Hristofyas’ın Hezeyanları

Hristofyas’ın Hezeyanları

Hristofyas ile Eroğlu arasında yapılacak olan müzakerelerin ilk günü yaklaştıkça, Hristofyas’ın huzursuzluğu da artış göstermeye başladı.


Hergün biraz daha huzursuzlaşıyor, huzursuzlaştıkça da yalpalıyor.


Bir gün “Dönüşümlü Başkanlık” önerimi geri çekebilirim diyor, bir başka gün de benden söylediklerimi geri çekmemi beklemesinler diyor.


Muhaliflerinden ve Kıbrıs Rum halkından gelen eleştiriler ve baskılar nedeni ile bunalmış durumda. AB’nin “Direk Ticaret Tüzüğü” baskısı ve BM’nin de “KKTC’yi Tayvanlaştırma” korkutması olmasa şimdiye çoktan uyduruk bir bahane ile Türkleri suçlamış ve masadan kalkıp gitmişti.


Zaten masadan kaçmanın alt yapısını da Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun sırtına hayali suçlamalar yükleyerek oluşturmaya çalışıyor.


Ortada fol yok, yumurta yok, Eroğlu ile Hristofyas daha görüşmemişler bile ama sanki aralarındaki müzakereler yıllarca sürüyormuş gibi 18 Nisan’dan beridir tek yaptığı iş Eroğlu’nu, Kıbrıs Türk tarafını ve Türkiye’yi suçlamak oldu.


Şimdi de Kıbrıs Türk halkına Avrupa Birliği’nin verdiği sözler çerçevesinde yeniden gündeme getirilen Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nün kabulünü bütün gücü ve Kıbrıs Rum tarafının AB’ye akredite tüm personeli ile birlikte engellemeye çalışmakta ve hiçbir surette de KKTC’nden ticarete izin vermeyeceklerini açıkça dile getirmekte.


Hrsitofyas’a göre bizler ve Rumlar Kıbrıs’ın “Tek Halkı”nı oluşturuyoruz ama bu halkın bir tarafı diğerine yaşam hakkı bile tanımak istemiyor. Bütün istediği diğer tarafı kulu kölesi yapmak.


Nasıl bir “Tek Halk” isek.


Aramızdaki din gibi, dil gibi, ırk gibi her tür ayrılığı bir kenara bırakın, yüzyıllardır Kıbrıs adasında yaşayan bu “Tek Halk”ın aralarında evlilikler bile yok denecek düzeyde. Yirminci yüzyılın başından,  günümüze toplasanız Türkler ve Rumlar arasındaki evlilikler otuzu bile geçmez.


Bölgesel ayrılıklar 1950’li yılların ortasında EOKA’nın kurulması ile başlamış ve gittikçe de derinleşerek kökleşmiş.


Kıbrıslı Rumların, Kıbrıs Türk tarafını yok sayan çağ dışı politikalarının bugüne kadar çözüm arayışlarına ve barışa hizmet etmediği de bir başka gerçek.


Türkiye’yi muhatap alma girişimi ve Kıbrıs konusunu bir “işgal sorunu” olarak gösterme çabasını her fırsatta ortaya koyarken, adanın 1964-1974 yılları arasında Yunanistan tarafından fiilen işgal edildiğinden hiç bahsetmiyor.


Kıbrıs Rum okullarında okutulan “Kıbrıs Tarihi” kitaplarından 1963-1974 arasında yaşananları “mükemmel bir şekilde” silmişler. 50 yaş altı Rumların hiç biri 1963-74 döneminde bizlerin neler çektiğini bilmiyor, bilse bile hatırlamak bile istemiyor.


Ama gerçekte şu ki Kıbrıs’ta, Kıbrıs Rum tarafının muhatabı Kıbrıs Türk tarafıdır ve adaya barışın gelmesi isteniyorsa bu ancak Kıbrıslı Rumlarla Türklerin mutabakatı ile olabilir.


Yılardır süre gelen “Kıbrıs Sorunu”, Rum tarafının Kıbrıs Cumhuriyeti’ni 1963 yılında işgal etmesi, bugüne kadar bu işgali devam ettirme çabası ve Kıbrıs Türk ortağı ile siyasi eşiti olarak güç paylaşımına gitmeme isteğinden kaynaklanmakta.


