktıklarına en az on kez şahit oldum.

 

Bunun en en çirkinini Rumların 2. Başkanı Spiros Kiprianu yapmıştı. Türkleri suçlayacak herhangi bir gerekçe bulamayınca, müzakere masasında karşısında oturan rahmetli Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf R. Denktaş’a “sen Cumhurbaşkanı değilsin, benim muhatabım olamazsın” diyerek masadan kalkınca müzakereler epeyi uzun bir zaman kopmuştu.

 

Maraş’a gelince; Maraş’ın gerçekte ilginç bir hikayesi var.

İşin doğrusu Gazimağusa şehrinin Rum kesimini oluşturan Maraş bölgesini, 1974 Barış Harekatında biz Mücahitler ve Türk Barış Kuvvetleri sokak sokak çarpışarak almış değiliz.

 

Rumların, 1963-1974 yıllarında Kıbrıslı Türklere uyguladıkları soykırım o denli şiddetli ve korkunç boyutlardaydı ki, 14 Ağustos 1974 tarihinde başlayan 2. Barış Harekatı’nın 2. gününde, Türk Silahlı Kuvvetleri akşam üstü önlerine Rum Milli Muhafız Ordusu askerlerini katarak Mağusa kentine doğru hızla ilerlemeye başlayınca, şehir sakinleri “şimdi bunlar hepimizi kesecekler” diyerek şehri terk etmişlerdi.

 

Türk Silahlı Kuvvetleri ile kucaklaştıktan sonra yaşadıklarımız ise hayli ilginçti. Mücahit rehber olarak bindiğim tank, Maraş’tan Derinya’ya doğru ilerlerken önümüz ve arkamız şehirden araçları ile kaçmakta olan Rumlarla doluydu. Tank komutanına “namluyu arkaya çevirebilirsen iyi olur, bizi arkadan çok rahat vurabilirler” tavsiyesinde bulunduktan sonra, tank durup namluyu arkaya döndürmeye başlayınca, saniyeler içinde arkamızdaki araçlar yan yollardan, hendeklerden, tarlalardan kaçarak ortadan yok olmuşlardı.

 

Barış Harekatından hemen sonra başlayan Cenevre görüşmeleri ile 28 Nisan 1975’da başlayan ve 21 Şubat 1976 tarihinde biten ve 5 etap olarak yapılan Viyana görüşmelerinde Maraş konusu hiç yer almadı.

 

1977 tarihinde adına 1. Doruk Anlaşması denilen Denktaş ile Makarios arasında yapılan ve Federasyon mutabakatına varılan görüşmede de Maraş konusu yok.

 

İlk defa görüşmelerin içinde şartlı olarak 1979 tarihinde adına II. Doruk denilen Denktaş ile Kiprianu arasında yapılan görüşmede Maraş konusu mutabakatın 5. maddesinde yer aldı.

 

Süreç içinde “Maraş’ın bütünlüklü çözümün bir parçası olduğu” görüşü BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Raporu içinde yer alarak, BM müktesebatı haline geldi.

 

24 Nisan 2004 tarihinde yapılan “Annan Planı” referandumu, geçmiş anlaşma ve mutabakatların üzerine bir sünger çekerek bir dizi al-ver kuralı içinde 1963 yılından beri süregelen Kıbrıs sorununa bir çözüm getirecek şekilde hazırlandı ve adada yaşayan her iki halkın onayına sunuldu.

 

Rumların bu referanduma “hayır” oyu vermeleri ile Annan Planı içinde dengeli olarak hazırlanmış tüm “al-ver”ler bir çırpıda yok oldu ve geçerliliğini kaybetti.

 

Şimdi aklına esen her Kıbrıslı Rum bir şeyler istiyor, sanki verecek olan varmış gibi.

Karpazlı Rumlar Karpaz’ı, Omorfolu Rumlar Güzelyurt’u, Girneli Rumlar Girne’yi, Anastasiadis’de Maraş’ı istiyor, hem de karşılığında hiç bir şey vermeden,  “Jest olsun” talebiyle.

