Geçen hafta Kocaeli’nde yapılan, Rumeli Balkan federasyonu ile İzmit Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri 20. yıl Kocaeli Uluslararası Rumeli-Balkan Sempozyumundaydım.
Hem ders aldım, hem de halimize şükrettim.
Yurt dışında doğup büyüyen, özellikle de Balkanlar ve Rumeli’nde Türk olarak doğup büyüyen ve yaşamaya çalışan kardeşlerimizin neler çektiklerini, nasıl aşağılandıklarını, sadece Türk oldukları için nasıl en doğal haklarından bile mahrum edildiklerini bu sempozyumda birebir tanıştığım kişilerin söylediklerinden ve sundukları bildirilerinden öğrendim.
Gerek Balkanlarda ve Rumeli’nde gerekse de Doğu Türkistan’da ve Çin’de yaşananları ilk ağızdan hayretle, sevgiyle, acıyla, gözlerim dolarak dinledim.
Kahroldum desem yeridir.
1974 yılına değin Kıbrıs’ta, Kıbrıslı bir Türk olarak mutlak Rum idaresi altında yaşadıklarımdan, “Azınlık olmak ne demektir”i acı bir şekilde tatmış ve öğrenmişsem de, sempozyumda dile getirilenler ve yazılı olarak sunulanlar, neredeyse son bir asırdır Balkanlarda ve Rumeli’nde yaşamak zorunda kalmış kardeşlerimizin çektiklerini ve halen daha da çekmekte oldukları sıkıntıları gözler önüne serdi.
Kıbrıs adasının da elden çıktığı 1878 Ayios Stefanos Anlaşması sonrasında yapılan Berlin Konferansı ve arkasında da Ekim 1912 tarihinde başlayan ve bir sene süren Balkan harbi sonrasında, Balkanlarda ve Rumeli’nde kalan “Evladı Fatihan”ın yani oraları fethedenlerin çocuklarının yaşadıkları tam bir trajedi.
Bu trajedi değişik şekillerde tam bir asırdır da sürmekte.
Azınlık olmanın “acıyla yoğrulmak ve bu acıyı son nefese kadar unutmamak” olduğunu öğrendim bu sempozyumda.
Yunanistan’ın Vatandaşlık Yasası’nın 19. Maddesi, 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşmasından sonra Yunanistan Trakya’sında, örneğin Gümülcine’de, İskeçe’de doğup büyüyen bir çok “Müslüman Türk”ün vatandaşlıktan atılmasına izin vermiş ve Yunanistan’ın bir AB üyesi devlet olmasına rağmen halen daha da değiştirilmemiş.
Akrabalarını görmek için Türkiye’ye giden Türk soylu Yunan vatandaşları, geri döndüklerinde sınır kapılarında vatandaşlıktan çıkarıldıkları kendilerine beyan edilmiş ve bir daha da Yunanistan’a sokulmamış.
Bu işlem yüz yıl öncesi değil daha birkaç yıl evvelsine kadar da sürdürülmüş.
Hiçbir neden yokken ve sadece Türk oldukları için vatandaşlıktan atılan bu kişiler halen AİHM’de vatandaşlıklarını geri alabilmek için davalarının görüşülmesini bekliyorlar.
İskeçe Müftüsü Sayın Ahmet Mete’nin ve İskeçe’den gelen katılımcıların anlattıkları ve bildirileri gerçekten de beni çok etkiledi.
“Türk olduğumuz için başımıza gelemedik kalmadı” demişti bir başka katılımcı.
“Türk” dedikleri için, “Türküm” veya “Türküz” dedikleri için Milletvekillerinin, Müftülerin, Dernek Başkanlarının halen daha hapse atıldığını dile getirdiler.
Sayın Müftümüze Yunanistan Trakyası’nda kaç tane Müftü olduğunu sorduğumda “dört tane Müftü var” demişti bana.
Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlığın Lozan Anlaşması uyarınca Gümülcine ve İskeçe’de oy vererek seçtiği iki tane Müftü’ye ilaveten, Yunanistan Hükümeti’nin 1990 yılından itibaren atama ile görevlendirdiği Gümülcine ve İskeçe Müftüleri var.
Yunanistan Hükümeti seçilmiş Müftülerin görev yapamaması için elden geleni yapmakta.
Yunanistan Hükümeti aynı oyunu Türk Vakıfları ve Türk Vakıf malları için de oynuyor.
