Rumların zengin ailelerinden Lordos’un varisi Konstantinos Lordos’un da içince olduğu Maraş kökenli Rumların topluca Maraş’ta kalan taşınmaz malları için AİHM’ye 20 Aralık 1989’da yaptıkları başvuruya sıra gelmiş gözüküyor.
Söz konusu başvuruyu yapanlar Maraş kökenli Konstantinos Lordos, Kikis Hristofidis, Yoannu Savro, Areti Yonidu ve Mihali Evangelidi, Dipkarpaz kökenli Zaharias Spiridonos, Kumyalı kökenli Loizos Loizidis ve Hristos Hacimanolis, İskele kökenli Panayotis Sergis, Çayönü kökenli Georgios Ruvas, Lefkoşa kökenli Eleni Andoniadu ve Nijerya doğumlu Stelios Mandritis.
Topluca başvuruyu yapan Rumların avukatlarına göre Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in bugüne kadarki uygulamasına devam etmesi halinde, toplu başvuruda bulunan 12 Rum’un davasında Türkiye 100 milyon Euro’nun üzerinde tazminat ödemek zorunda kalabilirmiş.
Artık Maraş’ın Türk toprağı olduğu iddiasını masaya koymamızın zamanı geldi, fırsatı da elimize geçti.
Güneyde kalan Vakıf Mallarımızın bırakın 20.ci yüzyılın başında İngilizlerin yardımı ile Rumlarca yağmalanmasını, günümüzde bile kılıfına uydurulup yağmalanmakta ve Rum arazisi olarak tescili yapılmaktadır.
Şimdi de Limasol’daki Nikos Pattihis Caddesi üzerinde yer alan EVKAF’a ait geniş arazinin Limasol Belediyesi’ne devredilebilmesi için kollar sıvandı.
Limasol Belediyesi söz konusu alanı park yapmak niyeti ile Kıbrıs Rum Hükümetinin İç İşleri Bakanlığına başvurdu. Başvuru hemen onaylandı ve söz konusu pahası biçilmez geniş arazinin Belediyeye devredilmesi konusunda da Limasol Belediyesi ile Rum İçişleri Bakanlığı arasında bir anlaşma imzalandı.
Sıra atalarımızdan kalan söz konusu Vakıf malının önce yeşillendirilerek park haline getirilmesi sonra da iç edilmesi için Rum İçişleri Bakanlığı’na bağlı “Kıbrıs Türk Mallarını İdare Birimi”nin yazılı onayına geldi.
Onay da çıkınca Vakıflar İdaremize ait mülk, önce Rumların kontrolüne sonra da tapusuna geçecek.
Biz bu yasal kılıflı dümenleri çok gördük ve çok yaşadık.
Öncelikle AİHM’deki Arestis davasında yargıçlara soramadık, Maraş sakini olan Arestis’in Türkiye aleyhine AİHM’de dava açarken Kıbrıs Rum Hükümetinin niye Arestis’e koçan (tapu belgesi) vermediğini ve İçişleri Bakanlığından yalan beyanla, 1974 Barış Harekatı sırasında Tapu kayıtlarının kaybolduğu gerekçesi ile sadece mal sahibi olduğuna dair bir evrak verdiğini.
Orijinal koçanı AİHM’ye verselerdi, Mülhak bir Vakıf olan, yani mal sahibinin Osmanlı Yasalarına göre Hak’kın (Allah’ın) olduğu Abdullah Paşa Vakfının taşınmaz malının nasıl olup ta, 15 Eylül 1913 Pazartesi günü Arestis’in dedesi Mavroudi Hacı Hambi Mavreli’ye Koçan No. 680 ile miras olarak kaldığını açıklamak zorunda kalacaklardı.
Maalesef adadaşlarımız olan Rumların büyük çoğunluğunun işi gücü organize sahtekarlık. Önce taşınmazı ustalıklı bir sahtekarlıkla üzerlerine geçirirler arkasından da sanki söz konusu taşınmaz mal onlarınmış gibi yaygarayı basarlar. Sonra da hak aramak bahanesi ile de ABAD’a, AİHM’ye ve aklınıza gelen her yere başvururlar.
Şimdi tam sırası.
Elimizde topluca AİHM’ye baş vuru yapan ve Türkiye’den 100 milyon Euro’nun üzerinde tazminat almayı düşleyen yukarıda adlarını belirttiğim Rumların mülklerine ait tapu kayıtları bulunmaktadır. Neredeyse tümü de yağmalanmış Vakıf mallarımızdır.
