Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün ilk resmi ziyaretini Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine yapması, Türkiye’nin 60.cı hükümetinin Kıbrıs konusuna verdiği önemi ortaya koyuyor. Özellikle bu yeni döneminki çok farklı.
Zaten bu ziyaret Rumları da iyice kudurttu. Bütün güvenceleri, 3.cü genişleme aşamasında Yunanistan’ın şantajı ile zorla girdikleri Avrupa Birliği. Gül’ün ziyareti ile ilgili bütün protestolarını Avrupa Birliğinin tüm üyelerine tek tek ve şahsen özel kurye ile ilettiler.
Avrupa Birliğinin, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetiminden sonra geri kalan 25 üyesi Rumların çıkardıkları sorunlardan dolayı iyice bıkmış durumda.
Hem G.K. Rum Yönetimini, yani Papadopulos Hükümetini, Kıbrıs sorunu çözülmeden aldıkları için pişmanlar hem de Rumların AB’nin her seviyesindeki Komite, Parlamento ve Konseyine taşıdıkları sorunlardan bıkmış durumdalar.
18 Eylül gecesi Cumhurbaşkanı M. A. Talat tarafından Cumhurbaşkanlığı ikametgâhında verilen kabul töreninde Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Devlet Bakanı ve Başbakan yardımcısı Cemil Çiçek ile tanışmak fırsatım oldu.
Gecenin ilk saatlerinde Sayın Cumhurbaşkanının ve Başbakan Yardımcısının etrafını kuşatan medya mensupları, istedikleri bilgileri aldıktan sonra görevlerinin başına dönünce, bu defa etraflarını misafirler sardı ve gecenin ilerleyen saatlerine kadar misafirlerle sohbet devam etti.
Zaman içinde kalabalık azalmaya başlayınca, Sayın Cumhurbaşkanı ile özel bir görüşme yapabilmek olanağım oldu. Kendisine istediğim soruları sorabilmek fırsatını verdi bana Sayın Gül.
Uzun, hem de upuzun bir sohbetimiz oldu. Havadan sudan değil, politikadan konuştuk Sayın Cumhurbaşkanı ile.
Bana verdiği yanıtların bazıları “Off the Record” yani “Yazılmamak Kaydı” ile olduğundan o konulara değinemeyeceğim ama söyledikleri gerçekten çok önemli idi.
İlk sorum Avrupa Birliği, Görüşmelerin seyri, Dondurulan başlıklar ve Fransa’nın tutumu ile ilgili oldu.
Sayın Cumhurbaşkanının verdiği, rakamsal ve detay dolu yanıtlar beni adeta şok etti. Karşımda elimle tutabildiğim, gözümle gördüğüm ve varlığını hissettiğim bir Cumhurbaşkanı vardı ve bana söylediklerinden Türkiye’nin gücünü ve Türkiye hükümetinin kendine olan güvenini gördüm ve hissettim.
Türkiye’nin, Avrupa içinde Gayri Safi Milli Hâsılası ile 6.cı büyük devlet olduğunu rakamlarla açıkladı bana.
Görüşmelerin seyri konusundaki erkin artık Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde olduğunu ve devam ettirip ettirmemek veya hangi koşullarda veya hangi ray üstünde gidişata karar verecek olanın zannedildiği gibi AB olmadığını ve Türkiye olduğunu algıladım Sayın Cumhurbaşkanının sözlerinden ve açıklamalarından.
Konuşmamızın bir yerinde Sarkozy de vardı. Fransa’nın Türkiye’ye yaklaşımını, Akdeniz Birliği’ni, Fransa’nın Nato’ya giriş isteğini ve Türkiye’nin AB’ye kabulü ile ilgili olarak Fransa’daki Halk Oylamasını kaldırmak düşüncesini de irdeledik. İrdeledik derken ben sordum ve Sayın Gül de içtenlikle yanıtladı.
Anlaşılan perdenin önü ile arkası çok farklı. Sarkozy seçimlerde seçmenine verdiği sözleri tutar gözükürken, Türkiye ile olan resmi ilişkileri veya perde arkası görüşmeleri çok daha farklı ve basında çıkan sözleri ile aynı paralelde değil.
