Kıbrıs Rum kesimine 16 Şubat 2012’de kısa bir resmi ziyarette bulunan İsrail BaşbakanıBinyamin Netanyahu Kıbrıs Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas’la doğalgazın karaya taşınması için Limasol’a bağlı Vasiliko’da doğalgaz terminali yapılmasıkonusunu görüştü. Netenyahu’nun, terminalin İsrail tarafından yapımına karşılık hem hava hem de deniz üssü talebinde bulunması ve Hristofyas’ın da buna olumlu yaklaşması tam bir skandal.
Ekonomik açıdan zor günler geçiren ve neredeyse iflasın eşiğinde bulunan Kıbrıs Rum yönetiminin, maliyeti yaklaşık 10 milyar dolar olarak hesaplanan santrali yapması şimdilik olanaksız.
Bunu fırsat bilen İsrail, tüm maliyeti üstelenerek santrali yapmayı teklif ediyor ama bunun karşılığında da yönetimi tamamen İsrail’e ait olacak, adı “doğalgaz terminali”olan bir kara parçası istiyor. Aynen 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasında yer alan “Egemen İngiliz Üsleri” gibi yönetimi, idaresi, koruması, kontrolü, ulaşımı sadece İsrail’e ait olan bir yer istiyor.
Ağrotur (Akrotiri) ve Dikelya’da kurulu İngiliz üsleri tamamen 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti sınırlarıdışında kalan, yönetimi İngilizlere ait olan ve bağımsız bir devlet statüsünde bir toprak parçası. CIA’nin dünya devletleri listesinde en başta yer alıyor. Kendi FIR hattı, telefon hattı, Posta idaresi, askeri, havaalanı, deniz limanıve en yüksek rütbeli subayın devlet başkanı addedildiği, uluslararasıtanınmışlığı olan bir yönetimi var.
İsrail’in bu kara parçasını talep etmesinin gerekçesi, gaz halindeki doğal gazı borular, tankerler, tanker konteynerler veya gemiler içinde bir başka yere götürüp satabilmek için doğalgazı gaz halinden sıvı hale dönüştürecek bir tesisin de yer alacağı doğalgaz terminalini içine kurmak. Bu tesiste tüm personelin Yahudi olmasını da şart koşuyor tabi.
Terminalde çalışacak sayıları yaklaşık 10 bin olarak öngörülen tüm personelin ailelerinin de yanlarında bulunmasını istediğinden, İsrailli çalışanların aileleri ile birlikte kalacakları bir şehri de bu kara parçasının içine kurmak istiyor.
Tüm çalışanları ve aileleri Yahudi olacağı için de doğalgaz terminalini olasıherhangi bir tür hava, deniz ve kara saldırılarından korumak için de İsrail ordusundan 20 bin seçkin askeri doğalgaz terminalini korumak için bulundurmayı şart koşuyor.
Kısaca bunun adına masumane olarak “doğalgaz terminali” denecek ancak buna “İsrail Kara Üssü” dense daha doğru olacak… Veya “Vasiliko Yahudi Üssü…”
İsmi bile janjanlı!
Adıve maksadı ne olursa olsun, böylesi bir kara parçasının ya da üssün İsrail yönetimine tahsis edilebilmesi ve İsrail Devletinin burada Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerini bulundurmasına izin verilebilmesi için 1960 Zürih ve Londra Anlaşmaları ile 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası altında imzaları bulunan garantör devletlerin, yani Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile Kıbrıs Türk ve Rum tarafının onayı gerekmektedir.
Bunun aksine bir davranış, hiç kuşkusuz adada yeni koşulların, yeni yapılanmaların kapısının açılmasına ve Orta Doğu’daki dengelerin de tekrar gözden geçirilmesine sebep olur.
KKTC’nin ve Türkiye’nin oluru ve onayıalınmadan bu yönde atılacak herhangi bir imza ve verilecek herhangi bir kara parçasının egemence kullanım hakkı, KKTC’ye ve Türkiye’ye de aynı hakkıotomatikman vermiş olacaktır.
Bunun sonucunda ise adadaki silah dengesinin ve yabancı asker mevcudiyetinin değişeceği kesin.