Seçimle veya varisler yolu ile Türk Vakıflarının yönetimine seçilen Türk azınlığa mensup kişilerin yerine Yunanistan hükümeti atama ile Vakıfların Yönetim kurullarına kendi adamlarını koymakta ve Türk Vakıf mallarını da bitirmek için elden geleni yapmakta.
Yunanistan’daki Türklerin Batı Trakya dışındaki camilerde bırakın Cuma namazını kılmasını, Mevlut okutmasını bile yasaklamış Yunanistan Hükümeti. Türkiye’de Ruhban okulunun açılması, Yetimhanenin açılması, Sümela Manastırında, Akdamar Kilisesinde ayin yapılması için koro halinde yaygara koparan Yunanistan ile Avrupa Birliği, Batı Trakya’da Türk Yetimhanesi açılmasına, İmam Hatip Lisesinin faaliyete başlamasına izin vermiyor.
Bu gün sadece ve sadece bir adet Lise ile bir adet Ortaokul var Gümülcine ve İskeçe’de.
Biz açıkçası bulduk ve bunadık Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde.
Balkanlarda ve Rumeli’nde yaşayan Türkler, “Türkiye bize de elini uzat, bizi de bağrına bas” diye çağrılar yapıp, dualar ederken, içimizdeki bazı hayalperestler, KKTC’den Türkiye’nin gitmesini istiyor.
Bence son kararlarını vermeden buraları bir turlasalar çok daha iyi olacak.
Avrupa Birliği koridorlarında bir oyundur gidiyor, yıllardır da bıkmadan usanmadan sürdürülüyor.
Özellikle de Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olması konusunda tam bir tiyatro oynanıyor.
Perdenin önü farklı, arkası farklı.
Senaryo farklı, sahnede oynanan oyun farklı.
KKTC’de 28 Ocak mitinginin yankıları hala devam ederken, Avrupa Parlamentosunda da Türkiye Raporu hazırlandı.
Bütün yoğunluğumuzu mitingde açılan çirkin pankarta ve o pankartla ilgili çeşitli taraflarca söylenen sözlere vermişken, Avrupa Parlamentosunda yapılan çalışmalardan uzakta kaldık.
Daha doğrusu içimizdeki sorun bize çok daha önemli geldiğinden, Brüksel’de neler olup bittiğini ve de Antakya’da yapılan Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu (KPK) toplantısında alınan kararları pek önemsemedik.
Türkiye raporu, Avrupa Parlamentosu AP Dış İlişkiler Komisyonu’nda kabul edildikten sonra AP Dış İlişkiler Komisyonu sekretaryası tarafından yeniden düzenlendi ve AP Türkiye raportörü Ria Oomen-Ruijten’e sunuldu.
Rapor, raportör tarafından onayladıktan sonra da 17 Şubat tarihinde AP üyelerine gönderilmeye başlandı.
Taslak rapor Mart ayı başında, büyük bir olasılıkla da 8 Mart Salı günü AP Genel Kurulu’nda görüşülüp oylandıktan sonra kesin halini alacak.
Gerçekte bu rapora “Türkiye Biz Seni Aramızda İstemiyoruz” raporu dense daha iyi olacak.
Daha işin başında AP’nin en büyük siyasi grubu olan Hıristiyan Demokratlar’ın, “Katılım sürecine alternatif olacak imtiyazlı ortaklık üzerinde çalışılması” çağrısı yapan değişiklik önergesini vermesi zaten Avrupa parlamentosunda oynanmak istenen oyunun gerçek yüzünü göstermekte.
Her ne kadar bu öneri komisyonda reddedilmiş olsa da, Parlamentoda görüşülürken tekrar önerilmeyeceğini hiç kimse garanti edemez.
Sadece kendi başına bile bu öneri, Avrupa Birliği içinde Türkiye ile ilgili neler düşünüldüğünü açık ve net olarak ortaya koymakta.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin 6. Büyük ekonomisine sahip olmasına ve de arkasında da irili ufaklık 21 tane Avrupa Birliği üyesi devleti bırakmasına rağmen Avrupa Birliğinin Hristiyan üyeleri, ki zaten aralarında Hristiyan olmayan yok, Türkiye’nin tam üye olmasını değil ama İmtiyazlı üye olmasını istiyor ve bunun içinde başta elden geleni yapıyorlar.
Güzel Türkçemizde bir deyimimiz var, genelde olmayacak işlere bahane yaratmak için kullanılır, “Gözünün üzerinde kaşın var” diye.