Gündemimde Papadopulos ve GKRY ile ilgili sorular da vardı ama Sayın Gül’ün bu sıcak, detaylı ve samimi açıklamalarından sonra sormanın abes kaçacağını düşünerek vazgeçtim. Zaten söyledikleri, GKR Yönetiminin AB içinde zurnanın son deliği olduğunu ortaya koyuyordu.
Konuyu GKRY yerine KKTC’ye getirdim.
Halkın düşüncelerini ve bu düşünceler içinde AKP kökenli 59.cu Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin KKTC’ye olumsuz baktığına dair izlenimlerin çok yoğun olduğunu, 59.cu hükümetin devamı olan 60.cı hükümetin ve 11.ci Cumhurbaşkanının, yani kendisinin, KKTC’ye bakış açısının ne olduğunu ve aynı görüşlerin devam etmeyeceğini sordum.
Sanırım gecenin en can alıcı sorusu buydu.
Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den aldığım detaylı yanıtın içime su serptiğini ve o an içimi büyük bir özgüvenin kapladığını itiraf etmem gerekir. 15 Ağustos 1974 günü Türk askeri ile Mağusa’da kucaklaştığımızda da aynı duyguları yaşamıştım.
Türkiye’nin büyüklüğünü o an bir defa daha gördüm ve hissettim.
Zaten Kıbrıs tarihini çok iyi bilmemden ve son elli senesini de fiilen yaşamış olmamdan dolayı biliyordum anavatanın ne denli büyük olduğunu ve ana kucağını bizlerden hiç bir zaman ve hiçbir koşulda esirgemediğini.
Ama bu defa bunu Türkiye’nin bir numaralı kişisinden duymak ve güvencesini almak, hissetmekten ve algılamaktan çok daha farklı. Elle tuttuğunuz, gözle gördüğünüz ve dokununca hissettiğiniz bir güvence.
Is it the Turkish troops or the Greek Cypriot administration whose existence is illegal in Cyprus?
On behalf of the Greek Cypriot administration spokesman Vassilis Palmas challenged Turkey to take the “Cyprus issue” to the Interna-tional Court of Justice (ICJ) in The Hague after a threatening remark by the Greek Cypriot leader Tassos Papadopoulos declaring the Turkish Armed Forces (TSK) “the sole enemy” of his people.
Actually Mr. Papadopoulos, who practiced law for years, knows quite well that Turkey is a guarantor country with Britain and Greece and that the presence of the TSK on the island is based on interna-tional agreements and fully complies with international rules and regulations and Part IV of the 1960 Treaty of Guarantee of the Consti-tution of the Republic of Cyprus and is thus legal.
The question is whether the Greek Cypriot administration estab-lished on Dec. 21, 1963 is legal.
The answer is crystal clear: “No, it is not.”
Soon after the establishment of the Republic of Cyprus, it became apparent that the Greek Cypriots had not given up their long-standing goal of “enosis” (union with mainland Greece). The president of the republic, who had taken the solemn oath to uphold the constitution, proceeded to destroy the very foundations of the bi-communal set-up. The Greek Cypriot leadership tried to render the constitution unwork-able in accordance with a preconceived plan to achieve enosis, which had been prohibited by the constitution itself.
The Greek Cypriot authorities were fervently opposed to the rights of Turkish Cypriots guaranteed by the Constitution. The Constitution was to be rendered inoperative by a concerted action at all levels of government and local administration to undermine the relevant pro-visions designed to protect the rights of Turkish Cypriots.
It was not the Constitution that prevented the cooperation of the two communities but the Greek Cypriot leaders who used their author-ity to paralyze the constitutional rights of the Turkish Cypriot commu-nity. Implementation of certain constitutional provisions was delibe-rately hindered, thus preventing the smooth-functioning of the state and causing inter-communal friction.
During the first three years of the republic, the Greek Cypriots created spurious problems in the implementation of the various provi-sions of the Constitution. Administration of justice was obstructed at every level. The Supreme Constitutional Court was rendered powerless.