Gerekİran’ın, gerekse de ABD veya Çin’in fırsat bu fırsat deyip, İsrail’i örnek göstererek Türkiye’yi de aracı olarak koyup adanın kuzey kısmında egemen olan KKTC’den kapalı kapılar ardında üs isteyeceklerinden adım gibi eminim.
Rumların ekonomik çıkarları doğrultusunda, kendi başlarına ve gerek Garantör devletleri gerekse de adadaşları Kıbrıs Türklerini dikkate almadan yapacakları böylesi dramatik bir hatanın adayı felakete sürükleyeceği kesin.
Bundan sonra yaşanacak gelişmeleri düşünmek bile istemiyorum.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.twitter.com/ataatun
http://www.ataatun.com
21 Mayıs 2012
1976 yılının 20 Haziran günü, Kıbrıslı Türklerin Mutlu Barış Harekatından sonra ilan ettikleri Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilk Meclisini oluşturmak için yapılan Milletvekilliği seçimlerinden beridir dış siyasetle fiilen iç içeyim. Bazen oyuncu olarak, bazen düşünür, bazen stratejist, bazen de moderatör.
Çok iyi derecede yabancı dil bilmem nedeni ile yirmili yaşların ortalarında girdiğim Mecliste ilk aldığım görev, en genç milletvekili olarak Meclis Divanı Sekreterliği, diğeri de Dış İlişkiler Komisyonu üyeliği oldu.
Meclis Divanı Sekreterliğini zamanı gelince devrettim ama bir daha Dış İlişkilerden, Dış Politikadan ve Dış Siyasetten kopmam mümkün olmadı.
Allah Rahmet Eylesin, büyük politikacı ve efsanevi lider Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş ile uzun yıllar çalışabilme olanağı bulmuş olmam benim en büyük şansım ve kazancım oldu. Kıbrıs Türk varoluş tarihini yerel tabirle “sular seller” gibi biliyorum. En ince noktalarını da rahmetli Kurucu Cumhurbaşkanından öğrenmiştim. Kitapların yazmadığı, perdenin arkasında yaşananları ve kapalı kapıların arkasında konuşulanları…
Zaten bunları bilince olayların özünü bu detaylar berrak bir şekilde ortaya çıkarıyor, neler olup bittiğini, kimlerin ne olduğu ve nasıl düşündüğünü, halka ve basına neden farklı konuşulduğunu çok daha iyi anlıyorsunuz.
21 Aralık 1963 yılında Rumların Türklere silahlı saldırısından sonra fiilen Rumlardan ayrıldık ve kendi bölgemizde yaşamaya başladık ama Rum siyasetini takip etmeye devam ettik.
Dolayısıyla Rumları ve Yunanlıları çok iyi biliyor, çok yakından tanıyorum. Rum Yönetimi Başkanı Hristofyas başta olmak üzere bazı siyasilerle de aram çok iyi. Sebebi; Kıbrıs Rum ve Türk Siyasi Partilerinin aylık toplantılarında neredeyse dört buçuk yıl hep yan yana oturmamız. O yüzden isteseniz de istemeseniz de, fikirlerini paylaşsanız da paylaşmasanız da arkadaş oluyor ve samimi bir şekilde konuları tartışıyorsunuz. Böylece düşünce tarzını en ince noktasına kadar anlamak fırsatını buluyorsunuz o kişilerin.
Eski Rum Cumhurbaşkanı Glafkos Klerides’de iyi tanıdığım politikacılardan bir tanesidir.
1 Temmuz 1878 tarihinde Kıbrıs adasının İngilizlere kiralanması ile 15-22 Ocak 1950 tarihleri arasında Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’nin Enosis (adanın Yunanistan’la birleşmesi) konusunda düzenlediği plebisit, benim açımdan Kıbrıs Türk tarihi ve Kıbrıs Rum tarihi ile ilgili en önemli dönüm noktalarıdır. Bu tarihlerden sonra Kıbrıs konusunda yaşanmış gelişmeleri gerçekten neredeyse gün be gün biliyorum.
1878 yılından beri Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının politik etkisi altında kalmış olan Avrupa, Anglo-Sakson dünyası ve BM, ilk defa bu yıl Kıbrıs konusunda Türklerin de düşünce ve isteklerini ciddi bir şekilde dikkate aldı veya da dikkate almak zorunda kaldı.