 

1963-1974 yıllarında bizlere soykırım uygularken, yakıp yıktıkları Küçük Kaymaklı’yı, Arpalık köyünü ve benzeri şekilde yok ettikleri 101 Türk köyünü  “Jest Olsun” diye bize geri vermişler miydi de, şimdi kendileri Maraş’ı “jest olsun” diye istiyorlar…..

 

Ya da tek yanlı olarak yok ettikleri geleceğimizi, huzurumuzu, mutluluğumuzu, insanlarımızı, kardeşlerimizi, paramızı, evlerimizi, hayvanlarımızı, dükkanlarımızı, zirai ürünlerimizi ve diğer değerlerimizi Mutlu Barış Harekatından evvel bize geri vermişler miydi de şimdi kendileri istiyor?

Yüzsüzlüğün de bir sınırı var ama anlaşılan Rumlarda yüz de yok…

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

7 Ağustos 2013

 

6 Ağustos 2013
Rumların Temcit Pilavı: Maraş için yorumlar kapalı
Okunma 92
bosluk

Milletvekili Yemini Şart mı?

Milletvekili Yemini Şart mı?

28 Temmuz pazar günü yapılan seçimlerde milletvekili seçilen adaylar mazbatalarını, yani milletvekili seçildiklerini teyit eden ve yasallaştıran belgeyi bugün kendi seçim bölgelerindeki İlçe Seçim Kurullarında yapılacak törenle alacaklar.

 

Anayasamız uyarınca sürecin bundan sonraki aşamasında KKTC Meclisi, mazbataların verilmesinden yedi takvim günü sonrasında çağrısız olarak toplanacak. Meclis Başkanı resmen seçilmediği için, seçimi kazanan en yaşlı üye Meclis Başkanlığı görevini, en genç iki üye de Başkanlık Katipliği görevlerini sembolik olarak yerine getirecek ve KKTC Meclisi 8. Dönem çalışmalarına başlayacak.

 

KKTC Meclisinin 1. dönem açılışında ben, seçim kazanmış en genç iki üyeden birisi olduğum için rahmetli Raif R. Denktaş ile birlikte Başkanlık Katipliği görevini yerine getirmiştik.

 

Sürecin 12 Ağustos’ta gerçekleşecek son aşamasında seçimi kazanmış üyeler yemin ederek “Milletvekili” statüsünü resmen kazanacaklar. Yemin etmeyen üye, resmen milletvekili olamıyor Anayasamıza göre.

 

Gerçekte bu “Yemin etmek” kavramı ve töreni bana artık çağdışı bir uygulama gibi geliyor. Asırlar öncesinden kalma bir gelenek bu “…. şerefim ve namusum üzerine yemin ederim” diye sona eren yemin ritüeli.

 

Orta çağı oluşturan yılların içinde başlayan ve 19. yüzyılda doruk noktasına ulaşan “Bir topluluğa bir fikri kabul ettirmek uygulamaları” veya da buna kısa ve net olarak “bir topluluğun beynini yıkama yöntemi” denen prosedürün başköşesinde yer alıyor bu yemin töreni uygulaması.

 

Halk temsilcilerini veya da sözcülerini, gene aynı halkın oluşturduğu ve adına Meclis denilen, halkın ve de bu halkın oluşturduğu yönetimin çıkarları doğrultusunda kararların alındığı yere oy çokluğu ile gönderiyor ama yemin etmediği için bu halk temsilcisinin hiç bir söz hakkı ve oy kullanma hakkı olmuyor. Kürsüye çıkıp, kendisine oy veren binlerce kişi adına konuşamıyor, söz konusu binlerce kişiyi ilgilendirecek konularda karar alınırken oy da kullanamıyor.

 

Bunun örneğini KKTC’de 6 Mayıs 1990 tarihinde yapılan milletvekilliği seçimlerde yaşadık. Seçime ”Demokratik Mücadele Partisi” (DMP) adı altında birleşerek ortak bir liste ile giren TKP, CTP ve YDP, UBP karşısında çok ağır bir yenilgi alınca, seçimi kazanan 12 DMP Milletvekili, kendilerine özgü bir takım gerekçelerle yemin etmeyi reddetmiş ve milletvekillikleri, Hukuk ve Sosyal İşler Komitesi’nden gelen rapor doğrultusunda KKTC Meclisi tarafından 4’e karşı 33 oyla düşürülmüştü.

1990 seçimlerini kazanarak Milletvekili sıfatını kazanmayı hak etmiş 12 DMP’li üyenin, seçimi kazanmalarına rağmen sırf yemin etmedikleri için milletvekili olamamaları tamamen Anayasamıza uygun. Günümüzde de aynı uygulama ve kural geçerli. Yemin etmeyen milletvekili olamaz.

 

28 Temmuz’da yapılan seçimlerde tüm seçim bölgelerinin en yüksek oyunu alan aday yemin etmezse, kendisine oy verenler ve bu kişilerin verdikleri oylar yok sayılacak, kendisi de milletvekili sıfatını alamayacak.

 

Daha öncede söylediğim gibi, içinde yaşadığımız 21. yüzyılda bu mantık ve uygulama bana çağdışı geliyor, hem de iki noktada…

Birincisi söz konusu en yüksek oyu alan aday büyük bir olasılıkla bir evvelki seçimi de kazanmış çok sevilen bir milletvekilidir ve bir evvelki seçimin sonunda yeminini de etmiştir. Anayasamızda “bu yemin yeni bir seçim yapılana kadar geçerlidir” diye bir madde de yok. Niye şimdi gene yemin etsin ki. Yemin edilecekse bir kere edilir.

 

İkincisi söz konusu temsilciyi kendilerini temsil etmek üzere Meclise gönderen halk, bu kişinin çalışmalarından memnun kalmazsa verdiği söze ve ettiği yemine bakmaksızın kendisini bir daha seçmez ve yerine sözüne güveneceği bir başka bir kişiyi gönderir.

 

Anayasamızda yemin etmek zorunluluğu var ama yemini ettikten sonra ettiği yemine uymayan Milletvekiline nasıl bir yaptırımın uygulanacağı yok.

 

Anayasamızda artık değişiklik yapılmasının zamanı geldi. KKTC Meclisindeki Milletvekili yemini, yaptırım gücü olmayan, sembolik bir tören olmalı veya da tümden kaldırılmalı.

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

5 Ağustos 2013

 

4 Ağustos 2013
Milletvekili Yemini Şart mı? için yorumlar kapalı
Okunma 316
bosluk

Dışta Sıcak Gelişmeler

Dışta Sıcak Gelişmeler

Enerjimizin, üretkenliğimizin büyük bir kısmını sömüren ve dünyadaki gelişmelerden alıkoyan

uzun, sıkıntılı politik süreç nihayet bitti.

 

Artık KKTC Meclisinde, Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni ilan eden ve Anayasa ile temel yasaları yapan ilk Meclisten kalan herhangi bir milletvekili yok. Bu kuşağın 2009 yılında yapılan seçimle Meclise girmeyi başaran son temsilcileri, dönemin UBP Genel Başkanı ve Gazimağusa Milletvekili Sn. Dr. Derviş Eroğlu ile Lefkoşa Milletvekili Sn. İrsen Küçük idi.

 

UBP Genel Başkanı ve Gazimağusa Milletvekili Sn. Dr. Derviş Eroğlu, 2010 yılının Nisan ayında Cumhurbaşkanı seçilince, anayasamıza göre milletvekilliğinden istifa etmiş ve UBP Genel Başkanlığını da Lefkoşa Milletvekili Sn. İrsen Küçük’e devretmişti.

 

Şimdi her ikisi de Mecliste yok. 20 Temmuz 1974 tarihinde gerçekleştirilen Mutlu Barış Harekatından sonra Kıbrıslı Türklerin devlet kurma yolunda attıkları adımda temeli oluşturan Kurucu Meclis ve 20 Haziran 1976 tarihinde yapılan seçimle Parlamenter sistemin kapılarını açarak, Meclisimizin 1. Yasama Dönemini başlatan kuşaktan hiç kimse Mecliste kalmadı.

 

Bu ülkenin siyasi yaşamını kuran ve temellerini atan birinci kuşak geçip gitti Meclisimizden. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ilan eden ve Anayasasını yapan ikinci kuşaktan ise birkaç temsilci var artık Meclisimizde. Büyük bir olasılıkla bir sonraki seçimde onlar da veda edecekler.

 

Siyasi hayatımız, zamanın akışı içinde kendi tarihini oluşturarak yaşamını sürdürüyor, her yerde, her ülkede olduğu gibi.

 

İçte, bir şekilde KKTC halkının verdiği siyasi karar doğrultusunda hükümet kurulacak ve fırtınaya yakalanmış olan siyasi yaşam da yavaş yavaş durulanacak. Meclisimiz yeni seçilen üyeleri ve deneyim sahibi seçimi kaybetmemiş üyeleri ile çalışmalarına başlayacak.

 

Dışta ise bizi, acımasız ve canımızı çok yakacak gelişmeler bekliyor.

Doğu Akdeniz’de doğalgazın ve petrolün varlığının tespit edilmesi, gelecekte maddi olarak adanın tümüne refah getirmesinin yanı sıra, adadaki iki toplum arasında yıllarca sürecek iç çekişmeleri, huzursuzluğu ve sıkıntıları da getirecek.

 

ABD’nin bu tek kutuplu dünya düzeni içinde, 2. Dünya savaşından sonra Fransa ve Almanya’ya sopa göstererek kurdurtmayı başardığı günümüz Avrupa Birliği’nin minyatürünü, Kıbrıs adasında da kurulabilmesi için her yolu deneyeceği artık aşikar oldu. Bunu “Acaba mı” diye tartışmaya bile gerek yok.

 

Doğu Akdeniz’deki petrolün ve doğalgazın sorunsuz bir şekilde çıkarılması ve Avrupa’ya kanalize edilmesi, önce Kıbrıs adası içindeki barışa ve istikrara sonra da Türkiye ile Yunanistan arasındaki dostane ilişkilere, işbirliğine ve kader birliğine bağlı. Bu konuda ne bizlerin, ne de anavatanların söz ya da seçim hakkı var.

 

Zaten Yunanistan’ın, Doğu Akdeniz’den çıkarılacak doğalgaz ve petrolden pay almaya hiç bir itirazı yok. Trans Anadolu (TANAP) boru hattının Yunanistan üzerinden Avrupa’ya bağlanması boşuna değil. Buna sus payı veya “çömezlerini de sustur” ödülü de denilebilir.

 

Tabii aynı koşullar ve kavram bizim için de geçerli.

İllaki Rumlarla ortak bir devlet kurmamız için ABD, AB ve BM elden gelen her tür baskıyı önce bize, sonra da anavatan Türkiye’ye yapacaklar. Bundan ne bizim, ne de Türkiye’nin kurtuluşu yok.

 

I. Dünya savaşında Fransa Başbakanı Georges Clemenceau’nun “Eğer müttefikler harbi kazanmak istiyorlarsa, Fransa’nın kana olduğu kadar petrole de muhtaç olduğu bilmelidir” sözü ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in 1936 yılında Avam kamarasında yaptığı konuşmasında yer alan “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir” sözleri geliyor aklıma bu değerlendirmeleri yaparken…

Ve yanılacağımı da hiç sanmıyorum…

 

Ata ATUN

e-mail: ata@kk.tc

http://www.ataatun.com

2 Ağustos 2013

1 Ağustos 2013
Dışta Sıcak Gelişmeler için yorumlar kapalı
Okunma 96
bosluk
  • Sayfa 3 ile 3
  • <
  • 1
  • 2
  • 3
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 Şehitlerimiz-amblem kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-2 kktc-tc-bayrak-3

Arşivler

Son Yorumlar