Supreme Constitutional Court President Dr. Ernst Forsthoff was forced to resign from his post on May 21, 1963. He had been under pressure and intimidation from the Greek Cypriot side, following his ruling on April 25, 1963, in connection with the dispute created by Makarios’ refusal to extend the law providing for separate municipali-ties in five main towns.
Glafkos Klerides, who was the speaker of the House of Repre-sentatives at the time, summarizes Makarios’ priorities in attempting to amend the constitution:
“Reduction of the excessive rights granted to the minority and abolition of the equal status of the two communities… and the abolition of the Greek Communal Chamber and the creation of a Ministry of Education, thus creating the image that the education of the State was Greek… His third objective was the abolition of those articles which created difficulties, such as separate majorities, the 70 to 30 ratio, municipalities and the army of the Republic.”
The 1960 Republic of Cyprus no longer exists. It was destroyed on Dec. 21, 1963, and is now under the occupation of the Greek Cypriots. It is widely known that Papadopoulos is currently occupying the common administration which was destroyed by the Greek Cypriot side in 1963 and that his efforts to hinder the realization of peace by making such declarations will remain futile.
Turkey has not recognized the legal authority of the ICJ since the late 1970s and thus Turkey taking the issue to The Hague is out of question. On the contrary, the Greek Cypriot administration can take the issue to The Hague if they are really confident in their strong posi-tion and claims.
This is a completely diplomatic tactic.
In the 1960 Treaty of Guarantee signed by Turkey, and under whose terms the Turkish military intervened in the island in 1974, there is no clause saying that parties will go to a peacemaker in the event of a dispute.
What the Greek Cypriots are doing is trying to put pressure on Turkey and looking for means of recognition by Turkey. If Turkey takes the case to The Hague, it will mean a political recognition of the illegal Greek Cypriot administration by Turkey.
Papadopoulos is playing a Byzantine game, aimed at misleading both his own public opinion and the global public opinion.
Son bir aydır, Rum ve Yunan politikacılarından oluşan bir koro “Türk askeri” aleyhine şarkılar söylemeye başladı.
Kıbrıs Rum tarafında Papadopulos başta olmak üzere, AKEL Genel Sekreteri Hristofyas, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Dış İşleri bakanı Markulli, Başpiskopos Hrisostomos II., hep bir ağızdan Türkiye’ye saldırıp, Türk askeri adadan gitsin nakaratını söylerken, anavatanları Yunanistan’dan da aynı sesler gelmeye başladı.
Başbakan Kostas Karamanlis, Dış İşleri bakanı Dora Bakoyanni, Atina Başpiskoposu Hristodulos da bu gruba eşlik etmeye ve aynı şarkıyı söylemeye başladılar.
Belli ki bu şarkının sözleri bir yerlerde yazılmış ve hepsine dağıtılmış. Görünmez bir el bunları hep birden idare ediyor.
Bu Rum ve Yunan korosu Anavatan Türkiye ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne saldırıları devam ederken, Rum hükümet sözcüsü Palmas’ın da Kıbrıs konusunun La Hey Adalet Divanı’na götürülmesini istemesi bir rastlantı değil. Oyunun ikinci perdesi.
1946’da göreve başlayan Uluslararası Adalet Divanı’nın statüsü, BM Antlaşması’nın (BM şartı) ayrılmaz bir parçasıdır ve Adalet Divanı’nın çalışma esaslarını belirler. Divan her biri ayrı milletten gönderilmiş 15 yargıçtan oluşur. Dilleri Fransızca ve İngilizcedir. Devletler hukukunu ilgilendiren meselelerde yargılama yapar. La Hey Adalet Divanı’nın İngilizcesi International Court of Justice (ICJ), Türkçesi Uluslararası Adalet Divanı (UAD) dir. La Hey Adalet Divanı ya da diğer ismi ile Savaş Suçluları Mahkemesi, Merkezi Hollanda’nın Rotterdam kentinin kuzey batısında yer alan yerel ismi ile Den Haag veya The Hague, Türkçe ismi ile “La Hey” kentindedir.