Türkiye üyelik uğruna, yapay olarak yaratılan her engele rağmen inatla müzakereleri sürdürür ve AB’nin her istediğini yerine getirirse, en sonunda Türkiye’ye bu sözü söyleyecekleri ve “Hayır sen bizim üyemiz olamazsın” diyecekleri kesin.
Maksatları zaten üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.
Raporun Kıbrıs ile ilgili kısmı da bir başka alem.
Bu bölümde Kıbrıslı Türklerin görüşleri sorulmadan ve istekleri dikkate alınmadan sadece Rumların taleplerine yer verilmiş.
Avrupa Birliği, üzerine inşa edildiği üç kavramdan bir tanesinin “Adalet” olduğunu övünerek söyler ama, iş Kıbrıslı Türklere gelince bu adalet uygulanmaz.
Nasıl bir “Adalet İlkesi” ise bu.
Raporun en dikkat çeken taraflarından bir tanesi, Rumların verdikleri değişiklik önerileri doğrultusunda, Maraş bölgesinin sahiplerine iade edilmesi gerektiğini içeren bölüm.
Önergede, Maraş’in sahiplerine verilmesini içeren BM kararına atıfta bulunuluyor.
Hangi sahiplerine acaba.
Türk Vakıf Mallarını hile ile gasp eden Rumlara mı, yoksa neredeyse Maraş’ın tümünün gerçek sahibi olan Türk Vakıflarına mı.
Kıbrıs’la ilgili bir başka bölümde de Türkiye’ye “Kıbrıs’taki askerlerini derhal çekmeye başla” çağrısı ile demografik dengenin değiştirilmemesi için Türkiye ve KKTC makamlarına, “adaya yeni Türk vatandaşları yerleştirmekten kaçınmaları” tavsiyesi yapılıyor.
Ülkemizdeki yaygaracıların başarısı olsa gerek bu.
Ellerinde hiçbir resmi veri olmadan kafadan atma sayılarla yıllardır ortalığı iyice bulandırdılar.
Kimine göre 500 bin, kimine göre de 700 bin vatandaş olmayan kişi yaşıyormuş KKTC’de.
Bu sayıyı nasıl buldunuz diye sorulunca da sadece kem küm ediyorlar.
Maksat, kafa bulandırmak ve KKTC ile Türkiye’ye zarar vermek olsun da, ne isterse olsun, gerisi hiç önemli değil.
Mantıkları bu.
Bu cümleyi söyleyen bir ekip var Kıbrıs adasının tamamında.
Bazıları güneyde, bazıları da kuzeyde.
Hem kendileri söylüyor bilinçli olarak, hem de başkalarına da söyletmeye çalışıyorlar, sayıları fazla gözüksün diye.
KKTC’deki sessiz çoğunluğun farkında değiller. Zannediyorlar ki, kendileri yaygarayı basınca, bütün Kıbrıs Türk’ü de böyle düşünüyor ve kendileri ile birlikteler.
Halbuki Kıbrıslı Türklerin büyük bir çoğunluğu, ki buna ezici çoğunluk da diyebilirsiniz, böyle düşünmüyor.
Anavatan Türkiye ile gönül ve kan bağları var. Türkiye’yi hep yanlarında istiyorlar.
Ellerini uzatınca dokunmak, gözlerini açınca da görmek istiyor, bu sessiz çoğunluk, anavatanını yanı başında.
Bu ezici çoğunluğun hatası yok mu?
Var elbette.
Hataları, yaygaracı azınlık gibi ses çıkarmamaları ve ağır başlılıkla olacakları beklemeleri.
Zaten seslerini çıkarsalar, yaygaracı azınlığın ne kadar güçsüz olduğu ortaya çıkacak.
Son günlerin modası, her birkaç yılda bir ısıtılarak temcit pilavı gibi masaya konan “Türkiye Evine Gitsin” fikrinin babası Rumlar.
1796 tarihli Ethniki Eterya Derneğinin başkanı Alexander İpsilanti’nin ağzından neredeyse iki yüzyıl önce çıkmış olan bu sözler, üzerinde Rumların yaşadıkları veya halen yaşamakta oldukları her toprak parçası için geçerli.
Rumlara göre ulusal düşman Türklerdir ve Rumların yaşadıkları her yerden atılmalıdırlar.
Buna Kıbrıs’da dahildir, İstanbul’da, İzmir’de.
Rumlar Kıbrıs konusunda, bu fikri yaygınlaştırmak ve batılı ülkelerin kulaklarını bu fikirle doygun hale getirmek için için yıllardır, periyodik aralıklarla her birkaç yılda bir bu fikri ortaya atmışlardır.
Niyetleri bu fikri BM veya AB müktesebatı haline getirmek ve anlaşmaların içine sokabilmektir.
Dün Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Hristofyas, Rum öğrencileri kabulü sırasında yaptığı konuşmada gene ayni temayı işledi ve “Türkiye evine gitmeli ve Kıbrıslı Türklerle bir diyalogla halkımızı ve ülkemizi birleştirmenin ve gücü paylaşmanın yollarını bulalım” diyerek yılların eskimiş fikrini ısıtıp, biraz da allayıp pullayıp basının önüne koydu.
Aynı konunun devamı olarak da Hristofyas Türkiye’yi, AB üyelik sürecinde ilerleyebilmek için AB’ye ve Güney Kıbrıs’a yönelik yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırdı ve “Türkiye evine gitmelidir ve Kıbrıslı Türklerle mantıklı bir diyalog aracılığıyla, – askeri açıdan güçlü olanın kendi isteğini askeri açıdan güç olmayana dayatmasıyla değil-, halkımızın da vatanımızın da yeniden birleştirilmesi ve gücü paylaşma yöntemlerini bulalım. Türkiye bir çıkmaz içerisindedir. Bu tavrına devam ettiği sürece üyelik sürecindeki müzakere başlıkları ‘dondurulmuş’ kalacaktır.” diyerek de tehditlerini sürdürdü.
İşin garibi, aynı konuyu eşzamanlı olarak Rum Avrupa Parlamentosu (AP) üyesi AKEL milletvekili Takis Hacıgeorgiu’nun da, Antakya’da yapılan Türkiye – AB Karma Parlamento Komisyonu toplantısı sırasında “Türk askerine adada ne gerek var” sorusunu sorarak konuyu ortaya atması da bir tesadüf değil.
İstedikleri çok basit.
Planları da öyle.
Aramızdan birkaç iyi niyetli vatandaşımızı maşa gibi kullanıp, Kıbrıslı Türklerin de adanın kuzeyinde “Türk askerini istemedikleri” fikrini yaymak, “Biz Türkiye olmasın, Kıbrıslı Türklerle iç içe, koyun koyuna ve kavga etmeden yaşayabiliriz” temasını işlemek ve gerek AB Türkiye müzakerelerini, gerekse de BM Güvenlik Konseyini kullanarak adadan Türk askerinin çıkıp gitmesini sağlamak ve sonra da aynen 1963’de Tassos Papadopulos’un yapmak istediği gibi adayı Kıbrıslı Türklerden kırkbeş dakikada temizlemek.
Biz bu senaryo ile çevrilmiş filmleri Kıbrıs’ta, 1963 yılında başlamak üzere çok kez gördük.
Sonuncusunu da 1974 Barış Harekatında, savunmasız köylerdeki insanlarımızı bebek, çocuk, kadın ve yaşlı demeden öldürüp toplu mezarlara gömdüklerinde görmüştük.
Artık hem bu filme gözümüz doygun, hem de bu fikre karnımız tok.
Dünya güzeli bu küçücük ülkemin tarihi her zaman çok ilgimi çeker.
Özellikle de 1955-1974 yılları arasında yaşadığımız “Ulusal Direniş Tarihi” benim favorimdir.
En ince detayına kadar öğrenmek ve bilmek isterim.
Her anı bir fedakârlık, her adımı eşsiz vatanseverliklerle doludur.
Birçok gizli kahramanlar vardır bu tarihin içinde.
Mütevazi ve alçak gönüllü.
Ülkesi için gözlerini kırpmadan canlarını tehlikeye atmışlar ama bundan da hiç söz etmiyorlar, gereğini bile duymuyorlar.
Ne isimleri bilinmekte ne de yüzleri tanınmakta ama hepsi de gerçek birer vatansever, geçek birer kahramandırlar.
Bu yılların büyük bir kısmını ben de yaşadığımdan, okuduğum kitaplarda nelerin anlatılmak istendiğini çok iyi anlarım.
Anlatılanları da çok gerçekçi bir şekilde hayal gücümün içinde canlandırırım çoğu zaman.
Dönemin giysileri ile, olayın geçtiği yerin doğal hali ile, ağaçları ile ve de her tür detay ile.
Kıbrıs’ta gitmediğim köy veya kasaba yoktur neredeyse.
Zaten çocukluğumda adanın üç büyük şehrinde yaşamış, okullarında da okumuştum.
1970 yılında Mücahitliğimi de yaparken, RMMO mevzilerinin ve kamplarının haritalara işlenebilmesi için tüm adayı en küçük köyüne kadar dolaşmış, mevcut her yoldan da geçerek tespitlerimi de haritalara tek tek işlemiştim.
Klerides’in son aylar içinde yaptığı açıklamalar, ki buna itiraflar da diyebiliriz, benim için ve Ulusal Direniş Tarih’imize ilgi duyan kişiler için, bu güne değin açıklanmamış, bilinmeyen ve kapalı kapıların ardında kalmış bir çok önemli bilgileri içeriyor.
Özellikle de 1968 yılında, dönemin Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf R. Denktaş ve Rum Cemaat meclisi Başkanı Glafkos Klerides arasında Lübnan’ın Başkenti Beyrut’daki Phonecia Otelde başlayan ve günümüzde de Cumhurbaşkanı Eroğlu ile Hristofyas arasında yapılan görüşmelerle halen devam ettirilmekte olan “Kıbrıs sorununa Çözüm Bulmak” müzakerelerinde, birçok takıntılı noktanın perde gerisini gözler önüne seriyor Klerides’in bu açıklamaları, veya da itirafları.
Benim açımdan Klerides’in en samimi itirafı, iki toplumlu çatışmaların yaşandığı 1963-1968 yılları arasında adanın tanınmış hükümeti olarak barışa yönelik hiçbir şey yapmadıklarını ve Kıbrıslı Türkleri kantonlarda sıkıştırarak, dünyadan izole etmekle boyun eğeceklerine inanmalarının çok büyük hata olduğunu söylemesi.
Zaten bu uygulama zaman içinde ters tepmiş ve Kıbrıs Türk halkının teslim olmak yerine birbiri ile kenetlenmesini ve tek vücut olmasını sağlayarak müthiş bir direnç gücü oluşturmasına yol açmıştı.
Bir başkası ise çok daha önemli, benim değerlendirmelerime göre.
Rum siyasilerin kişisel menfaatlerini nasıl “Kıbrıs Sorununa Çözüm Bulmak” çabalarının üstünde tuttuklarını ortaya koyuyor. Kişisel menfaatler uğruna belli ki adaya barışın gelmesini önlemişler. Açıkçası kendi çıkarları uğruna “Barış”ı satmışlar.
Klerides’in açıklamalarına göre 1972 yılında, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum tarafları dört yıl süren görüşmelerden sonra ortak bir noktada buluşmuş ve aralarında belli bir mutabakat sağlanmış.
Mutabakata göre Zürih ve Londra Anlaşmalarında taraflarca değişiklikler yapılacak, bu değişiklikler Kıbrıs Türk, Kıbrıs Rum, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından imzalanacak ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası da bu değişikliklere göre tekrardan düzenlenecek ve adadaki anlaşmazlık da ebediyen son bulacak.
Taraflar son hazırlıklarını da yaptıktan sonra iş uygulamaya gelince adadaki bu tarihi gelişmeye takozu koyan Makarios olmuş.
O günkü unvanları ile hem Başpiskopos ve hem de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olan III. Makarios, ki gerçek adı Mihail Muskos’dur, Kıbrıs Hellenizmi’nin hedefinden ödün verdiği gerekçesiyle gelecekte yargılanmamak ve Helen tarihine “Adanın Yunanistan’a bağlanmasına engel olan kişi” tanımı ile geçmemek için Bizanslılara yakışır bir tezgah kurmuş ve anlaşmayı “Enosisi ve taksimi engelleyecekleri taahhüdüyle” Yunanistan ile Türkiye’nin imzalamaları gerektiğini talep ederek, son anda bozmuş.
Ve Klerides samimi olarak itirafında “1960 Anayasasını kendi lehlerine olacak şekilde düzeltecek ilk istikrarlı adımları atma fırsatını Makarios’un kişisel çıkarları nedeni ile kaybettiklerini” dile getiriyor.
Doğruya ne denmez ki.
Hristofyas belli ki, hem dış politikada hem de iç politikada köşeye sıkıştı.
Aynen Yahudi Kuyumcu ile ilgili hikâyede anlatılanları yapmaya başladı.
Hikaye, işleri iyi giderken sesi soluğu çıkmayan Yahudi Kuyumcu’nun işler bozulduğunda, yerleri süpürerek zaman içinde yere düşerek oraya buraya saçılan altın tozlarını toplamaya çalışması ve de olmaya ki gözden kaçmış bir alacak olabilir diye de veresiye defterini karıştırması ile ilgili.
Bu hikaye, işler iyi giderken önemsenmeyen konuların, işler kötüleşmeye başlayınca önem kazanmasını vurgulamakta.
Güneyden gelen bilgiler, Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Hristofyas’ın, yaklaşan Temsilciler Meclisi seçimleri nedeni ile yavaş yavaş köşe sıkışmaya başladığı şeklinde.
Yürüttüğü dış politika ve müzakerelerdeki performansı, AKEL dışındaki Rum siyasi partileri uzun bir müddettir huzursuz etmeye başlamıştı.
26 Ocak tarihinde İsviçre’nin Cenevre kentinde BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un ve ekibinin katılımı ile Eroğlu ile Hristofyas arasında yapılan görüşmenin üzerinden üç hafta geçmesine karşın, Hristofyas’ın söz konusu üçlü görüşme konusunda KS EDEK, EVRO.KO ile Rum Çevreciler ve Ekologlar Hareketi’ne bilgi vermemesi Rum Siyasilerin akıllarında, büyük bir soru işareti oluşturmuş durumda.
Görünen o ki, AKEL bu seçimlerden daha evvelki seçimlerde olduğu gibi birinci parti konumunda çıkamayacak.
Daha şimdiden ezeli rakibi DISY iki Milletvekili önde gözüküyor.
Aralarındaki ezeli rekabet 19-17 DISY’nin lehinde gözükmekte.
Zaman içinde, seçim günü yaklaştıkça fark daha da belirginleşeceğinden Hristofyas, siyaseten kötüye giden bu gidişatı durdurabilmek için şimdiden tedbir almak ve oy getirici yönde icraat yapmak zorunda hissediyor kendini.
Rum Ekonomisinin 2010 yılına kıyasla daha da kötüye doğru gitmesi nedeni ile ekonomik olarak mucizeler yaratamayacağından, elinde tek seçenek olarak müzakerelerde fanatik Rumların duymak istediklerini söylemek ve görmek istedikleri davranışlarda da bulunmak kaldı.
Bundan başka da bir çaresi yok.
Dün Cumhurbaşkanları arasında yapılan görüşmede, Hristofyas’ın Kıbrıs sorununa çözüm bulunması maksadıyla yürütülen doğrudan müzakereler çerçevesinde Türk tarafının, müzakere zemini konusunu netleştirmesine ve II. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’la varılan anlaşmaların kabul edildiğinin teyit edilmesine değinmesi, aynen yukarda bahsettiğim Yahudi Kuyumcu hikayesine benziyor.
Hristofyas, belli ki, müzakereleri bir kenara itmiş, nereden ne çıkarırımın peşine düşmüş.
Aynen Yahudi Kuyumcu’nun yere düşen veya duvarı kaplayan tozların arasında altın tozu aramasına benziyor bu davranışı.
Hristofyas’ın bu talebi gerçekte, ilk defa yapılmış değil.
Daha evvel de böylesi bir talepte bulunmuştu ve kendisine verilen yanıt, II. Cumhurbaşkanı ile yaptığı baş başa ikili görüşmelerde kendi aralarında mutabakata vardıkları sözlü anlaşmalara saygı duyulmakla birlikte, yazılı olmamaları nedeni ile hiçbir hukuki bağlayıcılıkları bulunmadığı gerekçesi ile kabul edilemeyecekleri şeklindeydi.
Dün de kendisine verilen diplomatik yanıt aynen bu içerikte oldu.
İşler madem veresiye defterinden ve de verilen sözlerden, yapılan anlaşmalardan açıldı, BM Genel Sekreteri’nin 22 Kasım, 24 Kasım ve 3 Aralık 1967 (S/8248/Adds. 3, 5 ve 6) ricası üzerine Yunanistan ile Türkiye arasında yapılan Anlaşmaya göre, 15 Kasım 1967 tarihinde Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldıran General Grivas komutasında RMMO birliklerinin, taşınmaz mallara verdikleri ziyan ile acımasızca katlettikleri insanlarımızın ailelerinin tazmin edilmesi anlaşması halen yerine getirilmiş değil.
Üstelik bu anlaşma hem yazılı hem de BM kayıtlarına geçmiş ama, hala daha yerine getirilmemiş ve mağdurlara da bir tek kuruş ödenmemiş.
İşlerine gelmeyince yazılı anlaşmalara bile uymayan Rumlar, nasıl olur da baş başa yapılmış sözlü görüşmelerdeki kişisel mutabakatlara sadık kalınması ister, ben pek anlamış değilim.