Rum tarafının günümüz başaktörü Hristofyas, Rumların bu geleneksel politikasından vazgeçmediği ve Kıbrıs’ta eşit siyasi ortağı ile iyi niyet ve uzlaşı anlayışıyla müzakere etmekten kaçındığı sürece Kıbrıs’ta kapsamlı bir anlaşmaya varmak yönünde ilerleme kaydetmek olası olmayacak ve ayrılık çok daha ciddi boyutlarda derinleşecektir.


Rumların eski Cumhurbaşkanları Glafkos Klerides’in uyardığı gibi, Rum tarafı bir uçurumun kenarında. Elimizi tutmazlarsa dibe düşmekten asla kurtulamayacaklar. Kafalarının yarılması da cabası olacak.

19 Mayıs 2010
Hristofyas’ın Hezeyanları için yorumlar kapalı
Okunma 25
bosluk

İnönü, Erdoğan ve Yunanistan

İnönü, Erdoğan ve Yunanistan

1999 Depreminde Yunanistan Dış İşleri bakanı olan Papaandreu, çok kısa bir zaman sonra Türkiye’ye gelmiş ve desteğimiz sizinle diyerek ilişkilerimizi arttıralım ve Ticaret hacmimizi dört milyar dolara çıkaralım demişti.  Sözünü de tutmuştu.


2003 yılındaki Bingöl Depreminde Yunanistan anında yardım elini uzatmaktan gene hiç çekinmemişti.


Buna karşın da 2007 yılında da Yunanistan’daki Orman Yangınlarında Kızılay ilk elini uzatan kuruluş olmuştu.


Belli ki aynı coğrafyayı bölüşen iki komşu ülke kedi-köpek gibi birbirleri ile didişse de, biri sıkıntıya düşünce diğeri hemen yardım elini uzatmaktan hiç çekinmiyor.


Yunanistan’ın yaşadığı kriz döneminde 10 Bakan ve 320 iş adamı ile Yunanistan’ı ziyaret eden Başbakan Erdoğan beni hem yukarıda bahsettiğim olaylara, hem de çok gerilere götürdü.


Önce bana Stefan Zweig’in “Yıldızın Parladığı An” kitabını hatırlattı.


Stefan Zweig’in “Yıldızın Parladığı An” kitabının özeti, dünyada önder olmuş kişilerin hayatını değiştiren anlar ve o andaki kararları ile ilgili. Kararın sonucu bir çok insanın hayatını etkiliyor.


Yaşarken tam olarak farkına varamadığımız ama beklenmedik bir anda oluşan bir olay ile ilgili alınacak bir kararın bir çok insanı etkileyeceği o kısacık zaman dilimine “Yıldızın Parladığı An” adını takmış Zweig.


Sonra da 1941 yılının Nisan ayında Yunanistan’ın Nazi Almanyası tarafından işgal edilip İngiliz Deniz Kuvvetlerince ablukaya alınmasından sonra yaşananları hatırlattı bana, Başbakan Erdoğan’ın bu son ziyareti.


Aslında geçmişi bilmek çok güzel.


İyi de orada, kötü de.


Değerlendirmek kişiye kalmış.


Yunanistan, Nisan 1941’de Nazi Almanyası tarafından işgal edilip İngiliz Deniz Kuvvetlerince de ablukaya alınınca, büyük bir açlık yaşanmaya başlandı. Yunanlıların denizden balık tutmalarının dahi yasaklandığı bir ortamda açlıktan binlerce kişi ölmeye başladı. Tarihçiler açlıktan ölenlerin sayısını 70 bin ile 300 yüz bin arası olarak dile getirirler.


Bu süreçte Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, daha 19 yıl önce bizzat savaştığı Yunanlılara her türlü insani yardımın yapılması talimatını veren kararnameyi imzalar ve İngiltere hükümetinin bütün karşı çıkmasına rağmen Türkiye’nin de aynı abluka bölgesi içinde olduğu ve dolayısıyla aynı abluka alanının içinde gıda sevkiyatı yapılabileceği savıyla Yunanistan’a gıda yardımı yapmaya başlar.