Birleşmiş Milletlerin bir kuruluşu olan “La Hey Adalet Divanı”, bütün anlaşmazlıkların barışçı yollarla halledilmesini sağlamaya çalışır ve çarelerini ilgili devletlere bildirir. Divana başvuru sadece devletler tarafından yapılabilir ve sadece devletlerin taraf olduğu bir mahkemedir. Şikâyetçi olduğu ülkenin rızası olmadan, başvuru yapılamaz. Kişiler, kendi kişisel konuları ile ilgili olarak La Hey Adalet Divanı’na başvuramazlar.
Eğer iki devlet kendi aralarındaki bir sorunu ikili diplomatik ilişkilerle çözemezlerse, Uluslararası Adalet Divanı’na, diğer ismi ile La Hey Adalet Divanı’na götürebilirler. Ancak iki devlet arasındaki bir uyuşmazlığın mahkemeye götürülmesinin koşulu, iki devletinde de mahkemeye gitmeye razı olmasıdır.
Birleşmiş Milletler’e üye olan her devlet, Uluslararası Adalet Divanı’nın statüsünü otomatik olarak kabul etmiş olur. Buna karşın bir sorunu mahkemeye götürmek için BM üyesi bir ülke olunsa bile taraflar arasında rıza olmadan UAD uyuşmazlık hakkında karar veremez.
Avrupa Adalet Divanı ise başka bir kuruluş olup, kısaltılmış adı (CJE) dir. Avrupa Adalet Divanı (CJE), 27 Avrupa Birliği ülkesinde yaşayan insanlar ve kurumlar arasındaki ihtilafları çözmek yani AB içinde hukuki uyumu sağlamak görevinden sorumludur.
Oyun çok açık ve net.
BM çatısı altında oynamak istemedikleri bu oyunu, yıllarca AB içine çekmeye çalıştılar ve şimdi de La Hey Adalet Divanı’na götürmeye uğraşıyorlar.
Bu çabalarının arkasında üç ana hedef var.
Aslında Papadopulos, Türk askerinin adadaki varlığının 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anlaşmaları, Bölüm II, Ek: I, Bölüm B, Garanti Antlaşması uyarınca olduğunu çok iyi bilmektedir. Yıllarca ekibi ile birlikte uğraşmasına ve yaptığı araştırmalara rağmen bunun aksini söyleyebilecek hiçbir madde bulamamıştır. Son çare olarak BM’nin genel tanımları altına saklanmak istemektedir. Bu savı bir evvelki sözcüsü Kypros Hrisostomodis resmi yollardan birkaç kez dile getirmiş olmasına rağmen pek taraftar bulamamıştır.
Rum politik beyinlerin çizdiği hedeflerinden bir tanesi, kendileri tek başlarına La Hey’e gidemedikleri için, Avrupa ve Amerika’da kamuoyu oluşturarak Türkiye’yi, kendilerini muhatap alarak La Hey’e gitmeye zorlamak ve 21 Aralık 1963’de yıktıkları ve o günden beridir de kendilerini resmen tanımayan Türkiye’ye Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin meşruluğunu kabul ettirmektir. Türkiye AB ile sürdürdüğü müzakereyi koparmak pahasına halen daha Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini politik olarak tanımamakta ve limanlarını Rum bayraklı gemi ve uçaklara açmamaktadır.
Bir diğer hedefleri de Türkiye’yi La Hey Adalet Divanına götürmeye zorlamakla, Türkiye’yi “Savaş Suçlusu” konumuna sokmak istemektedirler. Kendi yaptıkları katliamları ve 1948’de BM’nin yayınladığı “Soykırım” tanımına uygun bir uygulama ile bizleri soykırıma uğratmalarını hasıraltı edip, Türkiye’yi durup dururken adaya çıkmakla suçlamak istemektedirler.
Bir başka hedefleri ise, Makarios’un kendi elleri ile yıktığı Kıbrıs Cumhuriyeti Yüksek Anayasa Mahkemesi yerine sadece Rum hâkimlerden oluşan GKRY Yüksek Anayasa Mahkemesine meşruluk kazandırmaktır. Makarios’un 21 Mayıs 1963 tarihinde istifaya zorladığı KC Yüksek Anayasa Mahkemesi Başkanı Dr. Ernst Forsthoff’un görevden ayrılması ile bu mahkeme yasallığını kaybetmiştir.
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına göre Türk Askerinin adadaki varlığını anayasal açıdan tartışabilecek yegâne merci işte bu Makarios’un kendi elleri ile lav ettiği Yüksek Anayasa Mahkemesidir.
1960 KC Anayasasında halklar arasında sorun olduğu vakit La Hey Adalet Divanına gidilir diye bir madde yoktur. Aslında keşke olsaydı. O vakit Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ister istemez KKTC’nin yasallığını kabul etmiş olurdu.
1960 KC Anayasa’sı, adada yaşayan iki halk arasındaki anayasal sorunların sadece Kıbrıs Cumhuriyeti Yüksek Anayasa Mahkemesi tarafından çözümlenebileceğini emretmektedir.
Papadopulos, kendi halkını ve batı dünyasını yanıltmaya yönelik pis bir Bizans oyunu oynamaktadır.
Adadaki en adil çözümün adadaki iki halkın varlığının artık tanınması gerektiği gerçeği Avrupa’da yüksek sesle dile getirilmektedir. İşte Papadopulos, ortaya La Hey konusunu atarak bu gündemi değiştirmeye çalışmaktadır.
Greek Cypriot President Tassos Papadopoulos defined the Turkish Armed Forces (TSK) “as the biggest enemy” faced by Greek Cyprus in his press conference on Wednesday, demanding the immediate removal of all the Turkish military forces from Cyprus.
The good old Greek chorus started chanting the same tune again.
Mr. Demetris Christofias, the secretary-general of the Greek Cy-priot Progressive Party of the Working People (AKEL), the largest leftist political party in Greek Cyprus and the “last of the world’s communist parties,” mentioned the same in his presidential rally speech.
Mrs. Erato Kozakou-Marcoulli, the Greek Cypriot foreign minister, directed her arrows of hate toward the Turkish military from her first day in the ministerial seat. She verbally attacked the TSK on the island and demanded their withdrawal along with some of the citizens of the Turkish Republic of Northern Cyprus (KKTC), who they indiscriminately call “settlers.”
Archbishop Chrysostomos II actually composed this tune during his own rally. Irrespective of his position, words full of hatred toward Turkish people were always present in his speeches. He publicly pin-pointed Turkish Cypriots and the TSK as the mother of the enemy more than 300 times.
The sentence “Europe is Christian” also belongs to him. “Of course Christianity is not simply European, but in any case Europe is Christian. Europe before Christianity was just a geographical term. Its inhabitants were distinguished as those who lived within the borders of the Roman Empire or the ecumene (lands inhabited by Greeks), and those who lived outside the borders and were generally called ‘barba-rians’,” he says.
Though quite conscientious about his words connected with Tur-key and the TSK, Greek Prime Minister Costas Karamanlis speaks from time to time about the withdrawal of the TSK from Cyprus. Of course he never says anything about the Greek Army deployed in Greek Cyprus or the Greek officers positioned in the highest ranks of the Greek Cyprus National Guard (Ethniki Froura).
When speaking of topics related to Cyprus or Turkey, Mrs. Dora Bakoyannis, the Greek foreign minister, always puts the withdrawal of the TSK from Cyprus somewhere in her speech, regardless of whether it is in conjunction with the main topic. She also mentions the return of some of the citizens of the KKTC, who they class as unofficial immi-grants.
The Greek members of the European Parliament consistently send letters and notes to their colleagues focused on the withdrawal of Turkish troops from the island.
The ethnically Greek senators and members of the US House of Representatives are doing exactly the same thing as their European counterparts. Hand-in-hand with the American Hellenic Educational Progressive Association (AHEPA), they call on the US government to support the immediate removal of all Turkish occupying forces as well as the illegal Turkish colonists from Cyprus.
It looks as if a magic wand touched these people and they all speak the same. Perhaps their words actually stem from the same ori-gin or mastermind. They never mention or want others to know what Greeks did to Turkish Cypriots during the dark 10 years stretching from 1963 to 1974.
The period covered the time from the establishment of the Repub-lic of Cyprus in 1960 to 1974. Greek Cypriots attempted to demolish the republic by changing the Constitution and enforced the Akritas plan on Dec. 21, 1963 — a plan of which Mr. Papadopoulos was one of the masterminds.
The international community, accusing Turkey of occupation, seems to be forgetting the fact that Greece secretly sent a division of 20,000 troops to the island in 1964. As a result Turkish Cypriots had to evacuate 103 villages and were squeezed into “ghettos” covering barely 3 percent of the total island. They were forced to survive with unemployment, economic sanctions, restricted rights of movement and no property rights and were even massacred until 1974.
From this point on things changed dramatically on the island. Turkey had to intervene to save the lives of Turkish Cypriots as the speed of the genocide have accelerated after the declaration of the “Cy-prus Hellenic Republic,” on July 16, 1974. It was notorious butcher Nicos Sampson, a right-wing Greek operative, who was installed by the Greek junta as president for the unilaterally declared new republic.
It is a fact that Turkish Cypriots had been struggling for ages to live in peace on the island, but were instead forced by their adversaries to rely on the armed forces and attach to their motherland, Turkey.
The existence of the Turkish military on the island fully complies with the international rules and regulations and Part IV of the 1960 Treaty of Guarantee of the Constitution of Republic of Cyprus.
It is a crystal-clear fact that the existence of the Turkish military on the island has prevented inter-communal clashes since 1974. Ir-respective of thousands of Cypriots losing their lives during the dark years of 1963 to 1974, nobody lost a life afterward.
Şubat 2008 Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça adaylar, bu güne kadar kirli çıkılarda saklı tuttukları düşüncelerini bir bir ortaya dökmeye başladılar.
Papadopulos, Kıbrıs müzakerelerinde uygulayacağı ana taktiği ortaya koyarken, AKEL Genel Sekreteri Hristofyas da, düne kadar sadece Kıbrıs’lı Rumlar adına konuşurken aniden kendini Kıbrıs adasında yaşayan iki halkın da adına konuşabilecek bir politikacı sandı ve bizim adımıza da konuşmaya başladı.
Evvelki gün “19. Ay Demet Milli Kurtuluş Cemiyeti Festivali”nde cevherler yumurtlayan Hristofyas, ilk defa olarak EOKA’cıları adanın taksim edilmesine yol açan faaliyetlerde bulunmak ile suçladı. Tabi bu davranışı, hem sağ oyları tamamen kaybetmesine hem de kilisenin etkisi altında kalan kararsız oyların AKEL’den uzaklaşmasına neden olacak.
Arkasından da biz Kıbrıs’lı Türklerin “Türk işgalcinin botları altında 33 yıldır inleyen ilk toplum olduğu” iddiasını sözlerine ilave etti. Tabi bu sözleri hem Rum halkını gaza getirmek hem de Kıbrıs’lı Türkler de kendisini istiyormuş havasını yaratarak oy toplamak amaçlı.
Bu gerçek dışı ve yalan mesajları da, ikide birde kendileri ile toplantılar yapan, halkların kardeşliğinden bahseden, Rum tarafına geçince, bizleri “Rum mezaliminden ve yok olmaktan kurtaran Türk askeri”nin aleyhine konuşmaktan çekinmeyen, Rum-Türk ortak etkinliklerinde kendisini, o sumo güreşçilerine benzeyen vücuduna rağmen omuzlarına alan birkaç Kıbrıs’lı Türk’ten aldığı kesin. Sanki bu kişiler bizlerin tümünü temsil ediyormuş gibi, söylediklerinin yüzde yüz doğru olduğunu kabul ediyor Hristofyas.