Gerçekten de BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer’in dünkü açıklaması beni şok etti. Özellikle “Çok Taraflı Toplantı” ve müzakerelerin geleceği konusunda söyledikleri…
Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin dik duruşu, Sayın Başbakan Erdoğan’ın ve çalışma arkadaşlarının belirlediği dış politika stratejisi, Cumhurbaşkanımız Eroğlu’nun müzakerelerde gösterdiği başarı ve çözüm yönünde yarattığı olumlu imaj, Avrupa’nın, Anglo-Sakson dünyasının ve BM’nin yılların kemikleşmiş olgularını değiştirmeyi başardı.
Bu güne değin Rumların her isteğini kabul eden BM, bana göre ilk kez Rumların tüm muhalefetine ve isteksizliğine rağmen Kıbrıs sorununda “Çok Taraflı bir Toplantı” çağrılması konusunun BM için masada bulunduğunu, prosedürün ve gündemin bir parçası olduğunu, gerçekleştirmek için de uygun zamanın beklendiğini resmi dilde söyledi.
Bu da Türk tarafının aylar öncesinden dile getirdiği “ya çok taraflı toplantı çağrısı yapılır veya müzakereler kopar” görüşünün BM tarafından benimsendiğini ortaya koymaktadır. Aksi takdirde geçmişte yaşandığı gibi kulak ardı edilir, Rumlar ne istediyse o yapılırdı.
Dün Downer’ın müzakerelerin, Şubat 2013’de yapılacak Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra da devam edeceğine işaret etmesi ise bir başka çok önemli gelişme. Bunun da koşullarını Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı çoktan masaya koymuş durumda.
Türkiye’nin ekonomik, politik ve askeri gücü ile bölgedeki lider konumu, Kıbrıs konusundaki gelişmeleri temelinden değiştirmeye başladı.
Dış politikada Türklerin bu denli etkin ve söz sahibi olmalarını ilk defa görüyorum, ilk defa yaşıyorum. Dolayısıyla “Türkiye’m” ile gurur duyuyorum.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
18 Mayıs 2012
15 Temmuz 1974 günü Yunanistan’daki Cuntanın gönderdiği subay ve erlerle birlikte Makarios’a karşı darbe yapıp arkasından “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni ilan eden EOKA-B’ciler, 20 Temmuz 1974 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerçekleştirdiği Mutlu Barış Harekatı sonrasındaki gelişmelerden sorumlu tutulup adeta lanetlenmişlerdi.
Toplumdan izole edilmiş, saygınlıkları da yerle bir olmuştu.
Kıbrıs Rum tarafında 1976 tarihinde yapılacak olan milletvekilliği seçimleri öncesi, darbeden sonra ilan edilen “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti” ve bu kukla devletin Cumhurbaşkanı Nikos Sampson kabul görmeyince, Makarios adaya dönene kadar Cumhurbaşkanlığı Vekilliği yapmış olan dönemin emekli politikacısı Glafkos Klerides tarafından siyasi bir parti kurulması çalışması başlatılmıştı.
O dönemde Glafkos Klerides ile Makarios’un arası biraz limoniydi.
Klerides 4 Temmuz 1976 tarihinde adı, Rumca açık okunuşu ile Dimokratikós Sinayermós, kısa ismi DISY olan “Demokratik Hareket” partisini kurdu ve o yıllarda Kıbrıs Rum toplumundan iyice dışlanmış olan EOKA-B taraftarlarına da kucak açtı.
5 Eylül 1976 seçimlerinde yüzde 26 oy alan DISY, karşısına dikilen “Demokratik Cephe” veya da diğer adı ile “Demokratik Parti” (DIKO) adı altında oluşturulan koalisyonun sağ oyların geri kalanını toplaması nedeni ile Rum Meclisine bir Milletvekili bile sokamamıştı.
24 Mayıs 1981 seçimlerinde ilk defa Rum meclisine girebilen DISY, toplamda 12 milletvekilini Rum Meclisine sokmayı başardı. O dönemde Meclisteki toplam Milletvekili sayısı, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına uygun olarak 35 idi. 76 seçimlerinde kendisini silip süpüren Demokrat Parti Koalisyonu (DIKO) ise ancak 8 sandalye kazanabildi.
1985 yılı içinde Milletvekili sayısı 35’den 56’ya çıkarıldı ve 8 Aralık 1985 tarihinde yapılan seçimlerde DISY 19 Milletvekili çıkararak en büyük siyasi parti haline geldi.
19 Mayıs 1991 tarihinde yapılan seçimlerde 20 Milletvekili çıkaran DISY seçimleri gene en büyük parti olarak tamamladı.
1978 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde özel bir durum nedeni ile adaylıktan çekilen ve 1983, 1988 seçimlerini kaybeden Glafkos Klerides, 1993 seçimlerini kazanarak iki dönem başkanlık yaptı.
26 Mayıs 1996 tarihinde yapılan seçimlerde DISY 20 Milletvekili, 27 Mayıs 2001 seçimlerinde 19 Milletvekili, 21 Mayıs 2006 seçimlerinde 20 Milletvekili ve 22 Mayıs 2011 seçimlerinde de 18 Milletvekili çıkararak en büyük parti konumunu hep korudu.
Şimdi de bir dönem evvelki seçimlerin yapıldığı 17 Şubat gününde gerçekleştirilecek 2013 Rum Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde DISY Genel Başkanı Nikos Anastasiades aday olacağını açıklayınca, sağcı partiler bir koalisyon oluşturarak karşı hareket başlattılar.
Anastasiadis’in Kıbrıs sorununa bulunacak çözüme biraz farklı açılardan bakması kendi partisi dışında herkesin hareketlenmesine neden oldu.
Her ne kadar mevcut Rum Cumhurbaşkanı Hristofyas, 2008 seçimlerinde seçmenlerine “Çözüme ulaşamazsam seçime girmeyeceğim” şeklinde söz verdiği için seçimlerde aday olmayacağını açıklamışsa da, gerçek pekte öyle değil.
Hristofyas’ın, eğer aday olursa seçimleri kaybedeceğini, neredeyse 2 ay önceden Türk olmama rağmen ben bile yazıp dillendirmeye başlamıştım. Dolayısıyla hem kendisi hem de ruhani başkanı olduğu AKEL, yaptırdığı dört kamuoyu yoklamasıyla halkın nabzını tuttu ve kesinkes kaybedeceği belli olunca da Hristofyas’ın aday olmayacağı açıkladı.
DISY Başkanı Anastasiades’in kazanmaması için, Hristofyas’ın partisi AKEL ile sağcı Kiprianu ile Papadopulos’un partisi DIKO, Türklere 1963 yılında acımasızca saldıran Rum Milislerin komutanı Dr V. Lissarides’in partisi EDEK, Şilluris’in partisi sağcı AVRO.KO ve Perdikis’in partisi aşırı sağcı EKOLOGLAR birleşip bir cephe oluşturmayı planlıyorlar.
Ya bu sağcı-solcu EOKA-B karşıtı koalisyon AKEL’in adayını destekleyecek ya da müştereken ortak bir aday bulup Anastasiadis’in karşısına çıkaracaklar. Diğer adaylar ise figüran olacak.
Bence Hristofyas’ın istifasının gerçek nedeni Anastasiades’e karşı güçlü bir cephenin oluşturulabilmesi.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
16 Mayıs 2012
Türkiye hükümeti ve KKTC çözümden yana olsa da Rumların ileriye doğru herhangi bir adım atmaya isteksiz olmaları nedeni ile Kıbrıs müzakerelerinin bu tempo ve içerikte devam edemeyeceği herkesin malumu.
Kıbrıs Rum tarafı bu müzakere aşamasında ilerleme gerekliliğini hissetmiyor. Bu görüş 2006 Talat-Papadopulos anlaşmasında sağlama alındı. O gün bu gündür “müzakereler sürdüğü kadar sürsün” anlayışı ve mantığı yürürlükte.
“Status quo” yani bugünkü durum artık Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye tarafından kabul edilebilir bir durum değildir.
Adanın güneyinde BM ve Uluslararası camia tarafından tanınan bir Kıbrıs Rum devleti, kuzeyinde de tanınmamış ve üzerine insanlık dışı ambargoların ve izolasyonların konduğu bir Kıbrıs Türk halkı. Bunun adı “Status Quo”.
Rumlar bu siyasi durum bozulmadan müzakerelerin devamını istiyor. Hedefleri de eninde sonunda adanın kuzeyine el koymak ve Kıbrıslı Türkleri de tanınan devletlerinin içine azınlık olarak almak.
Yani biz Kıbrıslı Türkler hem devletimiz olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini kaybedeceğiz, hem topraklarımız üzerindeki egemenliğimizi Rumlara devredeceğiz hem de Rum egemenliği altında azınlık olarak hiçbir hakka sahip olmadan yaşamayı kabul edeceğiz.
Rumlar hayal görmekte.
Buna ne Cumhurbaşkanı Eroğlu evet der, ne de anavatandaki Erdoğan hükümeti, ne de Kıbrıs Türk halkı ile anavatan Türkiye halkı.
Bu nedenle Kıbrıs Türk tarafı Kıbrıs sorununda mevcut Status Quo’nun sonsuza dek sürmesine karşıdır.
İllaki bu statü değişecektir.
Müzakereler bugünkü şekliyle Status Quo’nun sonsuza dek sürmesine katkıda bulunmakta ve iki tarafın çeşitli alanlardaki işbirliğine engel olmaktadır.
Bunun en güzel örneği Rumların doğu Akdeniz’de aradıkları doğalgaz konusunda yaşandı.
Kıbrıs Türk tarafı, tamamen iyi niyetli bir şekilde, ortak bir devlete zemin oluşturmak amacı ile, adada yaşayan iki halk arasında bir işbirliğini hedefleyen bir öneride bulundu ve Kıbrıs Rum tarafına hidrokarbon konusunda işbirliği yapılmasını teklif etti.
Ayrıca iki toplumlu bir komite kurulması ve kazançların anlaşmaya varılacak oran zemininde dağıtılması önerildi. Kıbrıs Rum tarafı bu teklife, patron benim edası ile konunun Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümünden sonra federal hükümetin işi olduğu yanıtını vererek ipe un sermeyi tercih etti.
Yani ‘patron biziz. Biz ne dersek o olur’a getirdiler işi.
Mevcut Status Quo ile bir 44 sene daha sürecek olan müzakereler sona erene kadar tüm geliri ben idare edeceğim demek istedi Rumlar verdikleri yanıtla.
Mevcut süreç ve müzakere koşulları artık iki tarafın işbirliği yapmaması ve Status Quo’nun devamı için gerekçe oluşturmakta ki, Rumlar buna dünden razı.
Zaten Rum halkı da adada ortak bir devlet kurulması fikrini halen, aradan 44 yıl geçmiş olmasına rağmen pek te hazmetmiş değil.
Anavatanları Yunanistan’la birlikte iflas etmiş ve siyasi bir kaos’un içine yuvarlanmış olmalarına rağmen hala daha hayalleri, adanın tümüne kayıtsız şartsız ve mutlak bir biçimde sahip olmak.
Kıbrıs’ta son 44 yıldır sürmekte olan müzakerelerin hakça ve adadaki 2 halka aynı koşulları ve yaşam hakkını verecek bir anlaşmayla sonuçlanamayacağı artık açık ve net olarak ortaya çıkmıştır.
KKTC’nin İslam İşbirliği Teşkilatı üye devletleri ve Türkiye’nin dost olduğu ülkelerle daha üst düzeyde ilişkiler içerisinde olmasının ve 1983 yılından beri BM Güvenlik Konseyinin aldığı insanlığı yüz karası kararla ambargolar ve izolasyonlar altında ezilmesinin sonlandırılması aşamasına gelinmiştir.
Anavatan Türkiye’nin kanatları altında, bölgemizdeki politik, ekonomik ve askeri gücünün katkıları ile artık bu izolasyon ve ambargolar kırılmalı, Kıbrıs Türkeri de dünyadaki BM’ye üye diğer 193 ülke gibi özgür, bağımsız ve dünya ile her tür bağı olan bir devlet haline dönüştürülmelidir.
O vakit adaya barış kendiliğinden gelecektir.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
15 Mayıs 2012
Tek taraflı kazanımlarla hiçbir sonuca varılamadığı gibi bir başarı da elde edilemiyor.
Başarıya ulaşmak için aynı ticarette ve günlük yaşamımızda asgari olarak iki kişiyi ilgilendiren konulardaki davranışlarımızda olduğu gibi bir al-ver sürecinin yaşanması gerekiyor.
