3-7 Nisan 2006’da yapılan “3. Kültür-Sanat Kurultayı”nda Halk Bilimi Alt Kurulu’nun Folklor Bölümünde son gün olan 7 Nisan günkü toplantıda üç tane de öneri yapıldı. Bunlardan bir tanesi çok ilginçti ve başlığı da “1958’den itibaren Türkçeleştirilen köy, sokak ve yer isimlerinin eski haline döndürülmesi idi. Fırsattan istifade yapay çoğunlukla bir de oylama yapıldı ve 48 lehte, 30 aleyhte oyla “1958’den itibaren Türkçeleştirilen köy, sokak ve yer isimlerinin eski haline döndürülmesi” yönünde tavsiye kararı alındı.
Öneriyi sunan Kurul Başkan Yardımcısı’da “Ben Kıbrıslıyım, Orta Asya’dan gelmedim. Benim Anadolu ile bir alakam ve bağım yoktur. Benim kültürümle oynamayın. Türkçe köy, sokak ve yer isimleri kaldırılmalı, eski isimler kullanılmalıdır. Türkçe isimlerin değiştirilmesi tapu kayıtlarında ve haritalarda yaşanan sıkıntıları da çözecektir” şeklinde konuşma bir konuşma yaptı. Sanki bizler onun fikrini kabul etmeye mecburmuşuz gibi .
Alt Kurul toplantısı ile ilgili iddialar da var toplumumuzun içinde. O dönemde yerel gazetelerin bir tanesinde konu ile bir katılımcı tarafından yazılan bir yazı ve yorum da çıkmıştı. İddiaya göre öneriyi yapan kişinin “Ben Türk değilim, Kıbrıs’lıyım” dediği ve önerinin öyle çok masum olmadığı ve daha evvelden tüm gerekli hazırlıkların yapıldığı, oylama ile ilgili kulis faaliyetlerinin tamamlandığı sonra da öneri olarak alt kurula getirilerek kabul ettirildiği belirtiliyor. İddialara göre o günkü katılımcı sayısı her günkünden daha fazla imiş.
Bu kişi kendini ne hissederse hissetsin bu beni çok ilgilendirmez, önemli olan bizlerin kendimizi ne hissettiğimizdir. Ben kendimi Anadolu ile olan bağı hiç kopmamış bir Türk hissediyorum.
Bu toplumun çoğunluğunun yer isimleri konusunda ne düşündüğü hiç sorulmayacakmı?. Yer isimleri, kendini, halen var olmayan ve bu güne kadar hiç var olmamış, tarih kitaplarında yer bile verilmemiş “Kıbrıslı” zanneden bir kişinin yapay olarak topladığı çoğunluğun kararı uyarınca mı değişecek.
Sanırım bu konuda “Referandum” yapılması gereklidir ve halkımıza yer isimlerinin değiştirilip değiştirilemeyeceği sorulmalıdır.
Ben asla kaldığım yerin isminin “Ay. Luka” veya “Ayios Lucas” olmasını istemiyorum. Bu öneriyi yapan kişi, Ayios Lucas’ın yani Aziz Luka’nın kim olduğunu biliyormu acaba? Yoksa Metehan’a, Ayios Demetios demek daha mı uygun geliyor bu arkadaşlarımıza. Ayios Demetios’un yani Aziz Demetios’un ismini bizler niye yaşatmaya bu kadar meraklıyız. Ortodoks dininin yarattığı ve benim dinimde, kültürümde, tarihimde, geçmişimde, yaşantımda yer almamış, yeri bile olmayan bu kişinin adını niye kullanmak zorunda olduğumu, niye bu fikrin bizlere 48 kişinin fikri diye empoze edilmeye çalışıldığını bir türlü anlayamıyorum.
Yer isimleri asla Rumcalaşmayacak. Yılardır çektiğimiz sıkıntıları, verdiğimiz şehitleri, yaşadığımız göçleri, maruz bırakıldığımız insanlık dışı davranışları, ve hala daha yaşamakta olduğumuz dünyadan dışlanmayı ve ambargoları unutmayı ve Rumları isimleri kullanmayı hiç kimse bize empoze demez.
İsteyen, Rumca isimlerin kullanıldığı Güneye gider ve orada “Kıbrıslıyım” diye yaşar ve hanyayı konyayı öğrenir. Kıbrıslılık diye bir kavramın olmadığını da, Türklere ortak bir devlette 5.ci sınıf bir vatandaşlık verileceğini de, kısa yoldan hemencecik öğrenir.
Yağma yok.
Hiç kimse yer isimlerini Rumcalaştıramayacak. Halkımız buna müsaade etmeyecektir. Tarih ise çağlar boyu lanetleyecektir.
Kıbrıs Türk toplumuna yönelik, uzun vadeye yayılmış, dahiyane bir toplumsal beyin yıkama yöntemi ile Annan Planı toplumumuza, bilimsel yöntemler kullanılarak açıkça yutturuldu.
İnsan oğlunun zayıf tarafları dikkate alınarak, algılama teknikleri en iyi şekilde kullanılıp, medyaya yardımı ile yapay beyin yanılgıları yaratılarak Annan Planı açıkça Kıbrıs’lı Türklere gayet güzel bir şekilde pazarlandı. Papadopulos olmasaydı daha doğrusu Papadopulos da bu oyuna gelseydi, şimdiye çoktan vatanımız elden gitmiş, bizde 5.ci sınıf “Birleşik Kıbrıs Devleti” vatandaşı olmuştuk.
Sıralamayı hatırlatmama gerek yok sanırım. Hıristiyan olup olmamak ayırımı gizli kapılar ardında her zaman geçerli olduğundan, bu toplumumuza yutturulmaya çalışılmış yeni devletteki sınıflama Rum, Maronit, Ermeni, Latin ve Türk şeklinde olacağından, bizler de ancak 5.ci sınıf vatandaş olabilecektik. Aynen Yunanistan Trakyasında yaşayan ve AB vatandaşı oldukları halde kendilerine Türk denilmesi yasaklanmış soydaşlarımız gibi.
İstanbul’dan hiç görmediğim ve tanımadığım, adının da sadece “Duygu” olduğunu yazdığı bir okuyucum aktardı bana aylar önce “Manufacturing Public Perception” konusunu.
Ve balıklama daldım bu konunun üzerine. Araştırmadığım web sitesi, okumadığım yazı ve kitap kalmadı bu konuda. Kavram yeni olmasına rağmen ders kitaplarına bile saldırdım.
“Manufacturing Public Perception”nın kelime bazında Türkçesi “Toplum Algılaması Üretmek”dir. Çeviriyi biraz daha geniş tutup, kelime bazından manasal çeviri zeminine dönüştürürseniz “Kamuoyunun Algılama Silsilesini Üretmek” veya “Halkı bir fikre inandırmayı planlamak” şeklinde daha doğru bir tanımlama ve çeviri yapmış olursunuz. İşin özü ise açıkça “Medyadaki haberlerin istediğiniz biçimde çıkmasını sağlamak için çok uzun ve sabırlı çalışmalar zinciri kurmak”dır.
Bu konudaki saptamalarımı yerine oturtmak için önce 68 sene evvelsine geri gitmemiz gerekmektedir, yani 2.ci dünya savaşı evvelsi yıllara.
Propaganda, 2.Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Almanya’da Naziler tarafından çok korkunç bir silah olarak kullanılmıştır. Kendisi müthiş bir konuşmacı ve usta bir propagandacı olan Hitler, hükümetinde bir de Propaganda Bakanlığı kurmuş, başına da çok zeki ve yetenekli Dr.Joseph Goebbels’i getirmişti. Tarihçiler, Almanya’da Faşizmin yayılıp güçlenmesinde Hitler’den sonra en büyük rolü oynamış kişi olarak Goebbels’i göstermektedirler.
Tüm iletişim araçlarını, sinemalar, tiyatrolar ve sanat sergileri de dâhil tekeline geçiren Goebbels, propagandasını şu temel ilke üzerine kurmuştu: “Eğer bir yalan, uzun bir süre yeterince tekrarlanırsa, sonunda o yalan bir gerçekmiş gibi algılanır”.
Propagandanın, sürekli olarak yalan söyleme sanatı olduğunu çok iyi bilen Goebbels, yalan uydururken de şeytanca bir yol izlemiştir: Tamamı yalana dayalı bir propaganda asla yapmamıştır! Hep, söylediği büyük yalanların arasına bazı küçük doğruları da serpiştirmiştir! Böylece, dinleyicilerini ve izleyicilerini çok daha kolay kandırıp aldatmıştır!
Avrupa Birliği (AB) projesinin mimarları da, yaptıkları propaganda da, Goebbels’i kendilerine örnek almışlardır. Günümüz AB propagandacıları da tıpkı Goebbels gibi, büyük yalanların arasına birkaç doğru sıkıştırarak kitleleri aldatmayı, kandırmayı hedeflemişler ve uygulamaya koymuşlardır.
Bakın sistem nasıl çalışıyor.
Önce, hedef saptanıyor. Sonra Halkla İlişkiler firmaları ve onlara bağlı reklam ajansları ince çalışmalarla bu fikri şekillendiriyorlar. Propaganda adımları tespit ediliyor. İkinci aşamada, toplumun tanınan kişilerinin ve bilim adamlarının maaşa veya bir tür menfaate bağlanması yer alıyor. Bazı Vakıf Kuruluşlarında veya Sivil Toplum Örgütlerinde yüksek ücretle maaşa bağlanmış kişilere istenilen sonuca yönelik bilimsel açıklamalar ve konuşmalar yaptırılıyor. İyi niyetle kurulmuş Vakıflara veya Sivil Toplum Örgütlerine girmek veya ele geçirmek, o masum insancıkları “eğitmek”, bir takım çalışmalar için karşılıksız hibeler vermek ve yurt dışı geziler maskesi altında saptanmış hedef doğrultusunda eğitmek, uygulamanın olmazsa olmazları arasında yer alıyor.
Son aşamada da, Medyaya görsel minik haberler hazırlayıp vermek, hedefin yaratacağı olumlu gelişimleri sürekli ısrarla tekrarlamak, aksinin kabul edilemez olduğunu binlerce kere vurgulayıp, aksi gelişmelerin ülkeyi felakete sürükleyeceğini ısrarla ve inandırıcı bir şekilde kitlelerin bilinç altına yerleştirmek geliyor. Ve tabi, ulaşılması istenen hedef doğrultusunda yeni Sivil toplum örgütleri ile Siyasi partiler kurmak ve medyada taraftar satın almak da en son vurucu adım oluyor.
Bunun sonucunda da, topluma kabul ettirilmek istenen fikri, iyice inceletilmeden aceleye getirtilerek toplumlara onaylatmak çocuk oyuncağı oluyor.
İşte “Manufacturing Public Perception” veya benim çeviri anlayışımla “Halkı bir fikre inandırmayı planlamak” yönteminin esası bu. Şimdi gözünüzü kapayın ve Mart 2003 den sonra KKTC’de olanları, yapılanları, mitingleri, KTTO seçimlerini, kurulan siyasi partileri, Annan Planını kayıtsız şartsız destekleyen görsel ve yazılı medya kuruluşlarını, onların yayınlarını iyice hatırlayın ve gözünüzün önüne getirin.
Ne tezgah kurulmuş ve insanımız nasıl gaza getirilmiş ama. İnanılır gibi değil.
Neydi bu tezgahın saptadığı hedef? Kıbrıs’ta azınlık statüsünde olan Kıbrıs’lı Türklere Annan Planını benimsetmek ve onları adada çoğunluk olan Rum idaresi altına sokmak, Türkiye’yi adadan uzaklaştırmak ve ada ile bağını ilelebet koparmak.
Bu hedef hiçbir zaman gerçekleşmeyecek, Kıbrıs’lı Türkleri hiç kimse hiçbir zaman teslim alamayacak ve 5.ci sınıf vatandaş yapamayacak. Hele son İsrail-Lübnan olayından sonra, böyle bir girişim asla başarılı olamayacak ve dünyada sınırlar değişirken, Kıbrıs’ta da sınırlar yeniden çizilecek. Tarih bunu böyle gösteriyor ve beni haklı çıkaracak.