Bu sefer mallarımızı geri talep etmeliyiz, hem de AİHM’de.
KKTC’de bu konuda deneyimli bir çok hukukçumuz vardır. İsim isterlerse hemen verebilirim. Yüzyıllardır yağmalanmış ata topraklarımızı geri alabilmenin zamanı gelmiş ve çatmıştır. Beş yıldır, Vakıflar İdaremiz bu konu ile hiç ilgilenmemiştir. Neyse ki artık değişiyorlar.
Rumların işlerine geldi mi ellerinde tapu kayıtları yoktur ve İçişleri Bakanlığından bir yazı alırlar, işlerine gelmedi mi de, bizde de Tapu kayıtları var derler ve Orams davasında olduğu gibi aniden taşınmaz malın koçanını ilgili mahkemeye sunarlar.
Bölgede yaşayan insanlardan aldığım duyumlara göre Orams’ın evinin üstünde bulunduğu arazi, bir dönem Türk Vakıf arazisi imiş. Doğru mu bilemiyorum. Beni Vakıflara sokmuyorlar. Başvurularımı, üçüncü şahıslara bilgi veremeyiz deyip geri çeviriyorlar.
Araştırdık mı?
Rumlar 1959 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası Zürih ve Londra’da tartışılırken Türkiye’nin Garantörlüğüne hiç itiraz etmemişlerdi.
Makarios her ne kadar ayak sürçtüyse de, aklında bir an evvel Kıbrıs Cumhuriyetini kurmak ve çoğunluk olmanın verdiği avantaj ile de “Enosis”e yani, Yunanistan’la birleşmeye, yeni kurulan Kıbrıs Cumhuriyetini sıçrama tahtası olarak kullanmak niyeti vardı.
Nitekim aradan daha 3.5 yıl geçmeden, tüm hazırlıklarını tamamladıktan sonra bu düşüncelerini gerçeğe dönüştürmek kararını aldılar ve uyguladılar.
21 Aralık 1963 gecesi kasten adadaki iki halkın kanlı bıçaklı olmasına neden olacak olayları çıkarıp, ilk adımı attılar. Maksatları Türkiye’nin hem askeri gücünü görmek hem de “Garantör” olarak neler yapabileceğini tespit etmekti.
Makarios siftahı 22 Aralık günü Garanti Anlaşmalarını tanımadığını ilan etmekle yaptı.
Türkiye önce bu küstahlığı uluslar arası politika ile çözmek yolunu seçti ve 23 Aralık 1963 günü garantör olan İngiltere ve Yunanistan’ı toplantıya çağırdı, 24 Aralık günü de bir ortak bir bildiri yayınlandı.
Makarios Türkiye’nin ilk tepkisini, ortak kararı tanımayarak saldırıları devam ettirmesi ile aldı. 25 Aralık 1963 günü Türk Hava Kuvvetlerine bağlı savaş uçakları Lefkoşa üzerinde ihtar uçuşları yaptılar. Uçaklara kilise olan bölgeleri bombalayın talimatı da verilmiş olmasına rağmen uçuşlar sadece ihtar amaçlı yapıldı.
Türkiye’nin garantörlük hakkını kullanarak tek başına harekete geçmekten çekinmemesi ve ihtar vermesi üzerine 26 Aralık 1963’de “Yeşil Hat” antlaşması imzalandı.
Aynı gün bu sefer Dışişleri Bakanı Kiprianu, ertesi gün de Makarios Antlaşmaları tek taraflı fesih ettiklerini tekrar açıkladılar.
Bu sefer de İngiltere baskı yaptı ve Makarios söylediklerini geri almak zorunda kaldı.
13 Ocak 1964’de Londra’da yapılan üçlü konferans, 15 Ocak’da beşli konferansa dönüştü ve Rum tarafı “Garanti ve İttifak Anlaşmalarının feshini ve Anayasada Türklere verilen hakların kaldırılmasını” istedi.
BM Güvenlik Konseyinde 4 Mart 1964 tarihinde alınan kararla Rum Yönetimi “Kıbrıs Hükümeti” olarak tanındı ve Rumlar Türklere karşı saldırılarını arttırdılar. BM Barış Gücünün 27 Mart’ta adada göreve başlamasından sadece bir hafta sonra 4 Nisan 1964’de Makarios İttifak Anlaşmasını feshettiğini tekrar açıkladı. Arkasından Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu’da Makarios’un fesih kararını desteklediğini açıkladı. Türkiye tek taraflı bu fesih kararını tanımadı.
1967 yılında ise Makarios 26 Haziran’da Rum Temsilciler Meclisini topladı ve Enosis kararını, yani Yunanistanla Birleşme kararını aldı arkasından da on bin civarında Yunan askerinin Kıbrıs Rum vatandaşı yapılması ve RMMO’ya katılması kararını çıkarttırdı.
Aynı senaryo 15 Kasım 1967 Geçitkale-Boğaziçi saldırılarında da sahneye kondu ve Makarios defalarca “Garanti ve İttifak Anlaşmalarını feshettiğini” açıkladı. Türkiye de her seferinde reddetti.
1970 yılında Nikos Sampson Enosis amaçlı Aspida teşkilatını kurduktan sonra Grivas 1971’de adaya döndü ve Enosis’i gerçekleştirmek için EOKA B’yi kurdu. Aynı amacı güden her iki teşkilat EOKA B çatısı altında birleşti.
Adayı Yunanistan’a bağlamak için 15 Temmuz 1974 günü Yunanistan’ın organizesi ile darbe yapıldı ve Nikos Sampson Cumhurbaşkanı, yeni devletin adı da “Kıbrıs Yunan Cumhuriyeti” olarak ilan edildi.
Arkasından da 20 Temmuz 1974’de Mutlu barış Harekatı gerçekleşti ve ada enosis’ten, Kıbrıslı Türkler de, katliamdan ve soykırımdan kurtuldular.
Rumlar ve Yunanlılar 22 Aralık 1963’den başlamak üzere devamlı olarak adaya tek başlarına hakim olmak ve Yunanistan’a bağlanabilmek için Garanti ve İttifak Anlaşmalarının fesih edilmesi için yasal veya yasa dışı her yolu denediler.
Baktılar ki olmuyor, 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye alınmalarından sonra da taktik değiştirdiler, ısrarla 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarının fesih edilmesini ve adanın Avrupa Birliği Garantisi altına girmesini talep etmeye başladılar.
Orams davasında AB’de çevrilen dolapları ve ABAD’da tarafgir Yunanlı hakimler tarafından alınan tek taraflı Rum yanlısı kararları gördükten sonra, ada üzerindeki olası Avrupa Birliği Garantisini Rumların kısa bir zaman içinde her tür dolabı çevirerek ve düzenbazlığı deneyerek iptal ettireceklerinden ve kendi lehlerine çevireceklerinden hiçbir KKTC vatandaşının şüphesi olmaması gerekir.
Son ABAD kararı ve AB’nin verdiği tüm sözlere rağmen yıllardır Kıbrıslı Türklere uygulanmakta olan izolasyonların kaldırılmaması nedeni ile artık Kıbrıslı Türklerin ne Avrupa Birliğine ne de AB’nin ABAD gibi, AİHM gibi kuruluşlarına güveni kalmamıştır.
1960 Garanti Anlaşmasının kaldırılması ve adanın tümünün AB Garantisi altına girmesi istediği ise sadece Rumların ve Yunanlıların düşlediği ve hiçbir zaman da gerçekleşmeyecek olan bir Helen rüyasıdır.
Yazılarıma okuyucularım tarafından düzenli olarak eklenen YORUM’lar, bana gönderilen mesajlar ve telefonla yapılan öneriler var.
Bunları kendime saklamamın çok yanlış olacağı düşüncesindeyim.
Öncelikle 1 Mayıs tarihli ve “CB TALAT ile KAHVALTI” başlıklı yazım ile ilgili Sayın Cumhurbaşkanımızın bana gönderdiği “Düzeltici” mesajı her ne kadar kendisinden izin almadıysam da, yazımda değindiğim “davanın ABAD’a gönderilmesi ile ilgili paragrafa” açıklık getirilmesi ve halkımıza duyurulması düşüncesi ile bana gönderdiğini düşünerek sizlere aynen aktarıyorum.
Cumhurbaşkanımızın bana gönderdiği açıklama yazısı kelimesi kelimesine aşağıdaki gibidir.