Karşınızdakine sevgi veriyorsanız genelde aynı düzeyde sevgi alıyorsunuz, gülümserseniz gülümseme alıyorsunuz, bağırıyorsanız size dönen yanıt ta en azından yüksek tonda veya daha yüksek düzeyde bir tepki oluyor.
Bir gazete okumak isterseniz ücretini satıcıya verdikten sonra o gazeteyi alabiliyorsunuz. Dolayısıyla bu farkında olmadan günlük olarak yaptığımız işlemlerin sonucunda her iki tarafında bir kazanımı oluyor.
Şayet bu al-ver durumunda iki taraf kazanmıyorsa, yapılan bir işte terslik olduğu ortaya çıkıyor ve taraflardan bir tanesi devam etmiyor ikili alış verişe.
Son 44 yıldır süren Kıbrıs müzakereleri de bundan pek farklı değil.
Sonuç sadece bir tarafı memnun etmeye doğru gidiyorsa veya da tarafların birisinde sonuçla ilgili bir art niyet varsa, kısa bir süre içinde bir şekilde kopuyor müzakereler.
Kıbrıs sorununda çok kritik ve tarihi dönemece gelindiği kesin.
Çocukluğumuzun “Karagöz’le Hacivat oyunları”ndaki son perdede Hacivat tarafından hep söylenen “Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman” sözlerinde olduğu gibi perde, yani müzakereler artık yıkılmak üzere.
Ancak perde bir kez yıkılırsa, bir daha yerine koymak mümkün olmayacak artık.
O yüzden sorumlu tüm paydaşlar, hem tarafları hem de uluslararası toplumu, sorumluluklarını üstlenmeye çağırıyor.
Kıbrıs Rum tarafının müzakere sürecinde kesinlikle hiçbir değişiklik olmadan, görüşmelerin belirsiz bir süre devam etmesini istemesi ve bunda ısrarcı olması, Türk tarafını alternatifler bulma arayışına sokmuş durumda.
BM’nin, geçtiğimiz günlerde, müzakere sürecinin bugünkü şekliyle devam edemeyeceğini açıklamasının Türk tarafının bu kararındaki etkisi çok büyük.
Müzakerelerin esas prensiplerinin değişmesi gerekliliği net olarak çıktı ortaya.
Müzakereler çözüme doğru gitmiyor. Bunu hem Kıbrıslı Türkler, hem Rumlar hem de BM ve AB yetkilileri görmekte.
Kıbrıs Türk tarafı müzakere sürecinin ‘Kıbrıslı özelliğine’ saygı duyuyor. Müzakerelerin bundan sonraki aşamasının modeli ile nihai amacının saptanması ve temel ilkelerin belirlenmesi konusunda -müzakereler tekrar başlamadan- bir anlaşmaya varılmasını istiyor ve öneriyor.
Zaten başka türlüsünün olması mümkün değil.
2013 Martında tekrardan masaya oturulacaksa bir takvim ve bir al-ver süreci olmalı bu yeni süreç. Buna ilaveten de takvim sonunda bir anlaşmaya varılamazsa Kıbrıs Türk tarafının masadan hangi statü ile kalkacağı da bu aşamada belirlenmeli.
Müzakerelerin sonucunda gene ambargolar altında, dünyadan izole edilmiş bir halk olarak masadan kalkacaksak, masaya oturmamanın ve şimdiden alternatifler aramaya başlamanın çok daha iyi ve akılcı bir yol olacağı akla ve mantığa çok daha yakın gözükmekte.
Bu nedenle de Kıbrıs sorununun çözümüne katkıda bulunacak, sonsuza dek sürmeyecek anlamlı ve özlü içeriğe sahip yeni bir yöntemin taraflarca şimdiden saptanması gerekmekte.
Kıbrıs Rum tarafı bunları kabul etmiyorsa, şimdiden adanın bölünmesine ve kesin çizgilerle ayrılığa hazır olmalı.
Kıbrıs Türklerinin, Rum çoğunluğun idaresi altında, adı federasyon olan göstermelik bir devlet yapısı içinde Rumların yönetimi altında yaşamayı kabul etmeyeceği kesin.
Hele de Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rum Yönetiminin adına iflas denen korkunç bir ekonomik bunalım ve siyasi krizlerle boğuştuğu bu dönemde.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
14 Mayıs 2012