Birilerinin kendisine, 24 Nisan 2004 Referandumunun altından çok suların aktığını, Kıbrıs’lı Türklerin %65 çoğunluğunun artık Rumlarla beraber yaşamak istemediğini, %96’sının da Rumlara güvenmedikleri için Türk askerinin adada kalmasını istediklerini söylemesi lazım. Pembe rüyalardan uyanması zor olacak ama bir şey değil, bir an evvel Hristofyas’ın doğruyu bilmesinde fayda var.
Papadopulos’un da seçimler yaklaştıkça çenesi düşmeye başladı. O da aynen Hristofyas gibi hem atıyor, hem bizim adımıza konuşuyor hem de cümle aralarında bu güne kadar ortaya koymadığı taktiklerini ağzından kaçırıyor. Ne yapsın serde Cumhurbaşkanlığını kaybetmek de var.
Dünkü basın toplantısında “Türk askeri”ni tek düşman olarak ilan edip hedef göstermeye başladı.
16 Ağustos 1960 ile 20 Temmuz 1974 arasında tek düşman biz Kıbrıs’lı Türkler idik. Bizlerden ebediyen kurtulmak için “Defkalion” kod adı ile “Akritas” isimli bir plan hazırladı ve uygulamaya koydu. 15 Temmuz 1974’de tam da son darbeyi bizlere vurmak üzereydi ki, imdadımıza Türkiye ve Türk askeri yetişti ve bizleri elinden kurtardı.
Şimdi “Nasıl olsa günü gelince ben onların canına okurum” diyerek bizi bir kenara itti ve “Türk askeri”ni baş düşman ilan etti.
Tüm Rumlarda ve Yunanlılarda olduğu gibi Papadopulos’da da yoğun bir “Türkofobi” olduğu kesin ve Türkiye’nin Kıbrıs adası ile olan ilişkilerini pek de anlamak istemiyor.
Türkiye, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantör ülkesi ve aynı zamanda da Yunanistan ve İngiltere ile birlikte Kıbrıs’ta yaşayan halklardan bir tanesinin, yani bizlerin ana vatanı. 1960 Anayasasına göre de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adadaki varlığı, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanıyor.
Aynen Hristofyas’a olduğu gibi, Papadopulos’a da birilerinin bu mesajı iletmesi lazım. Belki de yukarda bahsettiğim söz konusu Rum dostu Kıbrıs’lı Türkler bu işi yaparlar.
Ben de söylerim ama benim ne mal olduğumu hem Papadopulos, hem de Hristofyas çok iyi biliyor. Ben söyleyince taraflı olacak. Bunlar söylerse daha inandırıcı olur belki.
Papadopulos, “Kıbrıs Sorununa Barışçıl Çözüm” görüşmeleri ile ilgili olarak taktiğinin, zaman ve hakem kısıtlaması olmaması ve 1977-79 doruk anlaşmaları ile Rum halkına empoze edilmek istenen Federasyon kavramının ise, iki toplumlu iki kesimli ama “Bi-zonal” yani “İki bölgeli”, arı (saf) nüfuslar öngörmeyen bir yapı olması gerektiğini söyleyerek, bu güne kadar resmen açıklamadığı düşüncelerini de ortaya koydu.
Papadopulos’un, resmen açıklamasa bile istediğinin ve hedefinin, ABD’deki ve AB’deki Yunan Lobilerini devreye sokup AB’yi, ABD’yi, BM’yi ve uluslar arası tanınmışlığını kullanarak, nihai çözüm olarak 1974 öncesine geri dönmek olduğu iyice açığa çıktı.
Bunun için her yolu deneyeceği de kesin.
Bu nedenle de görüşmeleri ucu açık ve hakemsiz istiyor ki, birileri kendisine istemediği bir çözümü dayatmasın. AB üyesi bir devlet olarak görüşmeleri “Arabın yalellisi” gibi uzattıkça uzatsın ve bu dönem içinde de hem Türkiye’ye baskı yaptırsın hem de Kıbrıs’lı Türkleri Ambargolarla pes ettirsin.
Papadopulos’un unuttuğu küçücük birkaç noktacık var.
Kıbrıs’ın geleceği Papadopulos’un düşündüğünden çok farklı olacak…