“Ben size konunun ATAD’a havale edilmesini öyle anlatmadım. Çünkü öyle olmadı…
Evet, Cherie Booth başlangıçtan beri konunun ATAD’a havalesini istiyordu. Bense sonuna kadar şiddetle karşı çıktım. Avukatlarımıza talimatım, konuyu İngiltere’ye hapsetmek, ATAD’a havaleyi engellemek için sonuna kadar direnmek oldu… İngiltere’deki istinaf duruşmasında Yargıç, konuyu ATAD’a havale etmek durumundayım deyince avukatlarımız beni arayıp şunu söylediler: Yargıç kararını verdi. ATAD’a havaleyi reddetmeye devam edersek soruların oluşumuna katılamayacağız. Çünkü davayı kaybetmiş olacağız. Yargıcın kararı bu olduğuna göre biz de havaleye itiraz etmeyelim aksi halde soruları Rumlarla hazırlayacak… Bunun üzerine itiraz etmekten vazgeçtik.
Durum budur. Bunu tutanaklarda da görebilirsiniz.
Bilgilerinize…
Mehmet Ali Talat”
Ben Sayın Cumhurbaşkanımıza, bizleri davet ettiği kahvaltıda yukarıdaki konu ile ilgili söylediklerini, esasını bozmadan kendi kelimelerimle okuyucularıma aktardığımı söyledim. Takdir sizlerindir.
Bir başka düzeltme ise yıllardır çok sevdiğim, aynı dönemde Milletvekilliği yaptığımız Baf’lı bir politikacı ve hukukçu arkadaşımdan geldi.
26 Nisan Tarihli ve “Orams Komplosu” başlıklı yazımda Dr. İhsan Ali’nin kardeşi oğlu olduğu şeklinde bilgi aldığım ve o şekilde yazdığım Sayın İlker Kılıç’ın, gerçekte dayısının Dr. İhsan Ali’nin kardeşi kızının kocası olduğu şeklindeydi.
Sayın İlker Kılıç “Londra CTP Dayanışma Derneği” Başkanı olup, “Eninde sonunda Kıbrıs’ın tümü Avrupa Birliği’ne katılacaktır, yani osmosis olacaktır dolayısıyla Kıbrıs’ta “osmosis” kaçınılmazdır derim.” sözleri de internette http://portal.kibris.net/index.php?option=com_content&task=view&id=632&Itemid=21 sayfasında yer almaktadır.
Bu kişinin Orams davası ile ne gibi bir ilgisi olabileceği, nasıl bir katkı sağlayabileceği ve davaya hangi gerekçe ile karıştırıldığı hala daha kafalarda yerini koruyan bir sorudur.
Lefkoşa’dan Sayın Cuma Yaşar’dan gelen bir diğer düzeltme ise 26 Nisan Tarihli ve “Orams Komplosu” başlıklı yazımda bahsettiğim, avukat olmayan ama psikolog olduğu söylenen Sayın Hasan Vahip’in babası ile ilgilidir. Gönderilen yazının ilk bölümü aşağıdaki gibidir.
“Bay Ata Atun. Yukarıda bahsettiğiniz Hasan Vahip’in babası, benim kayın biraderimdir. Dedesi, Sayın Denkaş’ın da yakınen tanıdığı eski milliyetçi öğretmenlerdendi. Babası ise, Bölgesinde çok iyi bilinen milliyetçi bir ilkokul müdürü idi. İngiltere’ye eşinin ailesinin orada bulunması ve onların isteği ile öğretmenlikten istifa edip gitmiştir.”
Zaten söz konusu yazımda da bu kişileri tanımadığımı ve bilgileri de o dönemde, o yörede yaşayan kişilerden aldığımı belirtmiştim. Kişilerin bilgileri ve gözlemleri farklı olabilir.
1 Mayıs tarih ve “Hukuka Hukukla Yanıt” adlı yazıma Lefkoşa’dan Sayın Mustafa Kortun’un gönderdiği “YORUM” ise beni gerçekten çok etkiledi. Yorum içeriği hiç değiştirilmeden aynen aşağıdaki gibidir.
“Kıbrıs’ta iki eşit siyasal varlıktan sadece Rum siyasal varlığını içeren “Kıbrıs Cumhuriyeti” 1963 yılından beri bir Rum devletidir.
Gerek BM gerekse AB bu geçeği bir türlü tanımamış olmakla beraber, Nisan, 2004 referandumlarında, Kıbrıs’ta birleşik bir devletin kurulabilmesi için Türk ve Rum, eşit iki siyasal varlığın ayrı ayrı “Evet”lerinin olması gerektiği, tüm dünyaca kabul edildi.
Ancak üyeliği 1 Mayıs’ta yürürlüğe giren, sadece Rum siyasal varlığını içeren ve aslında bir Rum devleti olan “Kıbrıs Cumhuriyeti” oldu. İşte gerçek hukuki haksızlık ve de hırsızlık burada yapıldı.
Daha bir hafta öncesine kadar, adada iki eşit siyasal varlığın birleşik bir devleti kurabileceği siyasi ve hukuksal açıdan da kabul edilmişken, sırf Rumlar “Hayır” dediler diye, Türk siyasal varlığının hukuku çalınmıştır. Bunu Kıbrıs Türk halkından Avrupa Birliği çalmıştır. Bu nedenle bu noktada doğrudan Avrupa Birliğini hedef alarak, sadece Rumlardan oluşan bir “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni üye yapmakla Kıbrıs Türk siyasal varlığının hukuki ve siyasal haklarının gasp edilemeyeceğini, AB’ne derhal bir nota ile bildirilmelidir.
Kıbrıs Türk siyasal varlığıyla eşit olan Rum siyasal varlığını barındıran “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin tüm Kıbrıs’ı temsil etme iddiasının da gayrı meşru olduğu, ve bu gayrı meşruluğun 1963’ten beri devam etmekte olduğu yeniden vurgulanmalıdır. Ve de gerekirse, AB’ni AB’nde dava etmeliyiz.
En azından beş yıldan buyana AB’nin Rumların hukuk dışılığına ve gayrı meşruluğuna, son verecek şekilde, Kıbrıs Türk siyasal varlığı ile bir anlaşma olana kadar,”Kıbrıs Cumhuriyeti”nin üyeliğini dondurmasını hemen istemeliyiz.
Kıbrıs Türk siyasal varlığı ve temsiliyeti olmadan Kıbrıs’ın AB üyeliğinin meşruiyet, hukuksal ve siyasal açıdan eksik ve sakat olduğunu AB kabul etmek durumundadır. Aksi takdirde Kıbrıs’taki görüşmelere hiç ama hiç gerek yoktur.
Kısaca öncelikle dersimize çok iyi çalışmalı, AB’ni çok iyi sorgulamalı, en sonunda da eğer gerek kalırsa, Kıbrıs Türk siyasal varlığının sesini, bir referandumla sadece AB’ne değil tüm dünyaya duyurmalıyız.
Kıbrıs’ın bütünleşmesi, Kıbrıs Türk siyasal varlığının Rum siyasal varlığı kadar eşit ve bu adada vazgeçilemezliğini kabul etmekle başlar. Meclisiyle, hükümetiyle ve yargısıyla KKTC, Kıbrıs Türk siyasal varlığının en dinamik ifadesidir.”
Okuyucularıma katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.
Dün Cumhurbaşkanımız Mehmet Ali Talat bizleri kahvaltıya davet etti.
Bizler dediğim, yaklaşık aynı yaş yelpazesinde olan ve adına yurtsever veya vatansever denilen düşünce tarzında yazılar yazan köşe yazarları, araştırmacılar ve yorumcular.
Kendilerinden tek tek izin almadığım için isimlerini burada belirtemeyeceğim ama gazetelerde köşe yazıları, makale veya yorum okuyanlar ile televizyonda siyasi tartışma veya politik konuları irdeleyen programları seyredenlerin çok yakından tanıdıkları saygın ve elit düşünürler ile yazarlar.
Eminim hepsini çok iyi tanımaktasınız.
Tabii konu da Orams davası idi.
Cumhurbaşkanımız geçen günkü yazımdan dolayı benim canıma okuyacak düşüncesi ile gittim kahvaltıya. Niyetim en uzağa oturmaktı ama hemen sol yanında buldum kendimi.
Kahvaltılı toplantımız veya kahvaltılı aydınlatılmamız çok samimi bir havada ve bence de çok verimli geçti. Keşke Sayın Cumhurbaşkanı bu tür toplantıları düzenli bir şekilde belirli bir sıklıkta düzenlese ve bizler de bilgiler alıp, sorular sorabilsek.
Cumhurbaşkanlığında görevli Hukukçular da katıldılar kahvaltıya ve kendilerine yöneltilen her soruya Cumhurbaşkanının izni ile yanıt verdiler. Bazı konulara da açıklama getirdiler.
Sayın Cumhurbaşkanı, istediğimiz her konuda zaman kısıtlaması olmadan kendisi veya ekibi ile çekinmeden temas kurabileceğimiz ve sorular sorabileceğimiz konusunda kişisel garantisini de verdi.
Bence bu çok önemli.
Bazı önemli bilgileri yabancı basından almak yerine belli ki artık cumhurbaşkanlığından alabileceğiz.
Tabii ki, yazılabilenler ve yazılmaması gerekenler kuralına da harfiyen uyarak.
Zaten dünkü kahvaltılı toplantıda da Sayın Cumhurbaşkanı bazı konu ve detayları, hepimizi tek tek ve kişisel olarak tanıdığı, karakterimizi de bildiği için yazılmamak kaydı ile yani basının tabiri ile “Off the record” olarak bizlere aktardı.
Elbette ki bu bilgiler sadece bizde kalacak. Kural böyle.
Zamanı gelince de, açıklanmasında artık çekinilecek bir durum olmayanlar Cumhurbaşkanının izni ile yazılarımızda veya yorumlarımızda yerini alıp, halkımızın bilgisine gelecek.
Dünkü kahvaltılı toplantının en önemli anlarından bir tanesi, ben dahil neredeyse tümümüzün doğru bildiği ama yanlış yorumladığı “İngiliz İstinaf Mahkemesi”nin Orams davasının temel taşlarından birisini oluşturan “10.cu Protokol” ile ilgili ABAD’dan yorum istenmesinin perde arkasının açıklandığı andı.
Sayın Cumhurbaşkanı, konu gündeme ilk defa geldiği vakit ABAD’a başvurulduğu takdirde gelebilecek olan yanıtı kestirebildiğini ve bu nedenle de kesinlikle ABAD’dan yorum istenmesine karşı çıktığını belirtti.
Bu aşamada Türk tarafının avukatı Bayan Cheryl Blair Cumhurbaşkanımız Talat’a tavsiyede bulunmuş ve Rum tarafının başvuru istemesi, Türk tarafının da istememesi durumunda İstinaf Mahkemesi Yargıcının kendi istediği şekil, form ve sorularla ABAD’a başvuracağını ve başvurunun da tamamen Rum istekleri ve soruları doğrultusunda olacağını belirmiş.
Başvurunun içeriğine Türk tarafının taleplerinin de konabilmesi için bu aşamada “Evet” denmesinin daha doğru bir yaklaşım olacağını tavsiye etmiş Bayan Blair.
Bayan Bliar’in bu tavsiyesi üzerine de Cumhurbaşkanımız ister istemez, kötünün daha da kötüsünü belki önleyebilirim düşüncesi ile de “Evet” talimatını vermiş.
Bizlerin de yazdığı ve söylediği gibi “Evet” talimatı Cumhurbaşkanımız tarafından verilmiş ama “Avukat Cheryl Blair’in tüm itirazlarına rağmen” değil, tam tersine Bayan Blair’in “Evet denirse daha iyi sonuç alabiliriz” tavsiyesi üzerine “Evet” denerek, ABAD’dan 10.cu Protokol konusunda yorum talep edilmiş.
Doğrusu, benim kelime ve yorumlarımla aynen bu şekilde.
Kuzey Kıbrıs Türk cumhuriyetinin üzerinde kurulu olduğu topraklar nasıl oluyor da biz Kıbrıslı Türklere hiç sorulmadan Avrupa Birliği toprağı oluyor ben bir türlü anlayamadım.
Kim konuştu bizim adımıza AB ile, kim onay verdi bizim adımıza Avrupa Birliğine gerçekten de bilmiyorum.
1 Mayıs 2004 sabahı uyandığımız vakit biz Kıbrıslı Türklere hiç sorulmadan aniden bizler AB vatandaşı, KKTC toprakları da AB toprağı oluverdi.
Bu topraklar üzerinde egemen olan, bizlerin can pahasına, kan ve gözyaşı pahasına kurduğumuz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetidir ama bir gün işbirliği yapmak istemediğimiz birileri ortaya çıkıveriyor ve “Kıbrıs’ın kuzeyi bizimdir ama şimdilik bizim yasalarımız orada geçerli değildir” şeklinde bir de karar alıyor.
Üstelik bu birliğin Mahkemeleri de, bizlere sorulmadan alınan bu kararı geçerli kabul ediyor ve bizleri de bağlayan kararlar alıyor.
Birliğe katılmamayı yeğleyen dört Avrupa kıtası ülkesi İsviçre, İzlanda, Lihtenştayn ve Norveç önümüzde çok güzel bir örnektir.
Bu devletler halen üye değillerdir ve özellikle de İzlanda, Danimarka’dan ayrıldıktan sonra yaptığı referandum ile AB’den ayrılmıştır.
İzlandalı balıkçılar, karasularının AB’li balıkçılar tarafından işgal edilebileceği korkusu ile hükümete baskı yapmış ve ayrılma kararı referanduma sunularak gerçekleştirilmiştir.
Referandum yapmak hakkı bizler de vardır ve artık zamanı da gelmiştir.
Sayın Cumhurbaşkanı M. A. Talat’a ve Başbakan Dr. Derviş Eroğlu’na açıkça çağrı yapıyorum. “Bir referandum yapın ve tüm KTC vatandaşlarına AB üyesi olarak tanımlanmayı kabul edip etmediklerini, KKTC topraklarının da AB toprağı olarak kabul edilmesini onaylayıp onaylamadıklarını sorun”.
Yanıt “Evet” çıkarsa, AB komisyonlarının, ABAD’ın ve AİHM’nin kararları uygulamaya konur.
Avrupa Parlamentosu (AP) için 4-7 Haziran tarihleri arasında seçimler yapılır ve seçimleri kazanan 2 kişi Kıbrıslı Türkleri temsilen Avrupa Parlamentosu Milletvekili olarak AP’ye katılır.
Avrupa Birliğinin tüm ilgili Komisyonlarına atamalar yapılır ve komisyon üyeleri de görevleri başlarına giderler.
Yanıt “Hayır” çıkarsa, tüm bu kuruluşların hakkımızda karar veremeyeceğini yasal ve Uluslar arası hukuka uygun olarak “Kıbrısın kuzeyinde yaşayan “EGEMEN HALK” olarak kendilerine bildirmiş oluruz.
Müzakerelere devam ederiz ve bu dönem içinde de Annan Planında olduğu gibi nihai bir anlaşmada kurucu devletlerin mevcut yasa ve uygulamaları geçerli kabul edileceği nedeni ile Louzidu, Myra Arestis ve Apostolidis gibi müzakerelerin sonucunu beklemeden AB Mahkemelerinde kişisel davalar açıp, çıkan taraflı kararlar ile KKTC sınırları içinde mülklerine sahip olmaya düşleyen Rumlara “Özel Emlak Vergisi”, her yıl peşin ödenmek kaydı ile on yıllık brüt asgari ücrete eşit değerde EMLAK VERGİSİ uygulaması yürürlüğe konur.
Bayan Louzidu, Bayan Myra Arestis, Bay M. Apostolidis ve diğer uyanık Rumlar, mülklerinin sahibi olabilmek için hukuken bu vergiyi her yıl ödemek zorunda bırakılırlar.
Çıkarılacak kararda, Emlak Vergisinin iki yıl arka arkaya ödenmemesi durumunda söz konusu emlakın açık arttırma ile satılacağı koşulu da getirildiği vakit bu uyanık ve müzakereleri akıllarınca baltalayan Rumlar, emlaklerine sahip olma arzularının bedelini ödemiş olurlar.
Gerekli olursa, KKTC Mahkemelerinin kararları da Türkiye Mahkemelerinde onaylatılarak meşruiyet kazandırılabilir.
Eğer Kıbrıs sorununa bulunacak çözümün yolu bu ise Hukuka hukukla karşılık vermek gerekmektedir.
Çağrımı liderlerimize yeniliyorum: “Referandum yapın ve bu halka sorun. AB’nin varlığını ve hükümranlığını Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sınırları içinde veya onların tabiri ile Kıbrıs’ın kuzeyinde kabul ediyorlar mı?”
Ederlerse ABAD ve AİHM kararları geçerli olur.
Etmezlerse, AB’nin de sırtlayamayacağı ve içinden çıkamayacağı büyük bir soruna kapı açılır, yep yeni günler başlar.