Kızılay’ın 6 Ekim 1941 tarihinde Karaköy iskelesinden “Kurtuluş” gemisine yüklediği bin 500 elli ton gıda malzemesi, Yunanistan’ın Pire limanında Kızılhaç’a teslim edilir. Ve bu seferler aralıksız olarak 1946 yılına kadar devam ettirilir. 2’ci Dünya Savaşının çetin koşullarında milyonlarca Yunanlının açlıktan ölmesini Türkiye Cumhuriyeti tek başına önler. Buna ilaveten “Dumlupınar” gemisi, 13-16 yaşları arasında bin kadar hasta Yunanlı çocuğu İstanbul’a getirir, bu çocuklara Türkiye sahip çıkar ve savaşın sonuna kadar da bakılır.


Yunanistan’ın içine düştüğü kriz Başbakan Erdoğan’ın da “Yıldızının parladığı bir çok anlar” dan bir tanesine aday sanırım.


Bu ziyaret Türkiye ile Yunanistan’ın bölgedeki işbirliğini ve güç birliğini arttıracak, Kıbrıs konusuna da kalıcı bir barışın gelmesine ön ayak olacak.


Belki de bu sefer “Yıldız” Kıbrıs’ın üzerinde parlamıştır.


Kimbilir….

17 Mayıs 2010
İnönü, Erdoğan ve Yunanistan için yorumlar kapalı
Okunma 49
bosluk

Avrupa’dan Türkiye’ye Bakış

Avrupa’dan Türkiye’ye Bakış

Bir evvelki yazımda belirttiğim gibi 9 Mayıs ile 12 Mayıs tarihleri arasında Avusturya’nın Salzburg kentinde yapılan “Hangi Türkiye, Hangi AB” konferansına katıldım. Buna konferans da diyebilirsiniz, çalıştay da, beyin fırtınası da. Hepsi de vardı bu yoğun çalışma ve fikir üretme programının içinde. Program son derece yüklüydü. Açıkçası nefes alacak vaktimiz, Salzburg’u gezecek zamanımız bile olmadı.


“Salzburg Global Seminar”da tanıştığım kişilerin neredeyse büyük bir kısmı Avrupa Birliği’nin mimarlarından.  Yasaları, başlıkları, kararları, tüzükleri ve benzeri AB’nin hukuksal yapısın oluşturan kuralları yaratmış veya yaratılmalarına katkı koymuş kişilerdi çoğunluğu.


Aralarında emekli veya görevdeki Büyükelçiler, AB komisyon üyeleri veya Başkanları, AB Genişlemeden sorumlu Komiseri Bay M. Leigh, AB bölge temsilcileri, Milletvekilleri, eski Milletvekilleri, Bakanlar, eski Bakanlar, gazeteciler ve akademisyenler bulunmaktaydı.


Türkiye Cumhuriyeti Salzburg Baş Konsolosu ve görevlileri de hep bizlerleydi. Bizleri hiç yalnız bırakmadılar. Her olanağı sunabilmek için de çırpındılar. Türkiye’nin büyüklüğünü orada tekrar gördüm ve yaşadım. Rum ve Yunanlı ekipler yalnız başlarına iken ve bizlere gıpta ile bakarken, bizler Türkiye Dış İşleri Bakanlığının kanatları altında, büyük ve güçlü bir devletin vatandaşları olmanın ayrıcalığını yaşadık. Gerçekten de bambaşka bir duygu bu, yaban ellerde.


Balkanlarla ilgili bölümde tartışmalar sürerken, Türkiye’nin Balkanlarda söz sahibi olduğu konusunda herkesin hem fikir olduğu çıktı ortaya. Düşünülenin aksine, AB temsilcilerinin de gocunmadığı, tam tersine Türkiye’nin Balkanlarda olmasının bölge barışına katkı koyacağına inandıklarını ve Türkiye’den sağlam adımlar atmasını beklediklerini ima ettiler.


Tüm AB’li katılımcılar, Fransız ve Avusturya’lı üyeler de dahil olmak üzere, Bulgaristan ve Romanya’yı birliğe almakla acele ettiklerini ve Türkiye’siz bir Avrupa Birliğinin de gelecekte güçsüz ve etkisiz bir kuruluş olacağını çeşitli örneklerle belirttiler. AB’nin her gün bir parça değiştiğini ve dünyanın içinde bulunduğu aylık ve yıllık ortamlara göre geleceğini belirleyerek ilerlediğini, bu nedenle de Türkiye’nin ne zaman katılabileceğinin belirsizlik içinde olduğunu vurguladılar. Bazı konuşmacılar Lizbon Anlaşması uyarınca 2014’de yürürlüğe girecek olan  “Nitelikli Oylama”da Türkiye’nin nüfus yapısından dolayı çok güçlü bir konumda olacağından ve bu nedenle de kararlarda belirleyici rol oynayacağından bahsettiler. Bazen endişe ile, bazen korku ile bazen de güven belirterek.


Kıbrıs konusu ile Türkiye Ermenistan ilişkileri, Türkiye-Avrupa Birliği Katılım Müzakerelerini etkileyen önemli faktörler arasına kondu. Bu iki konuda yoğun birer oturum yapıldı ve arkasından da sıkı bir tartışma açılarak konuşmacılara zor ve belirleyici sorular yönetildi.


Ben konuşmamın ilk beş dakikalık bölümünde katılımcıları 1955-1974 yıllarına götürdüm. Güncel olayları ve gelişmeleri kavrayabilmeleri, Kıbrıslı Türklerin endişelerini ve isteklerini tam olarak anlayabilmeleri için geçmişten başlamak zorunluydu.


Nitekim katılımcıların neredeyse tümü Kıbrıs konusu ile ilgili olarak geçmişi bilmediklerini, Türklerin 1963-1974 yılları arasında soykırıma uğradıklarını, adanın 1964-1967 yılları arasında 20,000 kişilik Yunan ordusu tarafından işgal edildiğini, BM Güvenlik Konseyinin 22 Aralık 1967 tarihli 244 (1967) numaralı kararına rağmen tümünün adayı terk etmediğini ve 15 Temmuz 1974 tarihinde darbe yaptıklarını bilmediklerini belirttiler. Bu nedenle de, birçok grubun talebi üzerine konuşmam bittikten sonra yaptığım konuşma,  metin haline dönüştürülerek katılımcılara dağıldı. 


Adada tek bir halk olmadığını, ırksal, dinsel, kültürel ve dil ayrılığı nedeni ile iki halk olduğunu ve buna ilaveten de yüzyıllardır bu iki halk arasında evliliklerin bile yapılmadığını vurguladım.  


Rumların müzakerelerde, tanınmış bir devlet konumunda bulunmaları ve AB üyesi bir devlet olmaları nedeni ile ilerleme yönünde güçlü bir istekleri bulunmadığından, AB’nin bu konuda baskı yapması gerektiğini, Eroğlu’nun ve Türkiye’nin müzakerelerin devam etmesi konusunda bütün isteği ve iyi niyetine rağmen müzakerelerde ilerleme olamayacağını belirtmemden sonra, ben bütün soruların bana yöneltileceğini beklerken, soruların büyük bir kısmı Y. Vasiliu’ya ve Sir D. Hannay’a yöneltildi.


En güzeli ise AB Genişlemeden sorumlu Komiseri M. Leigh’in ne pahasına olursa olsun “Direk Ticaret” Tüzüğüne işlerlik kazandırmak için her yolun deneneceği yönündeki sözleriydi.


Anladığım kadarı ile AB’de bir şeyler değişmeye yüz tutmuş. Belli ki Türkiye’yi ve KKTC’yi kazanmanın daha faydalı olacağı fikri yavaş yavaş kafalarda yer etmeye başlamış.

14 Mayıs 2010
Avrupa’dan Türkiye’ye Bakış için yorumlar kapalı
Okunma 30
bosluk

Hangi AB, Hangi Türkiye

Hangi AB, Hangi Türkiye

9 Mayıs’tan beridir Avusturya’nın Salzburg kentindeyim.


Avrupa Birliği’nin sayılı ve saygın düşünce kuruluşlarından birisi olan Salzburg Global Seminar’ın organize ettiği  ve 12 Mayıs’a kadar sürecek olan “Hangi AB, Hangi Türkiye” konulu toplantılarına katılıyorum. Merak edenler (http://www.salzburgglobal.org) sitesinden daha detaylı bilgi alabilir.


Avrupa’nın ve Türkiye’nin saygın kişileri bu toplantıda konuşmalar yapıyorlar. Her gün her oturumda, dört önemli kişi konuşma yapıyor, dört adet karma gruplar kurularak atölye çalışmaları yapılıyor. Kıbrıs konusu 12 Mayıs Çarşamba günü tartışmaya açılacak.


Güney Kıbrıs’tan eski Cumhurbaşkanı Yorgos Vasiliu, Türk Masası Başkanı Nikos Mouduros, Avrupa Komisyonu Kıbrıs Temsilciği Başkanı Bayan Andrulla Kaminara katılıyor toplantılara. “Kıbrıs Konusu” başlıklı oturumda Sir David Hannay, Yorgo Vasiliu, Hugh Pope ve ben birer konuşma yapacağız ve konu sonrada tartışmaya açılacak ve konuşmacılar, katılımcıların sorularına yanıt verecekler.


“Salzburg Global Seminar”, bir dönemin en ünlü filmlerinden birisi olan “Sound of Music”in çekildiği şato ve kale’de yapılıyor. Bu düşünce kuruluşu 2.ci Dünya savaşından sonra 1947 yılında kurulmuş. Ben, 4 gün aralıksız süren 496.cı toplantıya katıldım.  Katılımcı sayısı toplam 63 kişi. Dinleyiciler de bu toplantılara €3,000 ödeyerek katılabiliyorlar ancak.


“Salzburg Global Seminar”ın kuruluş amacı bilgi sahibi Avrupalılar ile Amerikalıların fikir alış verişini sağlamak olmuş 1940’lı ve 1950’li yıllarda. Aradan geçen 60 yılda değişime uğrayarak küresel bir kuruluş haline gelmiş ve görevde olanlar ile yetişmekte olan küresel liderleri bir araya getirerek düşünce perspektiflerini geliştirmek, görüşlerini açıklıkla tartıştırmak, ufuklarının genişlemesini sağlamak ve gelecekteki olası iş birliği için ortamı hazırlamak misyonunu edinmiş.


Belirlenmiş bir politikayı uygulamak yerine fikirlerin önemsendiği ve ayrılıkların saygınlıkla karşılandığı bir ortam yaratarak daha iyi bir dünya için ortak bir zemin bulunmasını sağlamaya çalışıyor yıllardır “Salzburg Global Seminar”.


Dünyanın dört bir tarafından, Avusturya Milli Bankası (Oesterreichische Nationalnbank), Doğan, BWK (The Austrian Federal Ministry for Educations, Science and Culture), John S. And James L. Knight Foundation, Capital Group Companies, The McKnight Foundation, The winthrop Family Trust, The Whitney MacMillan Foundation, The Nippon Foundation, 21st Century Trust ve The Andrew W. Mellon Foundation gibi çok önemli ve saygın kuruluşlar, bu toplantıları düzenli olarak finanse ediyorlar.


Konusunda uzman olan kişilerle tanışmak ve hem toplantılarda hem de toplantı dışında fikirlerini almak ve sorular sormak gerçekten de büyük bir olanak ve ayrıcalık.


Merak ettiğim birçok konuyu, konularında uzman olan kişilere resmi sorularla veya dostça sohbetlerde sorup öğrenmek fırsatım oldu.


Özellikle Sir David Hannay ile Annan Planını, geçmişini, nedenlerini ve amaçlarını tartışabildim.


Rumların 3.cü Cumhurbaşkanı Yorgo Vasiliu’ya da Gali Fikirler Dizisi ile ilgili olarak, Denktaş bey 100 maddenin 91’ni kabul etmiş ve dokuz tanesini tartışmaya hazır olduğunu açıklamışken niye tümünü reddettiğini sordum. Kendisi ile yan yana oturup yemek yedim ve çay içtim, sohbetler ettim.


Bu tür toplantıların en büyük faydası, bilgi alıp verirken ve kafanızdakileri açık ve net olarak ortaya koyabilirken, kişisel dostluklarla da, bilinmeyenlerin derinliklerine inmek mümkün olmakta.

12 Mayıs 2010
Hangi AB, Hangi Türkiye için yorumlar kapalı
Okunma 38
bosluk

Doğrudan Ticaret Senaryosu

Doğrudan Ticaret Senaryosu

“Doğrudan Ticaret Tüzüğü”ndeki son gelişmeler sanki bir senaryoyu çağrıştırıyor.


Bu öyle bir senaryo ki, tüm çalkantılardan ve müdahalelerden sonra “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nün kuyruğuna bir takım tavizler eklenecek ve Türkler “Hayır” demekle karşı karşıya bırakılacak. Sonra da “Ne yapalım Türkler istemedi bu tüzüğün işlemesini” gerekçesi ile de bu tüzük AB’nin tozlu arşivlerine kaldırılacak.


Maksat sanki üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek gibi gözüküyor.


Evvelki gün Rum Temsilciler Meclisinde “Maraş’ın yasal sahiplerine iade edilmesi” ile ilgili bir karar tasarısı onaylandı.


Kararda, Maraş’ın 1974 yılından bugüne kadar “Türk işgali” nedeniyle “Avrupalı hayalet şehir” olduğu iddia edildi ve Maraş’ın insani niteliğinin ve güven yaratıcı önlemler olarak Maraş’ın olası iadesinin, doğrudan müzakerelerde iki lider arasındaki havayı destekleyeceği savunuldu.


Rum Meclisinin söz konusu kararında, Hristofyas’in, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a, BM Güvenlik Konseyi Daimi üyelerine, Avrupa Birliği (AB) üyesi 26 ülkenin liderlerine ve AB yetkililerine, Maraş’ın iade edilme sürecinin başlatılması ile ilgili mektup göndererek gösterdiği çabaların, Türkiye’yi sorumluluklarını yerine getirmeye yönlendirmesinin beklendiği yer alıyor.


Yani, 2006 yılında Finlandiya dönem başkanlığı zamanında tartışılan ve Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nün onaylanması ve Gazi Mağusa Limanı’nın BM veya AB denetiminde açılmasına karşılık Maraş’ın Rumlara verilmesini öngören öneri tüm AB üyelerine hatırlatılıyor.


Türkiye’den de istek var bu “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nün kabul edilmesi ile ilgili olarak.


Türkiye her ne kadar “Kıbrıslı Türklere uygulanan ambargolar kaldırıldıktan sonra hava ve deniz limanlarımı Rum bayraklı gemi ve uçaklara açarım” diyorsa da, AB’de şimdi yazılan senaryoya göre “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nün kabul edilmesinden sonra Türkiye’den hava ve deniz limanlarımı Rum bayraklı gemi ve uçaklara açması istenecek.


“Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nün içeriğine bakıldığı vakit ise, sadece KKTC’de üretilen malların gümrüksüz, fonsuz ve kotasız AB’ye girmesini sağladığı görülmekte. Yani kültürel, sportif, ekonomik, politik, ticari ve benzeri ambargoların hiç biri kalkmayacak ve aynen devam edecek.


KKTC’de üretilen malların “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” içeriğine göre AB’ye dışsatımının yapılmasına karşılık, Gazimağusa Limanı’nın AB denetimine verilmesi, kapalı Maraş bölgesinin Kıbrıs Rum tarafına devredilmesi ve Türkiye’nin de hava ve deniz limanlarımı Rum bayraklı gemi ve uçaklara açması istenecek.


Rumlar bu konuda “Bir taşla üç kuş vurmayı hedefliyorlar”.


Gazimağusa limanı, Rumların da üyesi oldukları AB denetimi altına verilecek ve bir müddet sonra da çoğunluğu Rum memurlardan oluşan bir idarenin altına girecek.


Kapalı Maraş, Rumlara iade edilecek.


Türkiye hava ve deniz limanlarımı Rum bayraklı gemi ve uçaklara açmak zorunda bırakılacak.


Elbette böylesi haksız ve dengesiz bir teklife Türk tarafı “Hayır” diyecektir.


Sonrası malum.


AB, biz “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”ne işlerlik kazandırmak için elden geleni yaptık ama Türkler reddetti diyecek ve yağ gibi suyun üzerine çıkacak.

10 Mayıs 2010
Doğrudan Ticaret Senaryosu için yorumlar kapalı
Okunma 35
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 kktc-bayrak kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak-2 kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar