Prof. Dr. Ata Atun
This was the catchphrase of the Greek Cypriots between the years 1960 to 2017 in Cyprus.
The Greek Cypriots and Greeks, who leaned their backs to the Atlantic Alliance and the Christian world, thought and acted as if the island of Cyprus was their private property, their homeland, an integral part of the Great Byzantine Kingdom, and kept saying “We are the owners of Cyprus”.
In order to cleanse the island of Cyprus from the Turkish Cypriots, relying on the Atlantic Alliance and the Christian world, they applied the genocide, same as the armed attacks in Gaza of today, to us, the Turkish Cypriots during years 1963 to 1974.
When the Atlantic Alliance and the Christian world, which claim to be the flag bearers of “Human Rights, Peace and Justice”, did not raise voices such as “What are you doing, stop the massacres and genocide, you are violating human rights”, the brutal genocide they inflicted on us continued for 11 years till 1974.
They thought that they had the right to take away all the materialistic and spiritual life opportunities of the Turkish Cypriots by the armed attacks, to crush the Turkish Cypriots, to destroy them, to squeeze them into a tiny area like three percent of the island and only allow them to breathe, and they thought they were successful with the full scale support of the Atlantic Alliance and the Christian world.
In the second stage of the so-called negotiations that started in 1968, they would get up from the negotiation table whenever they felt like it, they would immediately reject the peaceful proposals made to them, they would try to corner the Turkish Cypriots by making proposals that would never happen and could not be accepted, they would put them in a difficult position and try to put them in a guilty position. Although it was agreed at the last stage of these negotiations to grant partial autonomy to the Turkish Cypriots, the Greek Cypriot leader of the period, Makarios, said, “I will not give the Turkish Cypriots even a neighbourhood headman ship, let alone an autonomy”, revealing that the negotiations were made for show and ended them.
Such was the mindset of the Greeks, such was the idea that they owned the island of Cyprus.
In July 1974, when the Colonels’ Junta in Greece staged a coup d’état on the island, overthrew the 1960 Republic of Cyprus, declared the “Hellenic Republic of Cyprus”, annexed the island to Greece and declared it as part of the Greece, the situation suddenly changed. Turkey, as a guarantor, had to intervene in order to re-establish the abolished 1960 Republic of Cyprus in the manner and method clearly stated in Annex 1, Article 4 of the 1960 Constitution of the Republic of Cyprus. In this way, the Turkish Cypriots were freed from captivity and were able to establish their own sovereign state in the northern parts of the island.
The negotiations, which started in 1977 to stop the armed conflicts on the island of Cyprus and to restore the 1960 Republic of Cyprus, ended in 2017 in Crans Montana, where the last stage of the negotiations was held, with the Greek Cypriots leaving the table due to their megalomanic and maximalist demands and behaviours.
The power and effectiveness of the Atlantic Alliance, which has been going on in the world since 1945, has started to decrease. The political and economic support of the Russian Federation and its allies, which unconditionally supported the Greeks and Greek Cypriots within the Christian world, came to an end. In the process, the mountains on which the Greek Cypriots had leaned and cocked their backs collapsed.
Once upon a time they were saying “We are the owners of the island of Cyprus. Whatever we say, whatever we want, only happens”. By the time the political situation dramatically changed. The Greek Cypriots and Greeks are now begging and pleading for the Turkish Cypriots to sit at the negotiation table. They are trying to get the support of the strong partners of the Atlantic Alliance such as the UN, the US and the EU to intervene, but no positive results.
It is time for them to pay for “obstructing the two peoples on the island from living in PEACE”, which they are the cause of the failure of the Annan Plan by voting “NO – OXI” in the Annan Plan referendum held on April 24, 2004, relying on the Atlantic Alliance and the Christian world…
Prof. Dr. (Civ Eng), Assoc. Prof. Dr. (Int Rel) Ata ATUN
Advisory Board Member of the TRNC President
TRNC Republican Assembly 1st Term Deputy
Prof. Dr. Ata Atun
Bir dönemin ağızlardan düşmeyen cümlesiydi bu.
Arkalarını Atlantik İttifakına ve Hristiyan dünyasına dayamış Kıbrıs Rumları ve Yunanlar, Kıbrıs adasını kendilerinin özel mülkü, vatan toprağı, Büyük Bizans Krallığı’nın ayrılmaz bir parçası zannediyorlar, öyle davranıyorlar ve “Kıbrıs’ın sahibi biziz” diyorlardı.
Sırtlarını dayadıkları Atlantik İttifakına ve Hristiyan dünyasına güvenerek Kıbrıs adasını Kıbrıs Türklerinden temizlemek için günümüzde aynen Gazze’de yaşanan silahlı saldırılara dayalı soykırımı biz Kıbrıs Türklere uygulamışlardı.
“İnsan Hakları, Barış, Adalet” konularının bayrak taşıyıcıları olduklarını iddia eden Atlantik İttifakından ve Hristiyan dünyasından “Ne yapıyorsunuz, katliamları, soykırımı durdurun, insan haklarını çiğniyorsunuz” gibi sesler yükselmeyince de bizlere uyguladıkları acımasız soykırım 11 yıl devam etti.
Kıbrıs Türklerinin maddi manevi tüm yaşam imkanlarını silahlı saldırılarla ellerinden almalarını, Kıbrıs Türklerini ezmelerini, yok etmeye çalışmalarını, adanın yüzde üçü gibi küçücük bir bölge içine sıkıştırarak sadece nefes almalarına izin vermelerini kendilerine hak görüp, dış destekle başarılı olduklarını zannediyorlardı.
1968 yılında başlayan ikinci etap göstermelik sözde müzakerelerde, akıllarına estiğinde müzakere masasından kalkarlar, kendilerine yapılan barışçıl önerileri anında reddederler, hiç olmayacak ve kabul edilemeyecek öneriler yaparak Kıbrıs Türklerini köşeye sıkıştırırlar, zora sokarlar, suçlu konuma düşürmeye çalışırlardı. Bu müzakerelerin en son aşamasında Kıbrıslı Türklere kısmi muhtariyet verilmesi üzerinde mutabakata varılmış olmasına rağmen, dönemin Rum lideri Makarios “Ben Kıbrıs Türklerine bırakın muhtariyet vermeyi, mahalle muhtarlığı bile vermem” diyerek müzakerelerin göstermelik yapılmış olduğunu gözler önüne sermiş ve sonlandırmıştı.
Rumların kafaları böyle bir kafa, Kıbrıs adasına sahip oldukları düşüncesi de bu düzeydeydi.
1974 yılının Temmuz ayında Yunanistan’daki Albaylar Cuntası adada darbe yapıp, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıktıktan sonra “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni ilan edip, adayı da Yunanistan’a katıp Yunan toprağı ilan edince, durum aniden değişti. Garantör olan Türkiye, uluslararası tescil edilmiş garantörlük hakkını kullanarak, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası EK 1, Madde 4’de açıkça belirtilen şekil ve yöntemle lağvedilmiş 1960 Kıbrıs Cumhuriyetini tekrardan tesis etmek için müdahale etmek zorunda kaldı. Bu sayede Kıbrıs Türkleri esaretten kurtuldu ve adanın kuzeyinde egemen oldukları kendi devletlerini kurmayı başardılar.
Kıbrıs adasındaki silahlı çatışmaları durdurmak ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tekrar hayata geçirmek için 1977 yılında başlatılan müzakereler, 2017 yılında, müzakerelerin son etabının yapıldığı Crans Montana’da Rumların megalomanik ve maksimalist istek ve davranışları nedeni sonrası masadan kalkmaları ile son buldu.
Dünya üzerinde 1945 yılından beri süregelmekte olan Atlantik İttifakının gücü ve etkinliği azaldı. Hristiyan dünyası içinde Yunanlara ve Kıbrıs Rumlarına kayıtsız koşulsuz destek olan Rusya Federasyonu ve dostlarının siyasi ve ekonomik desteği son buldu. Süreç içinde Kıbrıs Rumların sırtlarını dayayıp horozlandıkları dağlar yıkıldı.
Biz zamanlar “Kıbrıs Adasının sahibi biziz. Biz ne dersek, ne istersek sadece o olur” diyen Kıbrıs Rumları ve Yunanlar, şimdi Kıbrıs Türklerini masaya oturtmak için yalvar, yakar oldular. Araya BM, ABD ve AB gibi Atlantik İttifakının güçlü ortaklarını sokmaya çalışıyorlar ama elde edebildikleri hiçbir olumlu sonuç yok.
Sıra, 24 Nisan 2004 tarihinde gerçekleştirilen Annan Planı referandumunda, Atlantik İttifakına ve Hristiyan dünyasına güvenerek “HAYIR – OXI” oyu kullanarak, çöpe atılmasına neden oldukları “Adadaki iki halkın BARIŞ içinde yaşamasına mani olmaları”nın bedelini ödemeye geldi…
Ağlaya ağlaya, bu bedeli de ödeyecekler….
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili
Prof. Dr. Ata Atun
Avrupa Birliği (AB), Yunanların ve Rumların tüm girişim ve baskılarına rağmen Aralık ve Mart zirvelerinde AB-Türkiye ilişkilerini ele almaktan kaçındı ve daha sonraki zirvelere erteledi. 17-18 Nisan’da Brüksel’de gerçekleştirilen AB Devlet ve Hükümet Başkanları Nisan Özel Zirvesi’nde de Yunan ve Rumlardan gelen baskılar nedeni ile konuyu kerhen “stratejik tartışma” kapsamında ele aldı.
AB Devlet ve hükümet liderleri, Ankara ile ilişkilerin ilerletilmesi için gerekli çalışmaların başlatılmasını kararlaştırırken bunun kuyruğuna da “50 yıldır dile getirilen Kıbrıs sorununun Birleşmiş Milletler (BM) parametreleri çerçevesinde çözümü için müzakerelerin yeniden başlatılması gerektiği” cümlesini eklediler. Oysa bu cümle Nisan zirvesinin sonuç bildirisinde olsa da, olmasa da değişen bir şey yok, olmayacak…
Rumların ve Yunanların, Kıbrıs Türklerini yeni kurulacak devlete ortak yapmamak için olabildiğince savsakladıkları ve incir ipi gibi uzattıkları müzakereler kendilerinin maksimalist talepleri nedeni ile çökünce aniden kendilerinin hiç kulak asmadığı bu BM Parametreleri kıymete bindi ve Atlantik ittifakında yer alan her toplantıdan sonra yapılan açıklamaların kuyruğuna bu tavsiyeyi ekletmeye çalışıyorlar, son elli yıldır konuşulmasına ve uygulanamamış olmasına rağmen…
AB’nin tavsiyelerinin, kararlarının ve sair açıklamalarının geçerliliğinin olup olmadığı tartışma kaldırıyor. Eğer bu BM parametrelerinin geçerliliği olsaydı Yunanlar ve Rumlar tarafından çoktan uygulanır, Kıbrıs konusu çözülürdü. Kıbrıs adasını Yunan toprağı yapmak ve Kıbrıs Türklerini ikinci sınıf azınlık konumuna düşürmek için elden geleni yaptıktan sonra baktılar gördüler ki Türkiye bölgede üzerinde baskı uygulanamayacak konumda, AB üyelikleri işe yaramayacak, o zaman elli yıldır uygulamaktan kaçındıkları BM parametrelerini öne çıkarmak gerekti.
Gelelim AB devlet ve hükümet başkanları Nisan zirvesinin sonuç bildirisinde yer alan Türkiye ile ilgili bölüme; Kafa karıştıran ve AB-Türkiye ilişkilerine de değinen ortak bildiri, AB Komisyonu Başkan Yardımcısı ve Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell ile AB Komisyonu tarafından hazırlandı.
Ortak Bildirinin içinde yer alan tavsiyelerle ilgili bölümde somut bir karar yok, mali kısıtlama yok, uygulama yok, ambargo yok, ticari kısıtlama yok, ekonomik yaptırım yok. Belli ki AB, Türkiye’ye baskı yapmayı ve karşısına almayı göze alamamış ve Yunan ve Rumların ağzını kapatacak bir şeyler yapalım diyerek, sonuç bildirisinin içine “geçerliliği tartışılır” bir tavsiye eklemişler.
Rum lider Hristodulidis sonuç bildirinde yer alan AB-Türkiye ilişkileri ile ilgili bu paragrafı, “AB-Türkiye ilişkilerini Kıbrıs konusunda bağladım ve zafer kazandık” gibi kelimeler içeren bir cümle ile kendi halkına yutturmaya çalışsa da işin aslı öyle değil.
En az on kez arka arkaya okuduğum bildiride, elli yıldır dillendirilen Kıbrıs sorununun BM parametreleri çerçevesinde çözümü tavsiyesine ilaveten açık ve net olarak “Avrupa Birliği’nin, Doğu Akdeniz’de istikrarlı ve güvenli bir ortamda ve Türkiye ile işbirliğine dayalı, karşılıklı yarar sağlayan bir ilişkinin geliştirilmesinde stratejik çıkarı vardır. Türkiye’nin yapıcı katılımı, ortak bildiride belirlenen çeşitli işbirliği alanlarının geliştirilmesine yardımcı olacaktır” denilmekte.
Belli ki çıkar dengeleri 21. Yüzyılın ikinci çeyreğine girilirken Türkiye lehine değişmiş. “Kıbrıs sorununun çözümünde hangi tarafın isteği daha baskın olacak” sorusunun yanıtı da önümüzdeki yıllarda daha net bir biçimde verilecek gibi…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili
Prof. Dr. Ata Atun
1973 Ekiminde yapılan Yom Kippur Savaşının ilk dört gününün sonunda Birleşik Arap Orduları İsrail ordusunu 3 cephede de yenmişti. Rusya Birleşik Arap ordularını desteklerken, ABD de İsrail ordusunu desteklemekteydi.
Savaşta, Mısır ordusu güneyden Süveyş kanalının Doğusundaki Barlev hattını geçerek Tel Aviv’e doğru, Suriye Ordusu da kuzeyde ele geçirdiği Golan tepelerinden aşağıya inerek Kudüs’e doğru ilerlemeye başladı. Doğuda da Irak ordusu Kudüs’e doğru ilerliyordu. Önlerinde kendilerine karşı koyacak bir İsrail birliği bile kalmamıştı. Libya da Birleşik Arap Ordusuna her tür maddi ve askeri yardımı yapmaktaydı.
Yenilginin açık olarak yaşandığı 4. günün sonunda İsrail Başbakanı Golda Meir, ABD Başkanı Richard Milhous Nixon’u arayarak Birleşik Arap Ordusunun tüm cephelerde İsrail ordusunu yendiğini ve 1187’de bölgede yaşanan Hittin Savaşı sonrasında Hristiyan ordusunun denize döküldüğü gibi İsrail ordusunun da denize döküleceğini, İsrail’in haritadan silineceğini belirterek nükleer başlıklı füzelerle, atom bombasını kullanmak için izini istedi.
ABD Başkanı nükleer başlıklı füzelerin kullanılmasını reddederek konvansiyonel askeri destek vereceğini belirtti. Kıbrıs’taki Akrotiri (Ağrotur) İngiliz Üssü’nden Tel Aviv yakınıdaki Ben Gurion Havaalanına ve sahildeki Dov Hoz havaalanına hava köprüsü kurup her tür askeri ve mali desteği vermeye başladı. Amerika’nın desteğiyle savaşın gidişatı değişti ve Yom Kippur Savaşı ABD destekli İsrail ordusunun zaferi ile sonuçlandı.
Yom Kippur zaferinden sonra İsrail ve ABD, birlikte İsrail’in haritadan silinmesini önleyecek tedbirler üzerinde çalışmalar başlattılar. Bu çalışmanın sonucunda ilk adımda Birleşik Arap Ordusunu oluşturan Mısır, Irak, Suriye ve Libya’nın bir daha bir araya gelmemeleri ve güçsüzleştirilmeleri için iç savaş çıkartma kararını aldılar.
Bu kararın ilk etabında ABD’nin arabuluculuğu ve baskısıyla Mısır Başkanı Enver Sedat, İsrail Başkanı Menahem Begin ile Davos’ta görüştürüldü. Ardından Mısır-İsrail dostluğu başlatıldı ve Mısır -İsrail lehine- devreden çıkarıldı.
Uzun vadeli arazi çalışması bittikten sonra da “Arap Baharı” adlı iç ayaklanmalarla Libya, Irak ve Suriye içten parçalatılarak iyice güçsüzleştirildi ve neredeyse Birleşik Arap Ordusunu oluşturmaları imkansız hale getirildi.
Orta Doğu’yu iyice parçalamak ve güçsüzleştirmek isteyen ABD, eski başkan Woodrow Wilson’un 1919’da yayınlattığı harita içeriğince bu süreç içinde Türkiye ve İran’ı da parçalamaya çalıştıysa da bunu başaramadı.
Yani, İsrail’in Filistin’e saldırısı, açık bir soykırım uygulaması, Filistin devletini yok etmek istemesi ve ABD’nin desteği ile İran’ı da bu savaşın içine çekme gayreti, gerçekte uzun vadeli Orta Doğu’yu parçalama senaryosunun kapanış bölümü.
Bu olayların sonucunda nelerin olacağı ve nelerin yaşanacağı az buçuk belli olmaya başlasa da dünyanın siyasi tarihine baktığımızda, uzun vadede bu işten zararlı çıkacak olan ABD gözükmekte.
Tek kutuplu dünya, -birçok ülkede ABD’ye karşı duyulan nefret ve düşmanca duygular nedeni ile- hızla iki kutuplu dünyaya doğru ilerlerken, ABD ve Avrupa Birliği mali ve askeri güç kaybına uğramaya başlayacak gibi. Benim öngörülerime göre, dünya ticareti dolar hakimiyetinin dışına kayacak, 1973 Yom Kippur savaşından sonra ABD’nin piyonu ve kulu haline gelen İsrail de varlığını sürdürmekte zorlanacak.
Dileğimiz Anavatan Türkiye’mizin ve adamızın bu olacaklardan çok fazla etkilenmemesi…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili
Prof. Dr. Ata Atun
Avrupa Birliği (AB) üyesi 27 ülkenin devlet ve hükümet başkanları Çarşamba günü Belçika’nın başkenti Brüksel’de düzenlenen Bahar Zirvesi’nde bir araya geldiler. İki gün süren zirvenin gündemini ağırlıklı olarak Ukrayna’ya yönelik askeri yardımın genişletilmesi, Avrupa savunma sanayinin güçlendirilmesi, İsrail’in Gazze’de uyguladığı insanlık dışı soykırım ve AB’deki çiftçilerin desteklenmesine yönelik olası tedbirler oluşturdu. Masaya AB-Türkiye İlişkileri veya Kıbrıs konusu ile ilgili görüşülmek üzere herhangi bir talep, öneri ve metin konmadı.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum tarafı, gündemin içine Türkiye-AB ilişkileri ile ilgili bir paragraf sokmak için çok uğraştılar. Bu paragrafın içinde de Kıbrıs konusuna, müzakerelerin AB’nin zorlaması, baskısı ve tehdidi ile başlatılmasına da yer verilmesi için canla başla çalıştılar. Çalmadıkları kapı, yüzlerini sürmedikleri etek bırakmadılar ama olmadı.
Ağlaya zırlaya AB’nin Kıbrıs sorununda daha aktif, daha proaktif bir varlık göstermesi ve rol oynamasını için talepte bulundularsa da kimse kendilerine yüz vermedi.
Şimdiki hedefleri de Nisan ayında yapılacak Zirvenin gündemine Türkiye-AB ilişkilerini sokmak ve zirve sonunda yayınlanacak bildiri içinde, AB’nin Kıbrıs konusuna ilgisinin yer alması. Bu yöntemle müzakerelerin kendi istekleri ve talepleri doğrultusunda resmi olarak yeniden başlatılması için AB’nin katalizör olmasını hedefliyorlar.
Avrupa Birliğinin korsanca ve insan haklarına aykırı bir davranış düşüncesi veya da uygulaması da Nisan Zirvesinde yer alacak. AB’nin ince ince dokuyup uygulamaya koyacağı bu düzenbazlığa göre AB’de dondurulan Rus mal varlıklarından yılda en az üç milyar Euro gelir elde edilebilecek ve bu meblağ Ukrayna-Rusya çatışmasında Ukrayna’ya silah temini için harcanacak. Bu yöntemle bu yıl içinde Ukrayna’ya 5 milyar Euro’luk bir katkı yapılması planlanmakta. Uygulamanın basit dille açıklaması, Rusları AB’deki fonlarından elde edilecek gelirlerin, Rusya’ya karşı kullanılacak silahların alımı için kullanılacağı.
Bunun çok tehlikeli ve iki tarafı keskin bir kılıç olduğu zaman içinde ortaya çıkacak. AB dışındaki hiçbir devlet veya şirket, bundan böyle AB’deki yatırımlara ve fonlara “bir gün benim de parama el koyar bu korsanlar” düşüncesi ile yatırım yapmayacak. Bununla birlikte gerileme dönemine girmiş olan AB’nin çöküşü tetikleyecek.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi AB’nin bu uygulamasına müdahale etmedikleri ve veto kullanmadıkları için, BM Güvenlik Konseyinde kendilerine yıllarca kayıtsız, koşulsuz destek vermiş olan Rusya’nın kara listesinde, üst sıralarda yer alacaklar. Zaten Rusya, Ukrayna çatışmasında Ukrayna’nın yanında yer aldıkları ve Rusya’ya AB’nin uyguladığı ambargolara katıldıkları için kendilerine kırgındı ki şimdi bu kırgınlık küskünlüğe dönüşecek gibi.
Yunanların ve Kıbrıs Rumlarının çabaları, Nisan Zirvesinde Türkiye-AB ilişkilerinin gündeme alınması ve Kıbrıs müzakerelerine ait bir paragrafın da zirve sonucunda yer alması ancak
Rumlar, Kıbrıs adasını ele geçirmek, Türk askerinin adadan ayrılmasını sağlamak ve Kıbrıs Türklerini egemenlikleri altına almak için bu stratejilerini AB’ye kabul edildikleri 1 Mayıs 2004 gününden beri uygulamalarına rağmen iki ileri bir geriden başka hiçbir başarı elde etmiş değiller.
Anlamak istemedikleri, artık AB içinde saygınlıklarının kalmadığı, güven erozyonuna uğradıkları ve AB’nin geri kalan üyelerinin Yunaların ve Kıbrıs Rumlarının hatırına Türkiye’yi kırmak ve gücendirmek istemedikleridir.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili