Özellikle 17 Aralık AB Devlet Başkanları Konsey toplantısından sonra PKK’ın AB içindeki varlığı iyice sorgulanmaya başladı. Artık AB’de PKK’ya karşı eski sempati yok.
Aynı şekilde Türkiye’de artık siyasallaşmadan başka çare olmadığını kavrayan Zana gibi PKK’ın eski sempatizanları da PKK’ya ve yaptığı silahlı eylemlere tepki gösteriyor.
Türkiye’nin baskısı ile Suriye’den kapı dışarı edilen teröristler, artık eskisi gibi ellerini kollarını sallayarak istedikleri zaman İran’a da giremiyorlar. Kuzey Irak’taki Kandil Dağı’na sıkışan ve faaliyetlerini burada yürüten militanlar muhtemel bir Türk Silahlı Kuvvetleri operasyonundan ciddi bir biçimde çekiniyor. Bu koşullarda PKK için Türkiye’yi düşman olarak gören Ermenistan veya Kıbrıs’ın güney kısmından başka saklanma yeri kalmıyor. Ermenistan, 17 Aralık’ta AB’nin Türkiye’ye tarih vermesi ve müzakerelerin başlatılması kararını almasından sonra AB ile sınır komşusu olacağı nedeni ile PKK’yı topraklarında istemiyor. Geriye kala kala Kıbrıs’ın Güneyi kalıyor. Kalıyor ama bu sefer de kuzey-güney arasında başlayan barış sürecinde çıban başı olacağı için PKK’yı Rumlar da istemiyor.
Sıkışan ve yeni bir strateji belirlemek zorunda kalan PKK, Kürt sempatizanı internet sitelerinden birinde yapılan açıklamaya göre 17 Aralık’taki Avrupa Birliği müzakerelerinden sonra KKTC’de eylem yapmak kararı almış ve gözünü, topraklarında Türkiye’nin güney doğu bölgelerinden gelmiş Kürtlerin de yaşadığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne dikmiş.
İddiaya göre Ocak ayı başında Suriye’de Şam yakınlarındaki bir çiftlik evinde bir araya gelen PKK yöneticileri ile Rum temsilciler, beş saat süren bir toplantının ardından ortak bir karara imza atmışlar. Bu karara göre, Rumlar Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni “Kuzey Kürdistan”; PKK’lılar da Kıbrıs’ın tamamını Rum yönetimindeki “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanıyacakmış. Toplantıda ayrıca PKK’nın KKTC’de etkin olmasının ve yapacağı eylem ve baskılarla huzuru bozup Kıbrıs’lı Türkleri göçe zorlamalarının Rumların çok yararına olacağı kararına varılmış.
İddiaya göre terör örgütü PKK bu toplantıdan sonra adadaki Türkler’i göçe zorlamak için militanlarını hazırlamış ve düğmeye de basmış. KKTC’de eylem yapacak teröristler barışı ve huzuru bozacak silahlı veya silahsız eylemlerde bulunmak için öncelikli hedef olarak genç subay ve astsubayları seçmişler.
Aynı zamanda adadaki Kürt kökenli vatandaşlara yönelik propaganda faaliyetlerine de hız veren PKK militanları, önceden tespit edilen evlere, “Hep beraber. Her şey PKK ve özgürlük için…” sloganlarının yazılı olduğu broşürlerden bırakmışlar.
PKK, KKTC’de yasal olarak dernek veya lokal açamadığı için faaliyetlerini daha çok Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Lefkoşa’da yürütüyormuş ve propaganda alanı olarak da kahvehaneleri tercih ediyormuş. Lefkoşa’nın Surlariçi bölgesinde ara sokaklarda bulunan bu kahvehaneler de geceleri terörist başı Apo’nun posterleri ile süslenerek gece toplantıları yapılıyormuş.
Bu internet sitesindeki yazıya göre Kıbrıs adasını bütünüyle Yunan adası yapmak isteyen Rumlar PKK’ya her türlü desteği verip onları yönlendiriyormuş.
1988’den beri Güney Kıbrıs’ta olduğu bilinen PKK’nın Lefkoşa’nın Rum kesiminde, Orfeos Caddesi No.16’da “Kıbrıs Kürdistan Dayanışma Komitesi” adı ile kayıtlı bir birimi var ve bu birim Rum Enformasyon Dairesi tarafından da destekleniyor. Yıllardır PKK militanlarına kiliseler tarafından iaşe ve barınma yardımı yapılmakta ve iş imkanı sağlanmakta. Kıbrıs Kürdistan Dayanışma Komitesi’ne ilaveten Kürdistan Ulusal Cephesi ve Kürt Demokratik Halk Birliği de Lefkoşa’nın Güney tarafında faaliyetlerini sürdürüyor.
Kuzey ile güney Kıbrıs arasında başlayan barış sürecinde PKK’nın çıban başı olacağı kesin. Rumlar, MİT tarafından yakalanan Apo’nun cebinden Kıbrıs pasaportu çıkınca kendilerini siyasi bir skandalın ortasında bulmuşlardı ve bunu bir daha yaşamak istemiyorlar. Buna rağmen fanatik Rumların devreye girmesi ile PKK’nın güneyde kalmasına karşın menfaatleri doğrultusunda PKK’nın kuzeyde eylem yapmasına sıcak baktıkları belirtiliyor.
PKK’lılar, kuzeye değişik yollardan girebilirler. Güney Kıbrıs’ta yıllardır yaşayan ve Kıbrıs Rum vatandaşı olan PKK yanlıları, sınır geçişlerinin başlaması üzerine günü birlik de olsa kuzeye geçebilirler. Ancak sitedeki yazıda silahlı eylem yapacak olan militanların Rum tarafından Suriye’ye, oradan direkt ya da Türkiye üzerinden kuzeye geçecekleri belirtiliyor.
Bir bu eksikti…Yıllardır her tür insanlık dışı baskıya mücahit olarak karşı koy, küçükde olsa bir devlet kur, barış için meydanlarda toplan, demokrasinin devamı için seçimler yap…. sonra alakasız birileri tüm bunları yok etmek için kararlar alsın ve eyleme geçsin…..
AB ile Ankara Anlaşması Ek Protokol’nun genişletilmesi krizi hâlâ aşılamadı
17 Aralık zirvesi, dönem başkanı Hollanda’nın, Türkiye’yi Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanıması anlamına gelen bir belgeyi imzalamaya zorlaması ile kopma noktasına gelmişti. Bunalım, Türkiye’nin, Ankara Antlaşması’nı yeni üyeleri kapsayacak şekilde genişleteceği sözü vermesi ile aşılmıştı.
Ancak 17 Aralık Zirvesi’nde Türkiye-AB ilişkilerini kopma noktasına getiren Ankara Anlaşması Ek protokolu’nun AB’nin yeni 10 üyesini de kapsayacak şekilde genişletilmesi konusu hala daha bir kriz olmaya devam ediyor.
17 Aralık Devlet Başkanları Konseyi toplantısından bu yana neredeyse 2 ay geçmesine rağmen Ankara Antlaşması Ek protokolunun, aralarında Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin de yer aldığı 10 yeni ülkeyi kapsayacak şekilde nasıl genişletilerek uygulamaya konulacağı ve prosedürü hâlâ netleşmedi.
Brüksel’in birbirini tutmayan ve usule uymayan çelişkili istekleri Türkiye’nin bu koşulu nasıl, hangi yöntemle ve AB’nin hangi birimi kanalı ile yerine getireceği konusundaki soru işaretlerini arttırıyor. Ne yapılması gerektiğini ve hangi prosedürün uygulanacağını, bu fikrin babaları da dahil olmak üzere pek çok üst düzey AB yetkilisi bilmiyor.
Brüksel, 3 Ekim’e hazırlanırken, ilgili AB Komisyonunun üçüncü ülkelerle yapılan anlaşmaları Avrupa Parlamentosu’nun tasdik etmesi gerekliliğini göz ardı ederek hazırladığı ilerleme programındaki yanlışlığa Türk diplomatlar dikkat çekince, komisyon, AP’nin onayının vakit alacağını belirterek Ankara’dan anlaşmayı Şubat sonuna kadar “parafe” etmesini istedi. Türkiye yasaların buna müsaade etmediğini ve bunun yapılabilmesi için Bakanlar Kurulu’nun onay vermesi gerektiğini bildirince, yaptığı hatayı farkeden Brüksel bu isteğini geri çekti.
Türkiye, antlaşmanın hem Bakanlar Kurulu hem de TBMM tarafından onaylanacağını; ancak metne, ek protokolun yeni üye on ülkeyi kapsayacak şekilde genişletmesinin direkt veya indirekt bir şekilde Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni tanıması anlamına gelmemesi için, Roma Anlaşması örneği, bu imzayı atarken “işlemin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni resmen tanıdığı anlamına gelmediği”ni belirteceği bir çekince koyacağını açıklayınca Brüksel, böyle bir deklarasyonun anlaşmaya eklenemeyeceğini savunarak bu çekincenin eklenmesi isteğine karşı çıktı. Ancak Erdoğan hükümeti, AB’nin Makedonya ile yapılan anlaşmaya “Söz konusu ülkeyi Makedonya Cumhuriyeti olarak tanımıyoruz.” ibaresini masaya koyunca, Brüksel geri adım atmak zorunda kaldı ve iş gene çıkmaza girdi.
Öbür taraftan, Papadopulos, Ankara beni tanımaz ise ben 3 Ekim Türkiye-AB müzakerelerini “VETO” edeceğim diyerek “aba altından sopa gösteriyor” ama Avrupa Birliği Parlamentosunda çoğunluğun “EVET” diyeceği bir kararı da, tavsiye niteliğinde de olsa, nasıl ve neleri göze alarak “VETO” edecek o da tartışılması gereken ve Papadopulos’un kara kara düşündükten sonra vereceği bir karar..
Rumların gerçekten de ilginç bir politika anlayışları ve stratejileri var. Köşeye sıkıştıkları an veya her hangi bir olayda verebilecek yanıtları olmadığı vakit gündemi değiştirmek ve baskıdan kurtulabilmek için hemen, doğru gibi gözüken bir yalanı ortaya atıp karşılarındakini suçlamaya başlıyorlar.
Rumların propaganda taktikleri ve politikaları yalanı doğru gibi yutturmak üzerine kurulu. Eminim dünyada hiçbir propaganda sistemi veya kuruluşu, haksız olunan bir konuyu bu kadar programlı ve iyi bir şekilde haklıya dönüştürerek pazarlayamaz.
Eylül ortasında Rum tarafında düzenlenen uluslar arası konferansa katıldıktan sonra düzenlenen gezilere de katıldım. Bilmediklerimi öğrenmek, daha evvel gidemediğim yerleri görmek ve de bildiğim konuları başka ağızlardan ve beyinlerden daha değişik versiyonlarda duymak için katıldım tüm gezilere.
Rum tarafındaki surlar içerisinde rehberimiz önderliğinde evleri, kiliseleri, sokakları ve tarihi yapıları dolaşırken Ermu Sokağına ve oradaki barikata geldik. 35-40 yaşlarındaki bayan rehberimiz, barikatın arkasındaki bir binayı göstererek “Burası bir Rum evi idi ama 1974 Türk istilasından sonra gördüğünüz gibi maalesef şehir bölündü ve hududun öbür tarafındaki ara bölgede kaldı” dedi. Ben bu sözleri duyunca kulaklarıma inanamadım. Sonradan fark ettim ki, rehberimiz yıllardır acıma üzerine kurulu yalandan bir senaryo ile kendilerini haklı olan taraf göstermek başarısını elde etmişti hem de 1963 yılında ikiye ayrılmış Lefkoşa şehrini 1974 yılında ve “Türk istilası” nedeni ile ikiye ayrılmış gibi tüm yabancılara tanıtmıştı.
Bu tür propaganda ve davranışlarının örnekleri saymakla bitmiyor. En sonuncusunu daha dün beraber yaşadık.
Tasos Papadopulos evvelki gün yaptığı açıklamada Türkiye’nin son günlerde KKTC’ye silah yığınağı yaptığını ve aralarında çok sayıda zırhlı personel taşıyıcının da yer aldığı ABD yapımı modern silahları, Kuzey Kıbrıs’a konuşlandırdığını iddia etti. Arkasından Türk ordusunun Ada’ya yeni tanklar ve silahlar getirerek, sorunun çözümüne yönelik çabaların aksine hareket ettiğini ve bu tür kışkırtıcı davranışların Kıbrıs’ta gerilimi artıracağını söyledi. Bu açıklamadan sonra Rum medyası bir dalgalandı ve ertesi gün gazetelerde kocaman manşetler yer aldı.
Tam da “Yalandan kim öldü”lük bir açıklama. Türkiye adaya barış getirmek ve Kıbrıs sorunun bir çözüme ulaştırmak için her tür çabayı gösterirken, sen kalk Türkiye’yi adaya asker ve tank yığmakla suçla. Vallahi buna bizim Mağusa’nın kargaları bile güler.
Arkasından bu iddiayı ABD yönetimi de yalanlamak gereğini duydu ve konu ile ilgili olarak ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Richard Boucher adına yazılı bir açıklama yapılarak “Söz konusu haberleri bağımsız şekilde doğrulayacak herhangi bir bilgi elimizde yok” denildi. Askeri uzmanlar ve gözlemciler, uydular vasıtasıyla bölgedeki her askeri hareketliliği izleyebilecek teknolojik imkanlara sahip ABD’nin bu yazılı açıklamasının açıkça Tasos Papadopulos’u yalanlama olduğunu söylediler.
Tasos Papadopulos, bu tür davranışlarından dolayı istikrarlı bir şekilde dünya kamu oyunda prestijini ve güvenilirliğini kaybederken, adı da çözümü istemeyen kişi olarak yayılmaya başladı…
ABD Devlet yönetiminde benim çok benimsediğim bir uygulama var. Aslında bu uygulama ABD’deki tüm Sivil Toplum Örgütleri ve Özel Şirketler tarafından da yıllar önce benimsenmiş.
Amerika’da ilk Cumhubaşkanının seçildiği 18.ci yüzyıldan beri bu kavram devlette uygulanmakta ve neredeyse 19.cu yüz yıldan beridirde tüm önemi Sivil Toplum Örgütlerinde ve özel şirketlerde başarı ile tatbik edilmektedir. Amerika’nın çok kısa olan tarihine rağmen bu gün dünya lideri olmasının arkasında veya temelinde belkide bu kavramın da bir parça katkısı bulunmaktadır.
Nedir bu kavram. Basit kelimelerle bu kavramı “Görevi devredecek olan yönetici (Eskisi) ile görevi devralacak yöneticinin (Yenisi) bir müddet beraber çalışmaları” uygulaması olarak tanımlayabiliriz.
Bu kavramın yakın dönemdeki en canlı örneklerden bazılarını, aşağıda özetliyorum;
Peki bu aylar önce yeni görevlere atanan kişiler niçin 2 ay kapıda bekletilmekte ve yeni görevlerine atandıkları gün başlayamamaktadırlar.
Aslında bu kavramın arkasındaki mantık “Göreve yeni atanan kişinin görevi devredecek olan ile belirli bir dönem beraber çalışarak veya işbirliği yaparak Devletin veya ilgili Bakanlığın genel uygulaması, Devletin yürürlükteki prensipleri ve özel (siyasi ve kişisel) ilişkiler hakkında detaylı bilgi sahibi olması ve yeni görevine bu bilgiler ile başlayarak önde doğru adım atmasına zemin hazırlamaktır.”
Bizde maalesef bunun tam tersi olmaktadır. Bırakın “Eski”si ile “Yeni”sinin bir müddet beraber çalışmalarını, görevi devredecek olan Bakan bazen görevini devretmeye bile gitmemektedir.
Seçimlerimizden sonra (Meclis ve Cumhurbaşkanlığı) bence ABD’nin yüzyıllarca uyguladığı bu kavramı dikkate almanın ve belkide yürürlüğe de koymanın büyük faydası olacağı düşüncesindeyim. Bu yeni kavramın görevi devralacak Siyasiler tarafından uygulanacak olan siyasi, ekonomik, kültürel ve ticari politikalara sağlam ve sürdürülebilir bir zemin hazırlayacağına ve herşeyi sil baştan yaparak işe sıfırdan başlamanın yaratacağı olumsuzlukları da büyük oranda azaltacağına inanıyorum…
Erdoğan her zaman iyi ilişkilere inanıyor ve bu nedenle de dünyanın ileri gelen tüm liderleri ile iyi ilişkiler içinde. Çocuğunun düğününde Berlusconi’yi şahit olarak çağırması, buna çok güzel bir örnek. Bu iyi ilişkilerin gözle görülür meyvesini de 16-17 Aralık AB Devlet Başkanları Konseyi toplantısında, Berlusconi’nin adeta kayıtsız ve koşulsuz bir biçimde Türkiye’yi desteklemesi ile aldı. İplerin kopma nokta noktasına gelindiği vakit Blair ile Berlusconi’nin arabuluculuk yaparak araya girmesi ile de, dayatılan koşullar yumuşatıldı ve müzakerelerin başlama tarihi 3 Ekim olarak karara bağlandı.
Görünen şu ki Erdoğan hiç bir fırsatı kaçırmıyor ve eline geçen her olanakta hem Türkiye ile ilgili konuları hem de Kıbrıs konusunu liderle, ayak üstü de olsa konuşuyor, görüş alıyor ve görüş veriyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan, NATO Zirvesi için gittiği Brüksel’de ABD Başkanı George W. Bush ile ayaküstü görüştü. Erdoğan ile Bush arasındaki görüşme yaklaşık 8 dakika sürdü ve samimi bir havada geçti. Bu görüşme Türkiye ile ABD arasında buzların erimediğine dair ortaya atılan iddialara son verdi.
Bush’tan sonra Erdoğan, İngiltere Başbakanı Tony Blair ile ikili bir görüşme yaptı. Aslında NATO zirve toplantısının en önemli konusu gene Kıbrıs idi ama Kıbrıs’ta çözüm görüşmelerini başlatmak değil, Türkiye’nin Berlin Plus anlaşmasından aldığı yetki ile Avrupa Birliği’nin, AGSP (Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası) çerçevesinde NATO ile düzenli yaptığı “Askeri Stratejik Uygulamalar”la ilgili toplantılara Güney Kıbrıs’ın katılımını engellemesi idi. NATO üyesi Türkiye, AB üyesi Kıbrıs Rum Kesimi’nin, iki kurum arasındaki “Stratejik” görüşmelere “kısıtlı konular” çerçevesinde katılımına itiraz etmiyor. Bu konular, terörizmle işbirliği ya da çevre sorunlarıyla mücadele konularıyla sınırlı kalıyor. Buna karşılık, gizlilik gerektiren, kuvvet ve harekat planlaması ya da askeri operasyonlarla ilgili işbirliği görüşmelerinde Kıbrıs Rum Kesimi’nin toplantı dışına alınmasını talep ediyor. Bu nedenle AB, askeri olarak operasyonel konuma bir türlü ulaşamıyor.
Aslında konu AB’nin askeri girişimlerinde belirli ölçüde söz sahibi olmak istemesidir. Türkiye’nin itirazı nedeniyle NATO-AB işbirliği yıllar boyunca ertelendi ve sonunda 2002’de anlaşmaya varıldı. Bu anlaşmaya göre de, AB’nin NATO olanaklarını kullanarak gerçekleştireceği askeri işbirliği “Kıbrıs’ı kapsamayacaktı”. 2002’de Kıbrıs AB üyesi olmadığından dolayı, bu uzlaşı NATO ve AB tarafından kabul edilmişti ve ortada her hangi bir sorun yoktu. Ama Kıbrıs AB üyesi olunca işler değişti ve Türkiye bu yeni durumda, 2002 anlaşmasını hatırlatarak “eğer işbirliği çalışmalarına Kıbrıs katılırsa biz bunu vetolarız” anlamına gelen bir tutum içinde. AB’nin yaklaşımı ise, Kıbrıs’ın tam bir AB üyesi olduğu ve bu toplantılara katılabileceği şeklinde.
Türkiye bu konuda asla taviz vermek niyetinde değil ve 2002 anlaşmasına dayanarak, AB’nin tam üyesi olmasına rağmen Kıbrıs’ı askeri çalışmaların dışında tutmasını istiyor. Bu nedenle de AB ve NATO çevreleri, Türkiye’nin Annan planı sırasındaki son derece gerçekçi tutumunu bıraktığını ve eskisi gibi sertleşmeye başladığı inancında.
Erdoğan, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin AB müzakerelerindeki “VETO” tehdidine karşı şimdi elinde mükemmel bir koz tutuyor.
Aslında Türkiye’nin elinde çok güçlü kozlar var ve Erdoğan bunları en iyi bir şekilde kullanacak… eminim…